Cemil Gündoğan
Abdullah Öcalan uzun
zamandır beklenen açıklamasını yaptı. Sıcağı sıcağına değerlendirme imkânım yoktu,
biraz gecikmiş olarak ve satır başları halinde sunmak istiyorum. Buradaki düşünce ve iddiaları daha sonra genişçe
ele alma imkânı doğacaktır sanırım.
Öcalan’ın Newroz
konuşmasında dikkat çekici ilk husus, İmralı sürecinin ne tür somut adımlar
içerdiğinden bahsetmemiş olmasıydı. Oysa kitleler, Öcalan’ın aylardır MİT’le
pişirdiği yemeğin ne olduğunu bilmek istiyorlardı. Buradaki gözden kaçırma
ameliyesi, yapılan işin üzerinde dolaşan kuşku bulutlarını arttırmaktan başka
bir işe yaramadı.
Öcalan, konuşmasında,
somut diyebileceğimiz iki tedbir sıraladı:
1-Kürt gerillalar
Türkiye dışına çıksınlar.
2-Suriye ve Irak Kürdistan’ındaki Kürtler, Araplar, Asuriler ve Türkmenler
bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı" yaparak yüzlerini Misak-ı
Milli’ye dönsünler.
Bu tedbirlere
göre, bazı Kürtler dışarı çıkarken bazılarının da içeriye girmesi gerekiyor. Öcalan
bu garip trafiğe “barış” adını veriyor ve bizim de öyle olduğuna inanmamız için
bir dizi kavram sıralıyor: Çanakkale şehitleri, İslam kardeşliği bayrağı,
Kurtuluş Savaşı, 1920 Meclisinin kurucu pratiği vs. Türk-İslam sentezinin
diskurundan aparılmış süfli kavramlar bunlar.
Biraz daha
yakından bakınca bu garip trafiğin ortak paydasının Misak-ı Milli olduğunu görüyoruz.
Muhammed’in, İsa’nın ve Musa’nın adı eşliğinde bize müjdelenen parlak gelecek
Misak-ı Milli’nin güncelleştirilmesinden ibarettir.
Misak-ı Milli (Ulusal Yemin), Osmanlı Meclisinin 1920’de aldığı bir kararın adıdır. Bu
karara göre, Osmanlı Meclisi, bugünkü Güney Kürdistan’ı oluşturan Musul ile Bugünkü
kuzey Suriye’yi ve Suriye Kürdistanı’nı oluşturan Halep vilayetinin Müttefikler
tarafından işgalini onaylamıyor, buraları Türk toprağı sayıyordu. Öcalan’ın
barış mesajına göre, ne olduysa “yıkıcı modernite”nin bu Yemin’e ihanet
etmesiyle başladı. Dolayısıyla yapılacak şey 1920 Meclisinin kurucu ruhuyla Osmanlı
yeminini güncellemekten ibarettir. Öcalan’ın bize barış diye pazarladığı şey
özetle budur.
***
Bütün mesajdaki
bu iki somut öneriye bakınca, Öcalan’ın Newroz mitinginde barış değil aslında savaş
ilan ettiği düşüncesine kapılıyorum. Çünkü barış diye tarif ettiği şey, Irak ve
Suriye Kürdistanı’nın Türkiye’ye katılması veya bağlanmasını vazediyor. Ve bu
tür Yeni-Osmanlıcı bir yayılmacılık bölgesel çatışmalara yol açmadan gerçekleşemez.
Hamidiye
çizgisindeki birkaç kişi dışında bu öneriden barış çıkacağına inanacak Kürt olduğunu
sanmıyorum. Bu planı destekleyecek Kürtler olursa, bunu, savaşı daha fazla
uzatmanın anlamsız olduğuna ikna oldukları için yapacaklardır. Muhtemelen
Öcalan da sorunun farkında ve bu nedenle PKK’yi ve BDP’yi Hamidiye çizgisine
çekmeye çalışan bir diskurla çıkıyor kitlenin önüne.
***
Öcalan’ın
Newroz mesajı, gerçekte, barış denilen şeyden Türk devletinin anladığını özetliyordu.
Öcalan, bir milyon Kürdü Diyarbakır’a toplayıp devletin mesajını bir kez daha
iletmiş oldu. Hepsi bu.
Milyonlarca
Kürdün bu mesaja tepkisi ise Öcalan’ın mesajını okuyan Sırrı Süreyya Önder’i şaşkınlığa
ve daha yüksek sesle onay talep etmeye itecek kadar netti: suskunluk.
Kimse kendisini
kandırmasın, “tarihi” denilen Newroz mesajının yürekleri dağdaki çocuklarında
olan sıradan Kürtlerdeki gerçek karşılığı budur. Yarın çaresizlikten boyun eğebilirler veya
“Yeter artık; itirafçıların kullandığı söylemleri bize bir gün ‘devrim’, ertesi
gün ‘barış’ diye pazarlamanızdan bıktık!” diye PKK’ye çatabilirler. Yarın
bunların ikisi de olabilir, ama bugünkü düşünceleri ve hissiyatları yukarıdaki
gibidir.
***
Türk devleti
Libya’nın istilasından bu yana Ortadoğu politikasını değiştirmiş bulunuyor.
Eskiden İran, Irak ve Suriye’yle birlikte sürdürdükleri statükoyu koruma
politikasından sınırların değiştirilmesini mümkün gören revizyonist bir
politikaya geçtiler. Ama bu politika daha birinci adımda, yani Suriye’de
bataklığa saplandı. Öyle anlaşılıyor ki devlet katında bu bataklıktan çıkmanın
çarelerinden biri olarak Kürtlerin kullanılıp kullanılamayacakları tartışılıyor
ve planlanıyor. Büyük gürültü içinde pazarlanan Öcalan’ın “barış” mesajı, işte bu
planın Türk-İslamcı bir diskur içinde Kürtlere servis edilmesinden ibarettir. Abdülhamit günlerine, o olmazsa İttihat ve
Terakki Cemiyetinin, İslamcılığı aktif bir politika aleti olarak kullandığı günlere
dönelim deniyor: Sünni Türklerle Sünni Kürtler bin yıllık İslam kardeşliği
bayrağı altına birleşsin ve Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek için kafire kılıç
çalsın! Söylenen bu. Newroz konuşmasının devlet erkânından, devletçi
yazarlardan vs. bu kadar övgü almasının nedeni de bu.
Öyle görünüyor
ki, Öcalan da devletin bu dönüşümünde PKK’yi işlevsel kılabilirse kişi olarak
güçlü bir siyasal aktör haline gelebileceğini hesaplıyor. Bir diğer deyişle,
Türkiye sınırlarının dışına çıkarılmış gerillaların Ortadoğu’da Türk devleti
adına vuruşturulmasının karşılığında Türk siyasetinde kendine siyaseten bir yer
edinebileceğini umuyor. Bir süre sonra bu politika “Suriye Kürtlerine yardım”
adı altında piyasaya sürülürse şaşırmamak lazım.
***
Hesaplar kısaca
böyle. Ne var ki bu hesapların tutma şansı yoktur. Çünkü MİT-Öcalan mutabakatı,
hem Kürtlere hak vermiyor, ki bu Kürtlerin tepkisini çekmek demek, hem de
hedeflerini gerçekleştirmeye giriştiği andan itibaren TC ile çatışan Kürtlerin
müttefiklerini arttıracak bir kurguya sahip, ki bu, plana direnecek iç ve dış
güçlerin sayısını arttırmak demek. Bu bir açmazdır.
Barış’ı Misak-ı
Milli’ye eklemleyen devlet politikasının Ortadoğu’da bölgesel çatışmaları
kışkırtmaktan başka bir sonuç doğurmayacağına yukarıda değinmiştim. Bu ise
PKK’nin uluslararası müttefiklerinin sayısını ve kararlılığını arttırmak
demektir. Açmazın dışardaki görüntüsü kabaca böyledir.
İçerideki
duruma gelince şöyle özetlenebilir:
MİT-Öcalan mutabakatı,
Türkiye’deki Sünni İslamla Kürdistan’daki Hamidiyeci çizginin Yeni-Osmanlıcı
bir yayılma stratejisi çerçevesindeki ittifakına dayandırılmıştır. Böyle bir
ittifak, Türkiye’de barışın
gerçekleşebilmesi için ikna edilmesi gereken temel kitlelerden birini oluşturan
Türkiye’deki şehirli orta tabakalar ile liberaller için sadece bir kâbus
olabilir. Böyle bir ittifak gerçekleşirse ilk muhtemel sonuçlarından biri,
Ergenekoncuların CHP’de ipleri yeniden ele geçirmesi olacaktır.
Erdoğan’ın bu
sözde “barış” sürecini kendi başkanlığına bağlamış olması da benzer bir karşı
etki yaratacaktır.
Sözde barış
projesinin Sünni karakteri o kadar açıktır ki, Türk Kürt fark etmez Aleviler de
buna sıcak bakamayacaklardır. Bu proje yürürse “Aleviler Kemalisttir!” diye bağıran
bazı Kürt milliyetçilerinin sözlerinin Kürt Alevileri üzerindeki etkisi de
giderek azalacaktır. Sünni Kürtlerin liderinin İdris-i Bitlisi rolüne soyunduğu
bir günde başka nasıl bir sonuç beklenebilir ki?
Geriye AKP’ye
destek veren Sünni Türkler ile sıradan Sünni Kürtler kalıyor. Birinci grubun bu
sözde barış sürecini sessizce desteklediği doğrudur. Ancak biraz yakından
bakılınca bu desteğin, sadece, planın PKK militanlarının yurtdışına
gönderilmesiyle ilgili bölüme verilmiş bir destek olduğu görülür. Planın
Yeni-Osmanlıcı yayılmacılıkla ilgili kısımlarının da sıradan Sünni Türkler
tarafından aynı şekilde desteklendiğini gösteren hiçbir belirti yoktur.
Benzer bir
durum sıradan Sünni Kürtler için de geçerlidir. Dağdaki çocuklarının sağ salim
eve dönmesi umuduyla Newroz günü Diyarbakır meydanlarına koşan milyonların,
yarın bu plan gereği çocuklarının Suriye çöllerine sürülüp kurda kuşa yem
edildiklerini gördüklerinde de aynı coşkuyla süreci destekleyeceklerini söyleyebilir
misiniz?
***
Kısacası,
Öcalan’ın bizlere barış diye pazarladığı ama gerçekte bölgesel savaş davetiyesi
olan çağrısı çürük malzeme üzerine oturtulmuştur. PKK isterse çok küçük
manevralarla bunun böyle olduğunu dünya aleme gösterebilir. Dolayısıyla burada
tayin edici olan PKK’nin takınacağı tavırdır ve önlerinde iki seçenek
bulunmaktadır:
1- MİT-Öcalan
mutabakatına boyun eğip Türk devletinin Sünni İslam diskuru kullanan Yeni-Osmanlıcı
yayılmacılığında koçbaşı rolü üstlenmek. Bu durumda gerçek bir barış olmaz, MİT-Ocalan
mutabakatı bazı komplikasyonlara rağmen yürür ve Kürtler de öldükleri ve
ölecekleriyle kalırlar.
2- Öcalan’la
kendi aralarına açıktan ilan edilmemiş bir mesafe koyup devlete bu sözde barış
projesinin gerçek sınırlarını hatırlatan bir manevra yapmak; ama bunu “barış
masası”ndan çekilmeden gerçekleştirmek. Bu durumda MİT-Öcalan mutabakatını gerçek
bir barış anlaşmasına dönüştürmenin imkânları doğabilir. Bunun gerçek bir
barışa varıp varmayacağı ise bir kez daha Türklerin tavrına bağlı kalacaktır.
Burada barış
masasında kalmak önemlidir. Kanımca PKK’nin bu pozisyondan ayrılması için bir
sebep bulunmuyor. Zaten kendisi masadan çekilmediği müddetçe AKP’nin veya
Abdullah Öcalan’ın PKK’yi masadan itme imkân ve kabiliyeti de yoktur. Çünkü
Erdoğan’nın ve dolayısıyla AKP’nin kaderi her geçen gün daha fazla MİT-Öcalan
mutabakatının başarısına bağlanmaktadır. Abdullah Öcalan ise ancak arkasında
PKK gibi bir örgüt varsa politik bir aktör olabileceğini bilmektedir. BDP,
PKK’ye karşı açık ve radikal bir tavır almadığı müddetçe, kimse PKK’yi masanın
dışına itmeyi göze alamaz. BDP’nin böyle kritik bir anda PKK’ye dirsek
çevireceğini düşündürecek ciddi bir veri ise bulunmuyor. Tersine, BDP
kadrolarının büyük bölümünün, anadilde eğitimi bile kabul etmeyen bir çözümü
onursuzca bir çözüm olarak kabul ettiklerini biliyoruz. Dolayısıyla PKK ile
BDP’nin MİT-Öcalan mutabakatına karşı menfaatlerinin aynı doğrultuda olduğunu
söylemek abartı olmaz.
Fakat sürecin
kilidi PKK’nin elinde olmasına rağmen PKK mevcut haliyle masada bile bulunmamaktadır.
Esasen ortada gerçek manada bir masa olduğunu söylemek bile zordur. Önerilen
manevra belki bu tuhaf durumu da düzeltebilir.
En açık
terimlerle düşünüldüğünde denklemin kuruluşu böyledir. Bu durumda PKK liderleri
ya Yeni-Osmanlıcı Türk yayılmacılığının Hamidiyeci birlikleri olarak ya da otuz
yıldır her şeylerini bu mücadeleye adamış kitlelerin sözcüleri olarak tarihe
geçeceklerdir. Bu sözleri okuyacak PKK’liler sinirlenmek yerine olup bitene bir
kez daha ve sakin bir kafayla bakarlarsa daha iyi ederler. Çünkü anlatılan iki
pozisyon arasındaki alan sanıldığı kadar geniş değildir.
2013-03-23
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder