Cemil Gündoğan
MIT-Öcalan mutabakatı üzerine
son dönemde kaleme aldığım yazılara gözü ilişen arkadaşların bir kısmı soruyor:
“Süreci destekliyor musun, desteklemiyor musun?” Soru yoğunlaşınca, konuyu öne
almak zorunlu hale geldi.
Tahmin edileceği gibi cevabı
oldukça zor bir soru bu. Çünkü her şeyden evvel “barış süreci” denilen şeyin
tam olarak neleri içerdiğini bilmiyoruz. Bilebildiklerimizin içinde ise barış umudunu
besleyen maddelerin sayısı fazla değil. Buna karşılık ortada bir dizi soru ve
sorun var. Bunların bir kısmı müzakerelerin yürütülüş biçimiyle, diğerleri sürecin
bizzat içeriğiyle ilgilidir. Girişteki soruya cevap verebilmek için bunların
hiç olmazsa en önemlilerini ortaya koyup tartışmak gerekir. Birincilerden
başlarsak.
Görüşmelerin bir tutsak
tarafından yürütülmesi, biçimle ilgili ilk ciddi sorundur. Öcalan, kitlesel
liderliği kanıtlanmış yegâne Kürt politikacısı olarak bir görüşme sürecini
başlatabilir, müzakereler sonucunda bir uzlaşmaya varılırsa Kürtler adına bir
anlaşmaya imza atabilir veya görüşmelerin çıkmaza girdiği dönemlerde ara bulucu
rolü üstlenebilir vs. Bunlar mümkün; ama tutsaklık koşullarında barış
müzakerelerini sürdürmek onun değil, sahadaki güçlerin yapacağı bir şey
olabilir. Çünkü barış, ancak geniş toplumsal kesimler katılıp sorumluluk
alırlarsa kalıcı olabilecek bir şeydir. Bir tutsağın, tam içeriğini bazı devlet
organları dışında kimsenin bilemediği görüşmelerle kotaracağı bir uzlaşmanın böyle
bir katılım ve sorumluluk dağıtma işlemini gerçekleştiremeyeceği açık. İnsanlar,
en kolay, bir işe katılırlarsa sorumluluğunu paylaşırlar.
Denilebilir ki PKK bir lider
örgütü olduğu için barış anlaşması yapmak gibi bütün örgütü bağlayacak işleri
ancak lider yürütebilir, PKK’nin diğer bileşenleri böyle bir angajmana giremez,
onun gerektireceği yaptırım gücünü sağlayamazlar.
Bu, doğru değildir. PKK, dünya
çapında örgütlenmiş, devlet-benzeri bir örgüttür. Yani kabaca bir devlet gibi
çalışır. Onun “devlet kurmak istemiyoruz”
sözüyle popülerleşen devletsizlik söylemine fazla takılmayınız. Bu yöndeki
sözler, bazen gençlik dönemlerinin özgürlükçü romantizmine duyulan özlemin bir
ifadesi, bazen kendilerinin dışındaki sol muhaliflerin gönüllerini hoş etmeye
yarayacak cafcaflı sözcükler, ama en çok da devletin Öcalan’a yasakladığı
ideolojik alanların ve kurguların yerine ikame edilen pırıltılı sözcükler
olarak dile getirilirler. Bu tür sözler PKK’nin bazı eylemlerini kısmen etkileyip
izah etse bile PKK’nin temel siyasi yönelimini belirleyemez, izah edemez. PKK’nin
temel siyasi ve örgütsel yönelimlerini belirleyen, onun silahlı, küresel
ölçekli ve devlet-benzeri bir örgüt olmasıyla ilgili ihtiyaç ve pozisyonlarıdır.
Anılan niteliklerinin bir
sonucu olarak PKK, isterse barış görüşmelerini de liderleri olmaksızın yürütebilecek
bir yapıya sahiptir. Öcalan’ın liderliğinden mahrum kaldıkları yıllarda sağladıkları
örgütsel ve siyasal gelişmenin, Öcalan’ın örgüte pratik önderlik yaptığı
dönemde sağladıkları gelişmeden daha büyük olması, bunun en belirgin kanıtıdır.
PKK’nin Türkiye’de ve Suriye’de sadece son üç yılda sağladığı gelişme bile
Öcalanlı dönemde sağladığı bütün gelişmeyi katlayacak çaptadır. Öcalansız
olarak bu gelişmeyi sağlayabilenlerin, barış sürecini onsuz yürütemeyeceklerini
iddia etmek, ikna edici olamaz. Kaldı ki hem uluslararası denklem hem de
Türkiye’deki iç bölünme, bugün böyle bir şeyi gerçekleştirebilmeleri için PKK’lilere
her zamankinden daha uygun fırsatlar sunmaktadır.
Ne var ki PKK yöneticileri,
bütün bu güç ve pozisyonlarına rağmen Öcalan’ın MİT’le sağladığı ve muhtemelen tamamını
kendilerinin de bilmedikleri bir mutabakatı fazla tartışmaksızın kabul etme
yolunu seçtiler. Onların bu tercihlerinin nedenleri üzerinde uzun uzadıya
tartışılabilir. Bu yazıda bizi ilgilendiren nedenlerden ziyade muhtemel
sonuçları olduğundan buna girmiyorum.
Sonuçları bakımından ele
alındığında, bu tercih bir boyunduruğu ifade eder ve bu, barış adı verilen
sürecin bundan sonraki her aşamasında PKK yöneticilerinin boynunu sıkmak için
kullanılacaktır. Hem de bizzat Öcalan üzerinden. Başbakanın danışmanı Yalçın
Akdoğan’ın Kandil’dekilerden rahatsızlık duyduğu her durumda, “Şimdi Öcalan
dağdakilere bir mektup daha yazar, onlar da nasıl konuşmaları gerektiğini
anlarlar,” mealinde konuşmalar yapması, bu boyunduruğun nasıl işlediğine dair
bir fikir veriyor.
Stratejinin temel
kurallarından biridir: sürecin başında yığınakta yaptığınız bir yanlış, sürecin
sonraki aşamalarında her seferinde biraz daha büyümüş olarak karşınıza dikilir.
PKK yöneticilerinin kendi elleriyle kendi boyunlarına taktıkları boyunduruk da
bu kurala uygun olarak işlemektedir, işleyecektir. Açın bir, bir-buçuk ay
önceki Özgür Politika gazetesinin sayılarını, göreceksiniz ki neredeyse bütün
PKK yöneticileri, o dönemler “Statü kabul edilmeden bu işler konuşulmaz bile!” noktasında
idiler. Ve asgari sınır için çektikleri bu çizgiden o kadar emindiler ki,
Newroz gösterilerinin temasını bile “Kürtlere statü, Öcalan’a Özgürlük” diye belirlemişlerdi.
Aynı yazarların bir de bugünlerdeki yazılarına bakın, “statü” kelimesini artık kullanmadıklarını
görürsünüz. Öcalan, kendilerine “statü türü şeyler önemli değil,” mealinde bir
mesaj yollayınca kızılcık şerbeti içip statü sözcüğünü sözlüklerden çıkarmak
zorunda kaldılar.
Anadilde eğitim talebinin
başına da aynı şey geldi.
Ama en dramatik olanı herhalde
“gerillaların Meclis kararı olmadan dışarı çıkmayacakları” koşulunun başına
gelenlerdi. PKK yöneticileri, çıkış için yasal güvence diye
özetleyebileceğimiz bu koşula o kadar vurgu yaptılar ki sonunda bir tür kırmızı
çizgiye dönüştürdüler.
Niye böyle yaptılar?
Çıkışta güvenlik ihtiyacı,
akla ilk gelen hususlardan.
Çıkışın kanun şartına
bağlanmış olmasını, Öcalan’ın müzakerelerdeki maharetinin belirtisi olarak
algılamış olmaları bir diğer teşvik edici faktör olabilir.
Liderin gerillasına
sadakatine dair bir imaj yaratma gayretini de gözden uzak tutmamalıyız: Statüden
ve hatta anadilde eğitim gibi temel bir haktan bile vazgeçen bir lider,
yoldaşlarının yeni yerlerine güven içinde ulaşabilmeleri konusunda güvenceden
vazgeçmiyorsa bu, onun gerillalarına sadık bir lider olduğunu gösterir. Gerillalara
bu hissi vermek hayli rahatlatıcı olsa gerek.
Fakat Hükümet’in,
gerillaların çıkışıyla ilgili olarak ilk başlarda bir meclis kararından
bahsedip sonraları “bu Meclis’in değil, Hükümet’in işidir” diyerek yan çizmiş
olması, dikkatlerimizi daha klasik bir ihtimale çevirmemiz gerektiğine işaret
ediyor: PKK yöneticilerine, çıkış için yasal güvencenin bir mutabakat maddesi
olduğunun söylenmiş olması ihtimaline. Bu bilgiye sahip PKK yöneticileri,
mutabakat gereği zaten gerçekleştirilecek olan bir şeyi iyice belirtikleştirip PKK’nin
kırmızı çizgisiymiş gibi sunarak PKK’nin statü ve anadilde eğitim konularında zedelenen
imajını kısmen telafi edebilecek küçük bir “zafer” elde etmeyi planlamış olabilirler.
Böyle bir “zafer”, PKK gerillalarının ülkeyi birer suçlu gibi değil de birer özgürlük
savaşçısı gibi terk ettikleri görüntüsünü verebilmek bakımından da yararlı olurdu.
Ne var ki bu hesap da stratejiyle
ilgili anılan prensibin katılığı karşısında tutunamadı: Öcalan, “Çıkış için
Meclis’ten kanun yerine Meclis’te bir komisyon yeterlidir,” mealinde bir mesaj
yollayınca, PKK yöneticileri, cezaevine koşulsuz biçimde tabi olmakla nasıl bir
stratejik hata işlediklerini bir kere daha görmüş oldular.
Hükümetin çıkış için yasal
güvenceyle ilgili anılan manevrası, İmralı sürecinin yürütülüş tarzına yöneltilen
eleştirilerin aslında sadece biçimle ilgili olmayıp doğrudan sürecin içeriğiyle
ilgili olduklarını göstermektedir. Bir tutsakla bir gizli servisin içeriğini bazı
devlet organları dışında hiç kimsenin tam olarak bilemeyeceği müzakerelerle oluşturacakları
şey, gerçek bir barıştan ziyade kapalı kapılar ardında kotarılmış kumpaslar
serisi olabilir. Bir kumpasla kabul edilen bir şeyin takip eden kumpasla inkâr
edilmesi ise bu işin mantığı gereğidir.
***
Bir diğer kuşkulu nokta, İmralı
sürecinin dünyadaki diğer barış görüşmelerinde görülenin tersine yürüyen bir
gelişme seyri izlemesidir. Dünyanın başka yerlerinde isyancı gruplarla onları
ezen devletler arasındaki barış görüşmeleri kural olarak şöyle bir yol
izlemiştir: İsyancı taraf, temsilcisi olduğunu ileri sürdüğü sınıfın, ulusun, dinin,
mezhebin vb. haklarını öne çıkarıp bunlara yasal ve mümkünse uluslararası garantiler
temin etmeye çalışan bir müzakere hattı izlerken; devlet tarafı, konuyu anti-terörizm
perspektifine hapsedip isyancı grubu silahsızlandırmanın teknik ayrıntılarına yoğunlaşan
bir müzakereyi tercih eder. Devletin görüşme masasına oturmasını sağlayan en
önemli faktörlerden biri isyancının elindeki silah olduğundan, isyancı taraf asgari
taleplerini garanti altına almadan veya bu yönde uluslararası nitelikte bir
uzlaşma eğilimi ortaya çıkmadan silah bırakmanın teknik teferruatlarını tartışmaya
girmez. Bu yöndeki tartışmalar, devletin isyancı grubun temel haklarını
karşılamak yönünde adımlar atmasıyla başlar ve karşılıklı adımlarla ilerler.
İmralı görüşmelerinde ise
bunun tersine bir yol tutulmuş görünüyor. Örneğin Hükümet Kürtlerin temel
haklarıyla ilgili hiçbir adım atmadan Öcalan gerillaların yurt dışına
çıkarılmasını emrediyor. PKK’li olsun veya olmasın Kürt hareketi saflarında
sıkça dile getirilen “Yoksa oyuna mı getiriliyoruz?” sorusu, büyük ölçüde buradaki
terslikten besleniyor.
Peki, İmralı’daki görüşmelerden
barış çıkabilmesi için görüşmelerin illa ki dünyadaki barış görüşmelerinde
gözlenen genel kalıba uygun biçimde mi yürütülmesi gerekir?
Hayır, böyle bir zorunluluk
yoktur. Değişik ülkelerde bu iş değişik biçimlerde başlayabilir. Sürecin nasıl başladığından
çok, nasıl yürütülüp nasıl bir sonuca ulaştırılacağı önemlidir. Yanlış başlamış
bir süreç bile bazı koşullarda düzeltilip doğru sonuca ulaştırılabilir.
Bu cümleden olmak üzere
MİT-Öcalan görüşmeleri de pekâlâ Türklerle Kürtlerin barışına götüren bir
başlangıç noktası olabilir. Teorik olarak böyle bir olasılığın varlığı
dışlanamaz. Ne var ki MİT-Öcalan mutabakatından gerçek bir barış çıkarabilmek
için bu görüşmelerin arkasını doğru biçimde doldurmak, alandaki gerçek
aktörleri kucaklayacak bir müzakere sürecine dönüştürmek ve gerçek güç
ilişkilerine uygun bir şekilde neticelendirmek gerekir.
Peki, var mıdır MİT-Öcalan
görüşmelerinin bu tür bir sonuca ulaşabilme şansı?
Uluslararası gözlemcilerin, Kürtleri
yavaş yavaş “Ortadoğu’nun yükselen gücü” kategorisine yerleştirmeye başladığı
bir dönemde, Devlet Kürtlerin haklarıyla ilgili hiçbir adım atmamışken
gerillaları yurt dışına göndermeyi kabul etmenin neresi bu sonuca uygun bir
müzakere olarak adlandırılabilir?
Gerillaların, Kürtlerin
siyasal, toplumsal ve kültürel hakları alanında hiçbir adım atılmadan Türkiye
dışına çıkarılmasına ilaveten bu işin Suriye’de bir çöküş başlamadan evvel
bitirilmeye çalışılması, İmralı süreci üzerindeki kuşku bulutlarını iyice
arttırıyor. Devlet bu iki işi bir arada gerçekleştirmeye çalışınca, kafalarda, onun
Kürtlerle barışmak için adımlar atmaktan çok muhtemel bir bölgesel savaşa hazırlanmakla
meşgul olduğu düşüncesi oluşuyor. Özellikle de Yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın
şifre sözcüklerinden biri olan Misak-ı Milli’nin Abdullah Öcalan tarafından da benimsenip
Kürtler için bir hedef olarak ilan edilmesinden sonra.
***
Yukarıda sıralananlar barış
sürecinin yürütülüş tarzıyla ilgili kuşku uyandıran noktalardan birkaçıdır.
Fakat insanların İmralı sürecinin arkasında Ali Cengiz oyunları aramaları,
sadece işin yürütülüş şekliyle ilgili sorunlardan kaynaklanmıyor. Asıl sorunlar,
İmralı sürecinin doğrudan içeriğiyle ilgilidir. Okurlar uzun yazı sevmediği
için meselenin bu yanı gelecek yazıya kalıyor. Barış süreci denilen projede
neyi destekleyip neyi destekleyemeyeceğimize ancak onları da özetledikten sonra
karar verebiliriz.
2013-04-23