Fikret Başkaya
Kelime anlamı halkın kendi kendini yönetttiği [ demos-kratos] bir
rejim, halk iradesinin tecellisi demek olan demokrasi, ilk defa bir kavram ve
yönetim tarzı olarak Antik Yunan’da, bundan 2500 yıl kadar önce ortaya çıktı.
Daha çok Perikles döneminin rejimiydi. Eğer demokrasi halk idaresi, halkın
iradesinin tecelli etmesi demekse ve halk da her zaman ve her yerde çoğunluğu
oluşturuyorsa, pratik olarak orada bir oligarşinin, ayrıcalıklı bir mülk sahibi
sınıfın ortaya çıkması mümkün olmazdı. Oysa bu gün demokrasinin timsâli
sayılanlar da dahil, her yerde oligarşik yönetimler iktidarda... O halde bu
durum nasıl açıklanabilir? Aslında demokratik denilen rejimlerin demokrasiyle
bir ilgisi yok. Tam bir seçim ve temsil yanılsamasından ibaret... Dolayısıyla
tanımı tersinden yeniden yapmak gerekiyor zira söylemle gerçek durum arasında
bariz bir uyumsuzluk var. O halde tanımı
“reel” demokrasi, yoksul çoğunluğun zengin azınlık [oligarşi] tarafından
yönetimidir” şeklinde yapabiliriz. Aksi halde nerdeyse tüm “demokratik”
ülkelerde nüfusun %1’nin ülke zenginliğinin [ gelirin ve servetin ] yaklaşık
%30’una, %10’unun da yaklaşık %50’sine sahip olması mümkün olmazdı... Mesela
Türkiye’nin en zengin adamının üç milyon yediyüz elli bin [3.750 000] asgari
ücrete eşit servete sahip olması mümkün olmazdı. Zira bu ancak skandal
kelimesiyle ifade edilebilecek bir durumdur.
“Batı demokrasisi” veya “temsîli demokrasi” söylemi...
Tarihte bilinen ilk “reel demokrasi” Atina demokrasisiydi. Aslında Atina
demokrasisi ilginç bazı ilkelere dayanan bir doğrudan demokrasi rejimiydi ama
son derece dışlayıcıydı. Nerdeyse köle sahibi
‘kısır sınıfın’ rejimiydi. Zira, köleler, azad edilmiş köleler,
kadınlar, yabancılar, küçük köylüler, zanaatkârlar, ticaret erbabı sürece dahil
değildi. Dönemin iki figürü Eflatun ve öğrencisi Aristo açıkça halkın sürecin
dışında tutulmasından yanaydılar. Aralarında bazı görüş farkları olsa da halkın
bu amaç için ehil ve yetkin olmadığı konusunda inançları tamdı. Eflatun sıradan
insanların içgüdüleriyle hareket ettiklerini, karın doyurma dışında bir
dertleri olmadığını, aşırı özgürlüğün tiranlığa götürdüğünü, denetimin kitle
bilincini de kapsaması gerektiğini, bu bakımdan hükümetin kültür sorununu
önemsemesini, yurttaşların bilincinin doğru fikirlere göre oluşturulmasını,
sonuç itibariyle yönetimin filozofların işi olmasını, zira sadece onların
gerekli akla ve bilgeliğe sahip olduklarını düşünüyordu.[1]
Aristo da demokrasinin “ideal yurttaşlığı” dejenere edeceğini, zira
yoksulları avantajlı duruma getireceğini, dolayısıyla toplumun tamamını
kapsamayacağını ileri sürüyordu. Aristo: “ Demokraside yoksullar kraldır zira
çoğunlukturlar, dolayısıyla çoğunluğun iradesi yasa hükmündedir” diyordu [2].
Tiranlığa da demokrasiye de karşıydı, özgür insanların yönetmesi gerektiğini
söylüyordu. Özgür insanlar dediği de nüfusun yaklaşık % 10’unu oluşturan,
çalışmak zorunda olmayan özgür köle sahipleri sınıfıydı...
17 ve 18. Yüzyıllarda, özellikle de 18. Yüzyılın sonunda demokrasi
kavramı yeniden ortaya çıktı.
Devrimlerle Eksi Rejimler yıkılınca, bundan sonra kim yönetecek
sorusu gündeme geldi. Kesin olan şey şu idi ki, artık soylular sınıfı ve
kral yönetmeyecekti... O zaman geriye
yönetmeye aday iki unsur kalıyordu: Burjuva sınıfı ve ezilen/sömürülen
yoksul çoğunluk... Eğer yoksul çoğunluk [halk] yönetirse, bu mülk sahibi
burjuva sınıfının ayrıcalıklı konumunun sonu olurdu. O halde ezilen ve
sömürülen tarafın bastırılması, ezilmesi, etkisizleştirilmesi gündeme
gelecekti... Ve ilk yapılan şeylerden biri grevlerin ve sendikaların
yasaklanması oldu. Fransa’da devrimin beşinci yılında [1794] sol kanat
etkisizleştirildi. Emekçi sınıflar lehine gerçekleştirilen sınırlı kazanımlara
savaş ilan edildi. Çiftçilerin ürün fiyatları bastırıldı ve senato ve millet
meclisinden oluşan iki meclisli [ bicaméral] sistem kabul edildi. Senato
soylular ve zengin burjuvalardan oluşuyordu. Millet meclisinde kabul edilen
yasalar senatonun onayından geçmek zorundaydı. Güçler ayrılığı ilkesinin mimarı
Montesquieu, “ halk tek başına yönetmeye yetkin[ehil] değil, bu yüzden
iktidarı profesyonellerin dizayn etmesi gerekir“ [3] demişti. Bu da
zenginler, değilse temsilcileri yönetecek anlamına geliyordu... Bilindiği gibi,
hâkim anlayış, senatoları demokrasinin “sağlıklı” işleyebilmesinin önkoşulu
sayar. Oysa bunun tam tersi doğrudur... Aslında senatolar mülk sahibi burjuva
sınıfının muhafız alayı işlevine koşulmuştur...
Fakat iktidarın yeni sahibi hâlâ durumdan endişeliydi ve Napoleon
Bonapart’ın askeri darbesiyle tehlike bertaraf edildi. Millet meclisi
kapatıldı. Sadece senato açık kaldı. Sansür ve baskı artırıldı. Artık sadece zengin
burjuvaların oy ve temsil hakkı vardı. Bu parası olanın oy hakkına da sahip
olduğu bir durumdu. Ya da formül: temsil=para şeklini almıştı. Bir liberal
demokrasi ilkesi olan: temsil yoksa vergi de yok, yeni durumda oy
yoksa vergi de yok şeklini almıştı... Fakat hâlâ aşılması gereken bir sorun
vardı. Mâlûm, liberal ideoloji bir temsîli sistem öneriyordu. Ve temsîli sistem
de mülk sahibi sınıflar için bir risk unsuru içeriyordu. Eğer halk mecliste
çoğunluğu sağlarsa -ki, normal koşullarda sağlamaması için hiç bir neden
yoktur- mülk sahibi sınıfların ayrıcalıklarını, yani mülkiyet sorununu gündeme
getirebilirdi... İşte bu yüzden yukarda sözünü ettiğimiz çifte meclis [
bicamérisme veya bicaméralisme] sistemi, baskı ve sansür bu riski ortadan
kaldırmak üzere devreye sokuldu...
İngiliz demokrasininin teorisyeni John Locke, “ özel mülkiyetin
mutlak bir hak olduğunu, iktidarın varlık nedeninin mülkiyeti korumak olduğunu”
[4,5,6,7] söylüyordu. ABD’de de anlayış farklı değildi. Dönemin hazine
bakanı Alexandre Hamilton şöyle demişti: “ her toplum bir azınlık ve bir de
çoğunluktan oluşur. Birinci grup zenginlerdir, ikicisi halk çoğunluğudur. Halk
yaygaracı ve değişkendir, istisnai olarak mâkûl davranabilir. O halde birinci
sınıfa açıkça hükümet olma yetkisi tanınmalıdır...” [8,9] Ve “gereği
düşünüldü”, [yerli dedikleri] otokton Amerikalılar yeni göçmenler, okuma-yazma
bilmeyenler oy kullanma hakkından mahrum edildi, yoksullara da seçim vergisi
kondu. Buna bir de kaydolma zorunluluğu eklenince... artık amaç hasıl olmuştu...
Tüm Amerikalıların oy hakkına sahip olması için, XX. yüzyılın ikinci yarısını beklemek
gerekti... Bu gün bile “kayıt” zorunluluğundan dolayı nüfusun yaklaşık %30’unun
oy kullanamadığı söyleniyor... İşte dillere destan Amerikan demokrasisi böyle
bir şey... Bir fikir vermek için, senato üyelerinin yarıya yakını
milyoner...
Kaleyi içerden fethetme perspektifi bir
yanılsamaydı...
1948 yılında genel oy hakkı ve başka ekonomik ve sosyal haklar için
Fransa’da başlayan devrim, dalga dalga tüm Avrupa’yı sarmıştı. [Şimdilerde
[2011] Arap dünyasını saran devrimlerin, bazı bakımlardan 1848 Avrupa
devrimlerine benzediği söylenebilir...] Gerçi devrimler her yerde kanla
bastırıldı ama mücadele durmadı, genel oy hakkı mücadelesi kaldığı yerden devam
etti. İşçi hareketi başarıya giden yolun, işçilerin iş yerlerinde sendikalar
şeklinde örgütlenmesinden, egemen burjuva sınıfına karşı politik mücadeleyi
başarıyla yürütebilmek için işçi partilerinin [sosyalist-sosyal demokrat]
kurulmasından, bir de ideolojik köleliğin, gönüllü kulluğun tahribatını ortadan
kaldırmak için ideolojik alana müdahale edecek gazeteler, kitaplar, dergiler,
broşürler... yayınlanmasından geçtiğine karar verdi.
Örgütlenme, sendikalaşma, girişimleri şiddetle ezildi. Militan öncü
işciler katledildi, işkenceye mâruz kaldılar, işsiz ve aç bırakıldılar...
Velhasıl sendikaların varlığının tanınması hayli zaman ve mücadele gerektirdi.
Genel oy hakkı yasağıyla da işçi partilerinin, sosyal demokrat partilerin
etkinlik sağlaması zorlaştırıldı. Genel oy hakkı zorlu mücadeleler ve büyük
bedeller pahasına kazanılabildi. Zaten yakın zamanlara kadar kadınlar denklemin
dışındaydı...
Netice itibariyle sendikaların bürokratlaşıp, yozlaşıp, sistemin bir
parcası haline geldiği, ufkunun düzen içi mücadeleyle sınırlandığı, çeşitli
yöntemlerle sol siyasi partilerin etkisizleştirildiği, mücadeleyi düzen içinde
kalarak sürdürme tercihi yaptığı koşullarda, artık rahatlıkla “temsîli
demokrasiden”, “Batı demokrasisinden” söz edilebilirdi... İşçilere grev ve
toplu sözleşme hakkının ve genel oy hakkının tanınması, bu kesimlerin tehlikeli sınıf olmaktan çıktığına kanaat
getirildiğinde mümkün oldu... Adım adım işçi hareketi ve politik işçi
muhalefeti burjuva düzeninin bir parçası, bir “iç muhalefet” haline getirildi
ve asıl amaca yabancılaştırıldı... Daha sonra sol siyasi partilerin sistem içi
örgütler haline getirilişine bir tepki olarak ortaya çıkan komünist partileri
de benzer akibetten kurtulamadılar. [ Bu önemli sorunun tahliline burada
girmemiz mümkün değil]. İşçi hareketinin burjuva düzenini aşmasının olmasza
olmaz koşulu, radikalliğinden asla ödün vermemesine bağlıydı... Oysa düzen içi mücadeleye fit olan sol siyasi
partiler, bırakın radikal bir politika yürütmeyi, burjuva hükümetlerine
katılarak, halk düşmanı anti-sosyal politikaların uygulayıcısı, velhasıl suç
ortağı oldular... Varlık nedenlerine ihanet ettiler. Bir bütün olarak işçi
hareketi ve sol hareket, fethetmek üzere girdiği kalede rehin kalmıştı... Daha
önce de defaaten yazdığım gibi, aslında “temsîli demokrasi” veya “Batı
demokrasisi” denilen, gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanmıştı...
Şimdilerde “sol partilerin” mecliste çoğunluk sağlayıp iktidar olmasının artık
hiç bir kıymet-i harbiyesi yok... Zira, diğer burjuva partilerinden adları
dışında bir farkları kalmadı...
Oysa, ağzını açan her politikacı, her akademisyen, her gazeteci, her
“konunun uzmanı”, her zengin “sanatçı”, Bu sorunların çözüm yeri
parlamentodur” diyor... Oysa bu seçkin zevatın bilmediği, asla bilmek de
istemeyeceği bir şey var: Kapitalizm çağında ezilen ve sömürülen sınıflar
lehine elde edilmiş ne kadar kazanım varsa [ seçme ve seçilme hakkı, sekiz
saatlik işgünü, çoçuk işçiliğinin yasaklanması, işssizlik yardımı, aile
yardımı, vb.] hepsi parlamento dışında, işyerlerindeki, sokaklardaki,
meydanlardaki, yani arazideki mücadeleler
sonucu gerçekleşmiştir... Hem demokrasiyi engellemek amacıyla oluşturulmuş bir
işleyişin parçası olacaksınız ve hem de ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir
şeyler kazanmayı umacaksınız... bu mümkün değildir. Özetlemek istersek, eğer
sosyal, ekonomik, politik alanda bir takım kazanımlar elde edilmişse, bunlar
parlamentolar sayesinde değil, parlamentolara rağmen elde edilmiştir...
Medyanın manzarasına gelince, medya artık bütünüyle mülk sahibi sınıfın tek yanlı
hizmetinde bir iktidar aracına dönüşmüş bulunuyor...
Türkiye’de ne oldu? Nasıl oldu?
Yakın zamanda konunun uzmanı bir profesör, bir televizyon kanalında, “Türkiye’nin
137 yıllık demokrasi tecrübesi var” diyordu. Aslında ikiyüzlülüğü sevmeyen
biri olsaydı: “Çok şükür Türkiye’nin 137 yıllık demokrasiyi engelleme
deneyimi var” demesi gerekirdi... O halde şu yüzyılı aşkın
“demokratikleşme” macerasının ne mene bir şey olduğu sorusuyla devam
edebiliriz. Türkiye’nin “reel” demokrasi macerası Batı Avrupa’dan farklı bir
rota izledi. Bu farklılık da iki nedenle açıklanabilirdi: Birincisi, Osmanlı
imparatorluğunda Batı Avrupa’da olduğu gibi Eski Rejimi [Ancién Régime]
tasfiye edecek bir burjuva sınıfının ortaya çıkmamasıydı [neden ortaya
çıkmadığının anlaşılması önemli olmakla birlikte burada bunu açmamız mümkün
değil]. Bizde, Batı’da olduğu gibi Eski Rejimin geleneksel ideolojisiyle
cepheden bir hesaplaşma gerçekleşmedi. Türkiye’de ne bir aydınlanma ne de bir
modernite devrimi hiçbir zaman yaşanmadı. Devlet aygıtı katında yapılan
reformların, tanzimat ve islahatın asıl amacı yeni bir şey yapmak, Eskiyi tasfiye
etmek değil, Eskiyi sürdürmek, ömrünü uzatmaktı. Üstelik devlet kutsal
sayılırdı. Kapitalizmin azgelişmiş olmasından ötürü sistemi sarsma gücüne sahip
bir işçi sınıfının olmayışı ve demokratik muhalefet zaafı, iktidarın işini
kolaylaştırdı. Ve şöyle bir terslik ortaya çıktı: Devleti takviye etmek, ömrünü
uzatmak amacıyla yapılan düzenlemeler, “ilericilik, demokratikleşme ve
özgürlükler alanının genişlemesi” olarak
sunuldu. Mesela 1876 tarihli ilk meşrutiyet anayasası sayılan Kanun-i Esasi’nin
muhtevası şöyle özetlenebilirdi: Egemenlik padişahındır... Anayasa
Padişahın yetkilerini kısıtlamıyor, bilakis takviye ediyordu... Kanun-i
Esasi’nin 64. Maddesinde: “ Yasalar din buyruklarına [umur-u diniyeye]
aykırı olamaz” deniliyor. Aslında bu Kanun-i Kadime sadık kalınacak
demektir. Dolayısıyla daha baştan yeni yasanın içini boşaltıp, varlık nedenini
ortadan kaldırıyordu... 46. Madde, Meclis üyelerinin padişaha bağlılık yemini
etmesi hükmünü içeriyordu... Velhasıl yasanın asıl amacı demokratik haklar ve
özgürlükler alanını genişletmek değil, devleti takviye etmekti. Kısaca
söylersek, Kanun-i Esasi, bilinen bir anayasadan çok bir padişah fermanından
ibaretti. Zaten ilân edildikten yaklaşık bir yıl sonra [ 14 Şubat 1878] bir
fermanla yürürlükten kaldırılmıştı.
Kanun-i Esasi 1908 Jön Türk
darbesiyle raftan indirildiğinde de amaç kutsal devleti korumaktı. 1923 yılında
Cumhuriyetin ilanı, halkın dahliyle gerçekleşmedi. Öncekiler gibi tipik bir
devlet manipülasyonuydu. Süreklilik söz konusuydu. 1946’da “çok partili
sisteme” geçiş, genel oy ve serbest seçim hakkının tanınması, bir katılım
yanılsaması yaratma amacı taşıyordu. İşleyiş, “yönetenler değişse de
yönetim asla değişmemeli” niyetini ve anlayışını güvenceye alacak biçimde
dizayn edilmişti... Seçimler sadece katılım yanılsaması yaratmak içindi ve
parlamento hep içi boş bir kabuk olmaya devam etti. O kadarı bile yönetici
sınıfı tatmin etmediğinde askeri darbeler peydahlandı... Bu gün de Türkiye’de
yürürlükteki anayasa ve genel yasal// kurumsal çevrçeve ve işleyiş 12 Eylül
askeri darbesinin ürünüdür... Bütün bu zaman zarfında rahatsız edici bir söylem
de hep gündemdeydi: Türkiye demokratikleşiyor... Bunu kimlerin söylediği de
mâlum... Sormazlar mı? Kimin gerçekten demokratikleşmeye ihtiyacı var, kimin
demokratikleşmenin engellenmesinde çıkarı var diye... Şu demokrasi denilen, bir
seçim oyunundan, temsil mistifikasyonundan mı ibarettir? Kullanılan oyun
gerçekten bir karşılığı var mı? Şimdilerde yeni anayasa hazırlığı sürüyor. Eskiler
yeni anayasa yapabilir mi? Yaparsa bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Bizzat
kendisi koyu bir anti-demokratizmin ürünü olan bir meclisin çıkaracağı anayasa
neye benzer? Oysa yenilik sadece bir yasanın ‘yeni’ olmasından ibaret değildir.
Ancak “yeniler” tarafından yapılırsa yeni ve farklı olabilir. Kimse kendini
aldatmasın, 12 Eylül’ün ürünü olan bu meclisten çıkacak bir anayasa bir tek
şeye yarar: Makinayı yağlamak, egemenler blokunu oluşturan oligarşinin
iktidarını takviye etmek ve seyirciyi oyalamak... daha fazlası değil... O zaman
yapılacak şey belli: Temsili demokrasi denilen “reel” demokrasinin ötesine
geçmek... Bunun da kimin işi olduğu mâlûm...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder