"Kompradorlaşmanın hizmetinde bir İslam, emperyalizm için büyük bir nîmet." F.B
Merdan Özüdoğru:
Batı’da daha çok
‘İslam fundamentalizmi’ denilen politik islam neyi ifade ediyor? Bu hareket 19
yüzyıl ve 20. yüzyılın başındaki islâmî akımların bir devamı mı? Yoksa yeni ve
farklı bir şey mi?
Fikret Başkaya
: Dinin [ İslamın] politik amaçlar için
araçlaştırılması kolonyalizmin klasik [doğrudan] versiyonunun tasfiye sürecine
girdiği döneme raslıyor. Zira, emperyalist-kolonyalist Batı, Müslüman
dünyasında seküler-laik rejimlerin ortaya çıkmasını kendisi için büyük bir risk
olarak görüyordu. Milliyetçi-ilerici-sosyalist... rejimlerin önünün kesilmesi
için, arşi-gerici bir islam versiyonu olan Vahâbilik sahneye sürüldü. Aslında
söz konusu operasyon, tam bir ABD-Suudi ortak yapımıydı. Mısır’ın karizmatik
lideri Cemal Abdul Nasır’ın başlattığı hareketi etkisizleştirmek, Mısır’ın Arap
dünyası ve tüm İslam âlemi için bir çekim merkezi haline gelmesini engellemek
için milyarca dolar harcandı. Suudi Vahâbiliği ilerici hareketlerin ve
akımların panzehiri işlevi gördü. Suudiler tarafından İslam Birliği Örgütü bu amaç için peydahlandı. Mesela bu
Birliğin ilk deklarasyonlarından birinde: milliyetçiliğin
Arapların en büyük düşmanı olduğu söyleniyordu... Yine de bu tür çabalar
Nasır’ın karizmasını fazla etkileyemedi. Fakat ‘Arap-İsrail “6 gün savaşı’nda”
Mısır’ın yenilgisinin ardından, gerici Suudi etkisi arttı. Netice itibariyle
politik bir aktör olarak politik İslamın görünürlüğü daha çok 1970’lerin
sonunda [1979] İran devrimiyle ortaya çıktı ama Suudilerin ve İranın politik
islam anlayışları arasında önemli bir fark
vardı. Suudi kökenli politik islam aşırı derecede pro-Amerikan,
pro-emperyalist, pro-siyonist iken, İran [Şii] kökenli politik islam Amerikan
karşıtıydı, anti-emperyalistti...
Tabii teorik/entellektüel kökleri epey
gerilere gidiyor. Dolayısıyla işte Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Raşit
Rida ve onların izinden giden Mısırlı Hasan El Benna, ve ondan etkilenen
Hindistanlı El Ala el Mawdudi ilk örgütlü politik islam örnekleri sayılabilir.
Hasan El Benna “Müslüman Kardeşler” örgütünü 1928’de kurdu. Mawdudi de 1941’de
Cemaat-i İslamî’yi kurdu. Fakat her ikisi de sözde kolonyalizmle mücadele
amacıyla kurulmuşlardı ama her ikisi de sekülarizmi reddediyorlardı. Müslüman
Kardreşler Mısırda anti-kolonyalist ve anayasal bir devlet kurmak için mücadele
eden milliyetçilere, ilericilere karşı çıkmıştı. Batıyı külliyen reddeden ve
köklere, kaynağa dönmeyi [selefilik]
esas alan bir yaklaşım söz konusuydu. “Bizim
seküler, anayasal bir rejime ihtiyacımız yok, Batı’dan alacağımız bir şey yok,
bizim anayasamız Kur‘andır” yaklaşımı geçerliydi. Zaten Müslüman Kardeşler
kurulur kurulmaz İngiliz emperyalizmi tarafından manipüle edilen bir örgüte
dönüştü...
Müslüman Kardeşler daha başta İngiliz Süveyş
Kanalı Şirketi tarafından yapılan bir bağışla faaliyete geçti. Fakat asıl
etkisini artırması, 1950’li yılların ikinci yarısından başlayarak, ABD’nin desteği
ve Suudilerin sağladığı büyük fonlar sayesinde mümkün oldu. Amaç bölgede
yükselişe geçen seküler, milliyetçi, ilerici, sosyalist, komünist hareketlerin
önünü kesmekti. Aslında bu günkü haliyle politik islamın bölge halklarında
filizlenen uyanışı ve anti emperyalist kalkışmayı engellemek üzere ilk defa İngiliz
oryantalistleri tarafından peydahlandığını hatırlamak gerekir. Mesela Mawdudi,
İslamda devletin dinden ayrılamayacağı, dolayısıyla Müslümanların seküler, laik
bir rejim altında yaşamalarının mümkün olmadığı tezini ileri sürmüştü. Oysa,
Müslümanlar ancak Müslüman bir devlette yaşayabilirler tezinin hiç bir inandırıcı
gerekçesi olamaz... Ve bu yaklaşım Hindistan’dan Pakistan diye bir devletin
doğuşuyla sonuçlandı. İngilizler amaçlarına ulaştılar. Hindistanı parçalamayı,
ikiye bölmeyi başardılar...
M. Özüdoğru:
İslamın
laiklikle, sekülarizmle bağdaşmaz olduğu tezinin saçma olduğunu söylüyorsunuz?
F. Başkaya:
Eğer Hristiyanlık laiklikle pekâlâ uyuşabiliyorsa,
aynı şey Müslümanlık için de neden mümkün olmasın? Aslında yukarda söylediğim
gibi, bu tezin mucidi Batılı kolonyalistlerdi, İngiliz oryantalistleriydi.
Laikliğin keşfi insanlık ve uygarlık tarihinde önemli bir ileri adımdır. Zira,
laiklik olmadan emansipasyon mümkün değildir... Amaç, Müslüman dünyanın
emperyalist statüko dahilinde kalmasını sağlamaktır. Ve Müslümanların ancak bir
İslam devletinde yaşayabilecekleri ve laiklikle İslamın bağdaşmazlığı tezi,
başta Batılı bilim “erbabı” tarafından peydahlandı ve sonra da Müslüman alimler
tarafından benimsendi, içselleştirildi ve pratik politikaya tercüme edildi. Ve
sonuç tam bir iflastır... Tarihe baktığımız zaman, din-devlet veya politika - din
ilişkisinin hem çeşitlilik arzettiğini, hem de evrildiğini görürsünüz. Mesela
Hicret Sonrasında, Hz. Muhammed zamanında Medine’de din ile devlet birbirinden
ayrışmamıştı. Ya da politika dinden ayrı değildi. Ama Emevilerden Abbasilere,
Abbasilerden Osmanlılara doğru gidildikçe, din-devlet ilişkisinin mahiyeti ve
modalitesi de değişti ve değişmek zorundaydı... X. Yüzyılda biri çıkıp
Hristiyan toplumlar için laiklik önerseydi her halde linç edilmezse deli
sayılıp timarhaneye kapatılırdı ama 18-19 yüzyılllarda laiklik nerdeyse
herkesin dilindeydi. Bu yüzden bazı dinler laiklikle uyuşur bazıları uyuşmaz
demek saçmadır... Laiklik eğer, bireyin ve toplumun emansipasyonu
[özgürleşmesi] için gerekliyse, demokrasinin vazgeçilmeziyse ki, öyledir, o zaman soru şu olmalıdır: Kimin
laikliğin gerçekleşmesinde çıkarı var, kimin engellenmesinde çıkarı var...
M. Özüdoğru:
O zaman 1970’li
yılların sonunda politik islamın gündemin merkezine yerleşmesinin başlıca
nedenleri neydi? Neden o tarihten sonra önem kazandı?
F. Başkaya:
1910’lu yıllardan başlayarak, Arap Ortadoğusunda ve
bir bütün olarak İslam dünyasında anti-kolonyalist mücadele yükselmekteydi ve
bu hareketler İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle 1950’lili yıllarda
etkin bir politik aktör haline geldiler. Her alanda önemli ilerlemeler
kaydedildi... Bölgedeki emperyalist statüko sarsıldı. Zengin petrol
rezervlerine sahip ve aynı zamanda vazgeçilmez bir jeostratejik ve jeopolitik öneme
de sahip olan bu bölgenin, emperyalizmin “korunmuş
alanı” olmaktan çıkma riski büyüdü. Bu durum karşısında ve yükselen dalgayı
kırmak üzere, ABD ve müttefikleri İslamcıları bütün imkânları seferber ederek
desteklediler. Müslüman muhalefeti bir dalga kıran olarak ilerici-seküler
haraketin karşısına diktiler. Ve bölgedeki ilerici rejimleri etkisizleştirmek için
bir dizi savaş, darbe ve komplololara giriştiler. Suudilerin devasa
petro-dolarlarıyla yaygın bir ‘hayır işleri ağı’ kuruldu. Modernleşmeci ve Kalkınmacı
paradigmanın iflası ve ardından gelen neoliberal politikaların sonucu olan işssizlik,
yoksulluk, iğretilik, marjinalleşme, sefalet, Müslüman Kardeşlerin bu alana müdahale
edip hayır işlerine girişmelerini kolaylaştırdı. İşte gıda yardım paketleri, klinikler,
sağlık, eğitim gibi alanlardaki faaliyetler, bir kitle tabanı oluşturmalarını
sağladı. ABD destekli “Dünya İslam Birliği”
[Muslim World League] 1962’de
kuruldu. Amaç seküler-ilerici- demokratik, sosyalist yükselişin önünün
kesmekti. Aynı şekilde benzer amaçlarla Türkiye’nin de üyesi olduğu İslam Konferansı Örgütü [İKÖ] de1969’da
kuruldu... Bu örgütler aracılığıyla bölgede Vahabi gericiliği güç kazandı. Onu İslam
finans sisteminin kuruluşu izledi ve bu sayede sözünü ettiğimiz bu iki örgüt
etkin hale getirildi. Güya “faizsiz bankacılık” diye bir finans sistemi oluşturdular.
Ve bu bankalar aracılığıyla Müslüman Kardeşler’in Mısır, Pakistan, Kuveyt ve Türkiye’deki
faaliyetleri finanse edildi... Oysa faizsiz bankacılık diye bir şey mümkün değildir.
Besbelli ki, orada tam bir oxymore var.
Yani yan yana getirilmeleri uygun olmayan iki kelimeyi bir araya getirmek anlamında...
İslam Bankacılığının sahneye çıktığı dönem Batı’da neoliberalizmin saheneyi çıktığı
döneme rastlamıştı...
Gerçi Ortadoğu’da monarşiler, krallıklar yıkıldı
ama onların yerine otoriter, anti-demokratik rejimler kuruldu ve zamanla da bu
rejimler tuhaf otokrasilere dönüştüler. Samir Amin’in yazdığı gibi, bu
rejimlerin başlarda halkın gözünde bir meşruluğu olsa da, hiç bir zaman halk sürece
dahil edilmemişti ve bu önemli bir zaaf oluşturuyordu. Gerçek anlamda “sivil
toplumun” ortaya çıkması ve sürece müdahil olması mümkün olmadı... Söz konusu rejimlerin
iflasının ve yenilginin önemli nedenlerinden biri buydu. İkinci ve bence daha önemli
bir neden de, bu ülkelerde ve Türkiye’de hiç bir zaman toplumsal bilince nüfûz
etmiş bir “aydınlanma” ve “modernite devrimi” yaşanmadı... Başka türlü ifade
edersek, geleneksel kültür ve o kültürün bileşenleriyle Batı’da olduğu gibi,
radikal ve cepheden bir hesaplaşma ve aşma yaşanmadı. Bu, söz konusu
hareketlerin önemli bir zaafını oluşturuyordu. Özetlersek, milliyetçi-ilerici-seküler-modernleşmeci-kalkınmacı
paradigmanın başarısızlığı, Politik İslamı kitlelerin gözünde bir çekim merkezi
haline getirdi... Ve bu süreçte ABD ve Suudi Arabistan önemli bir rol oynadı...
1979’da Sovyetlerin Afganistan’a girişiyle bu yöndeki çabalar daha da yoğunlaştı...
M. Özüdoğru:
Politik İslam’ın
yükselmesinde Filistin sorununun bir rolü yok muydu?
F. Başkaya:
Bu önemli bir soru. Elbette ikisi arasında bir ilişki
var. İsrail, dinî-etnik temelli kolonyalist bir devlet. Emperyalizmin bölgedeki
uzantısı. Başka türlü söylersek. Ordadoğu’daki ABD ve Avrupa... Milliyetçi-sol-seküler
hareketin yenildiği ve emperyalist-siyonist cepheye teslim olduğu bir ortamda,
bölgedeki rejimlerin pro-siyonist, pro-emperyalist rejimlere dönüştüğü koşullarda,
Arap halkı, haklı olarak kendini aşağılanmış hisseti ve islamcıların Siyonizm
karşıtı söylemine umut bağladı. Aslında Suudilerin parasıyla “politik faaliyet”
gösteren islamcıların da pro-siyonist oldukları gözden kaçmıştı. Şimdilerde Müslüman Kardeşler Mısırda “iktidarda”...
Siyonist rejime karşı duruşta Mubarek döneminden ne farkları var? Camp-David anlaşmasını reddetdiklerine dair bir demeçleri oldu
mu? Eğer orada Siyonist devlet kurulmamış
olsaydı, acaba politik islam diye bir şey ortaya çıkar mıydı? Bunu söylemek zor
ama bir çok şeyin farklı olacağı kesin. Kimbilir belki o zaman politik islam
marjinal bir hareket olmanın ötesinde bir varlık göstermeye bilirdi... Zira, bölgede
Siyonist devletin varlığı, siyonist-kolonyalist işgalin devam etmesi, Arap
halklarının kendi ayakları üzerinde durmasını engelledi. Bölgede çatışmalı
durumun sürmesi, Amerikan uşağı otokratik rejimler için uygun bir zemin yarattı
ve o rejimlerin uzun ömürlü olmasını sağladı. Dikkat edilirse, İran ve Suriye
hariç, nerdeyse bölgedeki tüm rejimler siyonist rejimin müttefiki. Tuhaf bir şekilde
bu durum Siyonist rejimin işini kolaylaştırıyor... Bu durum aynı zamanda gerici
dinci akımlara da uygun bir zemin yaratıyor. Dolayısıyla, bağımsız ve gerçek
bir Filistin devletinin kurulması, bölgedeki İslamcı akımları ve haraketleri de
zayıflatacaktır...
M. Özüdoğru:
Politik İslamın özgün
bir ekonomik-sosyal programı var mı? Başka türlü sormak gerekirse, kapitalizmin
ortaya çıkardığı sorunlara bir çözüm önerme yeteneği var mı?
F. Başkaya:
Politik İslamın o tarakta bezi yok. Sen çözümü geride
ararasan, köklere dönmenin mümkün ve gerekli olduğunu söylersen, bu benim hiç
bir çözüm yeteneğim yok demektir... “Her sorunun cevabı ismamda var, Kur’anda var
demenin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Kapitalizmi, onun neoliberal
versiyonunu asla sorun etmiyor. Kapitalizmi insanlığın normal hali sayıyor.
Emperyalizm diye bir derdi de yok. Zaten kapitalizmi sorun etmeyenin
emperyalizm diye bir derdi olması mümkün değildir. Neoliberalizmle tam bir uyum
içinde, özelleştirmeci, devletin ekonomik ve sosyal alanda sorumluluk almasına
karşı, velhasıl tamı tamına neoliberal reçetenin şampiyonu... Mesela işsizliği
ve yoksulluğu sistemin bir kusuru saymıyor... Gelir dağılımındaki aşırı
dengesizliği şeylerin normal hali olarak
görüyor. Bu konudaki yaklaşım kabaca şöyle: Allah
istediğini ödüllendirir, istediğini cezalandırır. Bu tür safsatalar Kur’an
ve hadislerden yapılan alıntılarla da destekleniyor... Velhasıl tam bir ikiyüzlülük
geçerli... Samir Amin, politik İslam için neoliberal
teokrasi diyor ki, bu adlandırma bana son derecede uygun görünüyor. Velhasıl
islamî soslu bir teokrasi ki, böyle bir hareketin Müslüman Arap Ortadoğusu
halklarına ve diğer Müslüman halklara teklif edeceği birşey olamaz. Çözümü değil,
çözümsüzlüğü temsil ediyor. Dolayısıyla demistifiye edilmesi, teşhir edilmesi,
mahkûm edilmesi gerekiyor...
M.Özüdoğru:
ABD ve müttefikleri
“ılımlı islam’ı tercih ediyor görünüyor. Sana göre ılımlısıyla radikali arasında
ne fark var? Sonuçta ikisinin de arkasında ABD ve Avrupalı müttefikleri yok
muydu? Ya da bu ikisi arasında ayrım yapmak ne kadar anlamlı?
F. Başkaya:
Başlarda İslamcı hareketleri destekleyip manipüle eden
İngiltereydi, Soğuk Savaş döneminde nöbeti ABD devraldı. Aslında bu ikisi arasında
kayda değer bir fark yok. Bunlardan hangisinin nerede, ne zaman, nasıl sahaya sürüleceği
daha çok emperyalizmin konjonktürel ihtiyaçlarına göre belirleniyor. Mesela
Taliban’ı yaratıp destekleyen ABD ve Suudilerdi. ABD Talibanı “özgürlük savaşcısı”
olarak görüyordu... Çünkü Taliban Sovyetler Birliğine ve Afganistan’daki seküler
rejime karşı savaşıyordu. Amaç hasıl olunca onu “terör örgütü” ilan etti ve Afganistan’a
savaş açmanın gerekçesi yaptı... Her iki versiyon da islamda bir yenilenme, bir
reform ve yeni bir yorum önermiyor. İslamın temel metinlerinin çağın ihtiyaçlarıyla
uyumlandırma çabası söz konusu değil. Oysa, ictihâd yolunun açık olduğu dönemde
İslam toplumları büyük ilerlemeler kaydetmişti. Moğol istilasınının neden olduğu
yıkımın ardından içtihâd kapısı kapanınca, İslam da kendi içine kapandı. Dolayısıyla
8 yüzyıllık bir rötar söz konusu diyebiliriz... Bu yüzden tüm islâmî akımlar
reel dünyanın, çağın, çok gerisinde kaldı. Oysa, değişen dünyayı, toplumu ve yaşamı,
değişmeyen, donmuş, geride kalmış, köhnemiş yöntem ve araçlarla anlamak,
bilince çıkarmak, dönüştürmek mümkün değildir. Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki
çocuğun ceketini giyidirebilir misin? Tarihte geriye dönüş mümkün değildir, üstelik
arzulanır bir şey olması da gerekmiyor!
Aslında söylem farklılığına rağmen, politik
islamın iki versiyonu da aynı şey. Müslüman toplumlarını içine hapsoldukları geriliğe
ve komprador statüye
mahkûm etmek... Tunus’a, Mısır’a bak anlarsın... Radikal versiyon toplumu terörize
ediyor, destabilize ediyor, istikrarsızlaştırıyor, devleti işlemez hale
getiriyor, insanları bezdiriyor ve komprador “ılımlılar” nöbeti devralıyor ve
her şey kaldığı yerden devam ediyor. Bir bakıma ikisi arasında tuhaf bir işbölümü
ve tamamlayıcılık söz konusu. “Radikaller” “ılımlıların” önünü açıyor. Ve tabii
böyle bir operasyon emperyalist kampa neoliberal politikaları dayatma imkânı
veriyor ve bu ülkelerin komprador sosyal formasyonlar olarak kalmalarını sağlıyor...
Dolayısıyla “ılımlısı”, “radikal” olduğu söylenenden daha tehlikeli... Başta da
söylediğim gibi, ister “ılımlı”, ister “radikal” olsun, sonuçta söz konusu olan
ilkel cemaatçilikten başka bir şey değil.
Asıl amaç da dini [İslamı] komprador kapitalizmle uyumlandırmaktan ibaret. Tabii
İran’daki durum nüanse etmeyi gerektiriyor. Zira orada anti-emperyalist bir
damar hâlâ etkili. İran emperyalizm karşıtı bir Güney ekseni için mücadele ediyor ki, bu olumlu bir şey... Tabii bu
onun bir teokrasi olmadığı anlamına gelmiz... Mısır’da, Tunus’da, yapılan ve yapılmak
istenen bu... Kompradorlaşmanın hizmetinde bir İslam, emperyalizm için büyük
bir nîmet.
M. Özüdoğru: Bir halk devrimiyle
otokratik rejimi yıkmış, diktatörleri başından atmış Tunus ve Mısır halkları
politik islamla [Müslüman Kardeşler] yola devam etmeye razı olur mu? Aksi halde
devrimi politik islamcı gericiler için mi yaptılar...?
F. Başkaya:
Devrim kaldığı yerden yoluna devam edecektir. İnsanlar
diktatörlere neden başkaldırdı? Başkaları gelsin aynı şeyi başka bir söylem ve
görüntüyle sürdürsün diye mi? İnsanları ayaklanmaya iten nedenler ortadan
kalkmadığı sürece, yeni efendilere asla
evet demeyeceklerdir. Fakat bizde ve belki dışarda da devrimlerle ilgili saçma
bir anlayış geçerli... Sanılıyor ki, şu devrim denilen sabah başlayıp akşam
biten bir şey... Eğer öyle olsaydı, işler çok kolay olurdu. Devrim bir süreç,
bir hamlede gerçekleşen bir şey değil. Yenilgiler/zaferler, inişler /çıkışlar,
yükelişler/düşüşler, moral bozuklukları/ yedinen yeşeren umutlar... üzerinde
yol alıyor... Tarihteki devrimler de bu işin öyle olduğunu gösteriyor. Diktatörleri
devirmeyi başaran emekçi halk kitleleri, aynı şeyi başka adlar ve söylemlerle sürdürmek
isteyen pro-emperyalist, komprador, neoliberalizme teslim olmuş gerici
dincileri de devirmesini bilir eblette...
M. Özüdoğru:
Eğer söylediğiniz
gibi, politik islamın varlık nedeni ve misyonu Müslüman toplumları
emperyalizmin sultası altında tutmaksa, onların kendi ayakları üzerinde durmasını
engellemekse, kompradorlaşmanın hizmetindeyse, bu hareketin geleceği hakkında
bir öngörüde bulunulabilir mi?
F. Başkaya:
Eğer bir rejim, meydan okumalara cevap veremiyorsa,
sorunları çözmek şurda dursun daha da büyütüyorsa, insanların belirli bir eşikten
sonra öyle bir statüye, öyle bir kepazeliğe ve aşağılanmaya daha fazla
katlanmaları mümkün değildir. Her birinin durumu farklı olsa da “Arap Baharı”
denilen dalga aslında kitlelerin bu duruma itiraz ettiklerini açığa vurmaları
demek. Elbette hiç birinin durumu diğerine benzemese de hepsinde ortak olan,
mevcut status quo’ya itirazın yükselmesidir.
M. Özüdoğru:
Söz konusu
isyanların ve kalkışmaların ABD tarafından peydahlanıp, manipüle edildiklerine
dair iddialar var!
F. Başkaya:
Tunus’daki isyanı ABD, Fransa, İngiltere peydahladı
demenin bir inandırıcılığı olabilir mi? Açık olan şuydu ki, emperyalist kamp
orada hazırlıksız yakalandı. Beklenmedik bir sürprizle karşılaştılar ve bir şaşkınlık
döneminin ardından harekete geçtiler. Artık otuz-kırk yıldır iktidarda olan
otokrasilerin günü dolmuştu. Halk o rejimlerde yaşamak istemiyordu. Rejimlerin
de “kullanım süresi” dolmuştu... Zaten devrimler de böyle zamanlarda ortaya çıkıyor...
Geçişi yönetmek ve gerçek bir kopuşu engellemek üzere harekete geçtiler ama söz
konusu isyanları bir emperyalist oyunu saymak sadece saçma değil, otokrasiye
direnen halk kitlelerine de haksızlıktır, saygısızlıktır... Mısırda 2007’den
beri işçi eylemleri büyümekteydi ve insanlar Tahrir meydanına ABD’nin emri ve
komutası altında, Bayan Clinton’nun hatırı için çıkmadılar. Kitlelerin
otokrasiye karşı ayaklanması ayrı şey, emperyalistlerin onu asıl amaca yabancılaştırmak
için bir dizi manipülasyona, oyuna ve hileye baş vurması ayrı şey... Şimdilerde
ABD, Mısır’da, Tunus’da otokrasilerin yerine “ılımlı islamı” ikâme etmeye çalışıyor
ama “ılımlı islam” kitleleri daha ne kadar oyalayabilir ki? Tabii Libya’da ve
Suriye’de durum her ikisinden de farklıydı. Orada daha baştan bir “rejim değiştirme”
planı devreye sokuldu. Otokrasilerin düşmesinden sonra onların yerine kurulacak
emperyalist destekli rejimler birer kaos rejimi olabilirler, eğer onlara “rejim”
denirse tabii... Netice itibariyle
bundan sonra artık hiç bir şey eskisi gibi olamaz... Bölge yeni bir döneme
girmiş bulunuyor. Dolayısıyla, on yıllar sürecek yeni bir bağımsızlık, özgürlük,
eşitlik, adalet ve demokrasi, sosyalizm mücadelesinin başladığını söyleyebiliriz...
M. Özüdoğru:
Türkiye’de Necmettin
Erbakan’ın ilk defa197’de Milli Nizam Partisiyle politika sahnesine çıkan
islamcı hareket, 1970’li yıllarda koalisyon ortağı olarak hükümetlere dahil
oldu. 1980 askerî darbesinden sonra Özal’ın ANAP’ının dört eğiliminden biriydi.
Daha sonra 1996’da tekrar bir koalisyonla iktidar olduktan sonra, onun “ılımlı”
versiyonu olan AKP, 10 yıldır tek başına iktidar... Türkiye’de politik islamın
durumuna dair neler söylemek istersin?
F. Başkaya:
Türkiye’de politik islamın [İslamcılığın] ortaya çıkışı
ve evrimi diğer Müslüman ülkelerden farklı bir rota izledi. Türkiye’de merkezi
otorite her zaman dini yakın takibe aldı. Dinin göreli özerklik alanını hep
daralttı. Dolayısıyla, din bir devlet dini olarak varoldu. Sadece Diyanet İşleri
Başkanlığı vasıtasıyla dini denetim altına alıp manipüle etmedi. Tarikâtları,
dini cemaatleri de yakın takibe aldı. Zaten cemaatler farklı bir şey önerecek,
farklı bir şey yapabilecek kabiliyetten yoksundular. Dinde bir yenilenme akıllarının
ucundan bile geçmedi. Her zaman devleti ve yapılanları kutsamakla meşguldüler. İtirazları
“yapılanlara değil, yapanlaraydı”... Hiç bir toplumsal soruna dair özgün görüş
ve öneri ortaya koymadılar, zira öyle şeyler yapmaktan acizdirler. Dolayısıyla
devletin destekcisi olarak kaldılar. İçlerinden Müslüman dünya’da isim yapmış,
ilgi görmüş tek bir şahsiyet bile çıkmadı. Devleti kutsayan, devlete eklemlenmiş,
emperyalizm yanlısı bu cemaatlerin çapı ortada. Nurculuk ve ondan türeyen diğerlerini
yakından incelersen, devleti ve emperyalist statükoyu kutsamak dışında bir şey
yaptıklarını göremezsin. Aslında bizde de politik islam başka yerlerde olduğu
gibi, yükselen demokratik-ilerici-sosyalist hareketin önünü kesmek üzere
sahneye sürüldü. Arkasında devlet, ABD, Suudi Vahabiliği ve parası vardı.
Bilindiği gibi, Suudi Arabistan’ın çağ dışı, gerici, karanlıkçı rejimi, yaklaşık
60 yıldır “resmi şeriat sponsorluğu” yapıyor. İslam ülkelerine ve Batı Avrupa,
ABD, vb. akan milyar dolarlarla eğitim kurumları, gazeteler, televizyonlar, yayın
evleri “düşünce kuruluşları”, vb, ya oluşturuluyor
ya da mevcut olanlar destekleniyor... Nasır’ın ölümünden sonra [1970] Suudiler,
Mısır’a her yıl 2,5 milyar dolar para akıttılar ve meyveleri ortada... Suudilerin
sadece Avrupa’da cami yapımı için 45 milyar dolar harcadığını kaç kişi biliyor?
Suudi Arabistan Avrupa’da 1500 camii ve “İslam Merkezi”, çeşitli adlar altında
2000 adet kurum oluşturdu... Bizdeki politik islam da diğerleri gibi tam bir
gericiliktir ama devletin yakın takibi altında bir gericilik. AKP o gericiliğin
neoliberal versiyonudur sadece...
M. Özüdoğru:
AKP demokrasiyle
laikliğin uygun bir sentezi sayılıyor ve diğer Müslüman ülkeler için de bir model
olarak sunulmak isteniyor!
F. Başkaya:
Demokrasi ancak laik bir rejimde mümkünkür. Eğer dini
kamusal alanın, politika alanının dışına çıkarmazsan, orada demokrasiden söz
etmek abestir. Demokrasi ancak din, kimliğin bir unsuru değilse mümkün
olabilir. Kamunun [politikanın] dine müdahale ettiği, karıştığı yerde laiklik
bir retorik haline gelir ve demokrasinin de içi boşalır. Bir de Batı’daki
Hristiyan demokrat partilerle bizdeki dinci partiler arasında bir benzerlik
olduğu izlemini yaratılmak isteniyor. Batı-Hristiyan toplumları çoktan laikliği
temel bir ilke olarak benimsemiş durumda. Orada Hristiyan demokrat partiler mümkündür
ama bizde öyle bir durum söz konusu değil. Batı’da bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı
benzeri kuruma sahip, zorunlu din dersi olan bir devlet var mı? Laik bir ülkede
Diyanet İşleri Başkanlığı [ doğrusu din işleri bakanlığı] diye bir şey olmaz. O
kaynaklar neden sağlığa, eğitime, sosyal hizmetlere, alt-yapıya, kültüre,
bilime, sanata, vb. harcanmıyor. Bu durum neden sorun edilmiyor. Aslında Türkiyedeki
rejim diğerleri için bir model olamaz ama Türkiye’nin başka bir modele ihtiyacı
olduğu kesin.
M. Özüdoğru:
Son olarak, Türkiye’de
dinin bu günkü durumunu nasıl görüyorsun ve Latin Amerika’daki gibi bir İslâmî özgürlük teolojisinin [ özgürlakçü
bir fıkıh diyelim] mümkün olduğunu düşünüyor musun?
F. Başkaya:
Şimdilerde din alanı tam bir sanayiye dönüşmüş
durumda. Artık gerçek anlamda inançla bir ilgisi var mı, tartışmalı... Din, sömürünün,
kamu kaynaklarını yağmalamanın, insanları köleleştirmenin-alıklaştırmanın bir
aracına dönüştü. Tam bir şov malzemesi haline geldi. Çok yakında cami varken
yolda namaz kılıyorlar. Bunun şov yapmak dışında bir nedeni olabilir mi? İftar
sofraları tam bir şov haline dönüştü. İsraf, şatafat, şımarık tüketim artık
dine boyanarak yol alıyor... Adam bütün gün yalan söylüyor, sabahtan akşama
insanları dolandırmak, aldatmak için her yolu deniyor, bakıyorsun oruçlu... O
zaman oruç belirli bir ‘yaşam biçiminin’, “modanın” aracı haline gelmiş
demektir. Bir modele uyum sağlamanın aracı yani... Avrupa’da “helâl gıda” diye
bir şey peydahladılar ve birileri milyonlarca doları götürüyor... İyi de
insanlar daha önce haram gıdalarla mı besleniyordu? Son yirmi yılda her
kelimenin önüne “sürdürülebilir” niteleme sıfatının konduğu gibi, politik islam
cephesinde de her kelimenin önüne “islam’ın” ekleneceği anlaşılıyor... Mesela İslâmî
bisiklet önerenler var... Kapitalizm her şeyi çürütüyor, dejenere ediyor, içini
boşaltıyor ve kendi suretinde yeniden yaratıyor. Eğer bu her şeyin içinde din de varsa ki, vardır, o zaman kapitalizmin dini
de kendine benzetttiğini söylemekte bir sakınca yoktur... Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir...
Sorunun ikinci kısmına gelince, referansı
kutsallığa da dayansa, din de son tahlilde bir ideolojidir. Bir ideolojinin
referansı kutsal da, seküler de olabilir. Bu da demektir ki, yoruma tâbidir. İbn-i
Haldun: “Halk hükümdarının dîni üzredir” demişti. Velhasıl halkın dini hükümdarın
dinidir, egemenin dinidir, efendinin dinidir... Bu gerçeği görmezlikten gelmek
olur mu?.. Dinin gerici, karanlıkçı, anti-demokratik, özgürlük, eşitlik ve
adalet karşıtı bir yorumu mümkün olduğu gibi, tam tersi de, özgürlükcü, eşitlikci,
adaleti esas alan bir yorumu da pekâlâ mümkündür. Eğer ikinci yol geçerli
olursa, din bir özgürlük teolojisine dönüşür. Eğer yaptığın dinî yorum,
ezilenleri, sömürülenleri, aşağılananları, mazlumları gözetiyorsa, islami bir özgürlük
teolojisinin de yolu açılmış demektir. Bunu Hristiyan-Katolik din adamları başardığına
göre, Müslümanların da başarması neden mümkün olmasın? Soru şu: Allah kimin yanında?
Ezenlerin-sömürenlerin, zalimlerin tarafında mı, yoksa ezilenlerin- sömürülülenlerin,
mazlumların yanında mı? Eğer ikincilerin yanındaysa, öyle olduğu düşünülüyorsa,
al sana İslamî özgürlük teolojisi.
Sen, Sudanlı Şeyh Mahmut Muhammed Taha’nın, İslamın İkinici Mesajı adlı eserinin Türkçe
çevirisini okudun. Ben de Fransızca çevirisini okudum. Ve üzerinde uzun
sohbetlerimiz oldu. Mahmut Taha bir “İslamî Özgürlük Teolojisi” öneriyor. Ama
acaba Türkiye’de politik islamcı taife içinde onun adını bilen, bir eserini
okuyan kaç kişi var. Neden Müslüman “entellektüeller” Mahmut Muhammed Taha’ya
sahip çıkmadılar, çıkmıyorlar? Onun Müslüman Kardeşler tarafından idam edilişini
sorun etmiyorlar? Etmezler çünkü o İslamın gerici, anti-özgürlükçü, anti-eşitlikçi,
anti-demokratik egemen yorumunu reddediyordu da ondan... Velhasıl bir orta yol
mümkün değildir. Ya İslamın mevcut statükocu-gerici yorumunu benimsersin ya da
ondan farklı bir yorum geliştirirsin. Ya çürümüş-kokuşmuş, her türlü insânî değere
yabancılaşmış şu sefil düzenden yana olursun, ya da ona karşı olursun... Bu
ikisi arasında bir orta yol mümkün değildir... Çürümüş ve çürüten kapitalizmi
meşrulaştırmaya çalışan bir İslamcı akımın ve hareketin bir kıymet-i harbiyesi
olabilir mi?
M. Özüdoğru:
Kısaca, kapitalist ve resmi ideoloji
abdestiyle kılınan namaz muteber değildir diyorsunuz... Bu güzel söyleşi için teşekkürler.
*. Bu
söyleşi, Merdan Özüdoğru ile 6 tema üzerine yaptığımız söyleşilerin üçüncüsüdür.
“Yalan” adlı kitabın I. Bölümünde yer almaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder