Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se
”MIT-Öcalan
Mutabakatı Nedir, Ne değildir?” başlıklı önceki yazımda, bu mutabakatın,
Türklerle Kürtlerin (Sünni) İslam kardeşliği temelinde Misak-ı Milli’nin güncellenmesini
öngördüğünü ve Türk devletinin güneye doğru büyümesi anlamına gelen böyle bir
projenin barıştan çok savaşı davet ettiğini belirtmiştim.(*)
İsrail-Türkiye
yakınlaşması, bu mutabakatın ilan edilmesinin hemen ertesine denk geldi. İsrailli
kaynaklara göre bu özür, birinci derecede Suriye meselesiyle ilgiliydi. Özür daha
manşetlere tırmanıyorken Suriye’deki süreçten birinci derecede etkilenen ülke
olan Lübnan’da hükümet istifa etti. Onu, Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK) Başkanı
Muaz El-Hatib’in istifası izledi. Bu arada Özgür Suriye Ordusu adlı örgüt, SUK’un
İstanbul’daki toplantısında Suriye’nin
başbakanı olarak belirlenen Amerikan vatandaşı Gassan Hito'yu kabul
etmeyeceklerini açıkladı. İsrail-Türkiye yakınlaşması, Suriye’yle ilgili
taşları bu şekilde yerinden oynatırken ABD ile AB, Öcalan’ın girişimini olumlu
bulduklarını açıkladılar. Ki bu devletler, düne kadar, kamuoyu önünde Öcalan’ın
ve PKK’nin adını sadece terörizm suçlaması yapmak için ağızlarına alırlardı.
Bütün bu gelişmeler, MİT-Öcalan mutabakatının öngördüğü Türklerle Kürtlerin
(Sünni) İslam kardeşliğine dayalı birlik önerisinin bölgedeki saflaşmalarla
ilişkili bir boyut da taşıdığını gösteriyor. Ortaya çıkan verilere bakılırsa
Abdullah Öcalan, PKK’yi ve Kürtleri Amerikan-İsrail-Türkiye hattında bir
yerlere yerleştirmeye çalışıyor.
Bu yöndeki söz ve
girişimlerin değişik türden reaksiyonlar uyandıracağını tahmin etmek zor değil.
İki tanesi hakkında daha şimdiden yazılabilir.
Birinci
reaksiyon, geçmişte sosyalizm ve Sovyetler Birliği şampiyonluğu yapmış ama
Berlin Duvarı’nın çöküşüyle birlikte hızla Amerikancı çizgiye intikal etmiş
olan Kürt siyasetçilerine aittir. Bunların reaksiyonunu ifade edebilecek en
uygun kelime hayal kırıklığıdır. Çünkü bu arkadaşlara göre PKK, olaylara
ideolojik bakan, Stalinist bir örgüttü; Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle doğan
dünyanın niteliğini ve dengelerini doğru okuyamadı ve Kürt potansiyelini
götürüp Saddam gibi, İran mollaları gibi çağdışı güçlerin yedeğine sokup heder
etti. Oysa yapılması gereken, Kürt hareketini sosyalizmden uzaklaştırıp
“demokrasi kampı”na nakletmek, yani Batılı güçlerle ittifak yapmaktı. Doğal
olarak böyle bir nakil ve dönüşümle ortaya çıkacak olan hareketin önderleri de
Öcalan gibi soğuk savaş dünyasının diktatörleri değil, bu siyasi gelişmeleri
çözümleyebilme ferasetini göstermiş kişiler olarak kendileri olacaktı. Bu
arkadaşlar, Abdullah Öcalan’ın tam da onların düşündüğü şeyi yapmaya ve
kendilerinin yerleşmeyi düşündükleri boşluğa kocaman gövdesiyle PKK’yi
yerleştirmeye çalıştığını görünce muhtemelen (bir kez daha) dizlerine vurmuşlardır.
İkinci reaksiyon,
birincisinin içi dışına çıkmış versiyonu olarak tarif edilebilir ve daha çok
kendilerini PKK’ye yakın hisseden Türk solcularına aittir. Bunlara göreyse
Öcalan, bu toprakların görüp görebileceği en halkçı, en demokratik, en
sosyalist… aktördür. Barzani ve Talabani’nin yaptığı gibi Kürt hareketini
emperyalizme peşkeş çekmemiştir. Mahir Çayanların öğrencisidir ve Türk
solcularıyla yaptığı işbirliği, halkların kardeşliği düsturuna olan bağlılığının
bir ifadesidir. Öcalan’ın Türk-İslamcı diskura benzeyen bir söz dağarcığıyla
konuştuğu, Kürt milliyetçilerinin uydurduğu bir iftiradan ibarettir. Öcalan çizgisinde
oldukları müddetçe Kürtler ayrılıkçı milliyetçiliğe rağbet etmeyecek, Amerikan
ve İsrail saldırganlığına karşı bölge halklarıyla aynı cephe içinde mücadele
edeceklerdir.
Öcalan’ın
Newroz’daki konuşması bazı tereddütlere, kırgınlıklara ve kızgınlıklara yol açmış olsa bile Kürtleri Türk bütünlüğü içinde
tutmaya öncelik veren solcular hâlâ umutlarını korumaya ve Öcalan’ı
desteklemeye çaba sarf ediyorlar. Yine de bunun kırılgan ve yamulmaya müsait bir
çaba olduğunu söylemek gerek. Nitekim bu solcuların en azından bir kısmının,
kırgınlık ve kızgınlıklarını, Öcalan’ı ve PKK’yi eleştiren Kürtlere yansıtarak
işin içinden çıkmaya çalıştıklarını görüyoruz. Özgür Politika gibi yayın
organlarında yazan Türklere bakınız, bunlardan bazılarının Kürt
milliyetçilerine karşı normal zamanlarda kullandıklarından daha sert bir dil
kullandıklarını fark edeceksiniz.
Elbette Kürtlerin
tercihlerinden ziyade bizatihi kaderini tayin hakkının kendisini desteklemeye
öncelik veren Türk solcuları da var. Bunların yeni sürece verdiği prensip
desteğini yukardaki tavırdan ayırmak gerekiyor. Böylelerini ayırmak kolaydır: Türk
şovenizminin saldırılarına karşı sadece Türkiye Kürtlerinin haklarını değil, gerektiğinde
Talabani’yi ve Barzani’yi de savunurlar. Sayıları azdır, ama şükür ki yok
değildirler.
***
Yukarıda
özetlemeye çalıştığım iki reaksiyon birbirlerine karşıt olmakla birlikte bir
hayli ortaklık içeriyor. En temel ortaklık noktası ise, iki görüşün de Öcalan’ın
kullandığı diskuru bizzat onun gerçeği olarak kabul eden bir anlayışla
değerlendirme yapmalarıdır. Halbuki diskur gerçeğin yerine geçirilemeyeceği
gibi, Öcalan da değişik dönemlerde değişik diskurlar kullanmıştır. Örneğin, 1970’lerde
deyim yerindeyse “kızıl komünist” bir diskur kullanırdı. Berlin Duvarı çökünce
eski söyleminin rengini seyreltip “pembe sosyalist” diyebileceğimiz bir çizgiye
çekti. 1999’da tutuklanınca Türk milliyetçiliği diskuruna doğru dümen kırdı. Ortalık
biraz sakinleşince “radikal demokrasi” lafına yapıştı. Şu sıralardaysa
modernize edilmiş Hamidiye söylemine doğru yelken açacakmış gibi bir izlenim
veriyor.
Bir kısım Kürt
milliyetçisi ile Kemalizmle olan kan bağlarını kesemeyen Türk solcuları, bütün bu
diskurları, içinde şekillendikleri bağlamlarla ilişki içinde analiz edip
anlamlandırmak yerine, Öcalan’ı, 70’lerdeki söylemine indirgeyip orada
sabitlediler. Bunlar, ideolojik tavırlardı ve gerçeği yakalayabilme şansına
sahip değildi. Nitekim bugün de Öcalan’ın PKK’yi, Türk siyasetinin uzantısı
mevkiinde Amerika-İsrail katarına yerleştirme çabası karşısında şaşırıyorlar.
Oysa Öcalan’ın
Amerika-İsrail-Türkiye hattına yerleştirilmesi girişimi yeni bir olay değildir.
Öcalan’ın yakalandığı dönemde kaleme aldığım yazıları okumuş olanlar, Öcalan’ın
Türkiye’ye teslim edilmiş olmasının, onun Rusya-İran-Irak-Suriye-Libya
ekseninden çıkarılarak Amerika-İsrail-Türkiye eksenine yerleştirilmesiyle
ilgili bir Amerikan operasyonu olduğunu yazdığımı hatırlayacaklardır.(**) Yani Öcalan’ın
Newroz konuşması ile onun hemen ardından gelen İsrail-Türkiye yakınlaşmasının bugün
zihinlerimizde uyandırdığı görüntülerin benzerleri aslında o zaman da mevcuttu.
Ne var ki
siyaseti, olayların ve alandaki aktörlerin birbirleriyle olan ilişkilerine ve bu
ilişkilerin gelişim seyrine bakarak anlamak yerine, bu ilişkilerin çoğu kez
kırılmış görüntülerine ve sözlerine bakarak anlamlandırmaya çalışanlar, bu
görüntüleri fark edememişlerdi. Kürt ve
Türk kanaat önderlerinin önemlice bir bölümü TV ekranlarındaki idam
muhabbetlerinden kalkarak Abdullah Öcalan’ın asılıp asılmayacağını tartışıyorlardı.
Bazı eski Kürt politikacıları da “Öcalan idam edilecek, PKK de dağılma sürecine
girecek, tam bu sıra bir hamle yapıp bir şeyler kapamaz mıyım?” şeklinde
hesaplar yapıyorlardı.
Gerçekte ise
Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinin nedeni onu asmak değildi.
Amaç, Kürt sorununu, o zaman adına “Amerikan destekli Türk çözümü” dediğim bir yolla
çözmek, bu şekilde Türkiye’ye görece istikrar kazandırmak ve Türkiye’yi
Ortadoğu’yu şekillendirme planında kullanılacak operasyonel bir güç haline getirmekti.
Gerçi bu plan, daha sonra birçok
yerinden delindi ve delenlerden biri de bizzat Türk devletiydi. Ama bu kadarı
bile Öcalan’ın, idam edilmek bir yana, nihayet Amerikan denklemine dahil edilmiş
olduğu için aslında uluslararası politik denklemde eskisine göre daha yukarılarda
bir yere yerleştirilmiş olduğunu göstermeye yetiyordu. Bugün MİT’le birlikte
Türkiye’yi büyütme planları içinde gördüğümüz Öcalan, aslında o gün kendisine biçilmiş
olan o görece yüksek mevkiden konuşan ve kendince bir oyun planı kurmaya çalışan
Öcalan’dır.
***
Bütün bunları 14
yıl sonra doğrulanmış olduğumu göstermek amacıyla yazmıyorum. Şu sıralar
yaşanan olayların Kürtlerin geleceği bakımından oynadığı kritik rol, bu tür
bireysel başarı veya başarısızlık öyküleriyle uğraşmayı hepten
anlamsızlaştırıyor. Bunları yazmamın nedeni, yukarıda ele alınan ve karşıt
kutuplarmış gibi görünen kesimlerin değerlendirmelerinin dün olduğu gibi
bugünde sadece diskurdan hareketle oluşturulduğuna dikkat çekmek ve bu yöntem
terk edilmediği müddetçe sürecin doğru anlaşılmasının mümkün olamayacağına
dikkat çekmektir.
Siyasi analiz
yapılırken diskurlar ve bunların harekete geçirici güçleri elbette dikkate
alınmalıdır. Ama bu diskurları üreten veya sahiplenen aktörlerin mevcut güç
dengeleri içindeki pozisyonları, hangi strüktürlerle kuşatılmış oldukları, yüz
yüze oldukları fırsat yapıları, sahip oldukları kaynakların nitelikleri ile
bunları harekete geçirme kabiliyetleri gibi sosyal hareket teorisinin ana
başlıklarını oluşturan kalemlerle bağlantılı biçimde değerlendirilmezse diskur analizi
fazla işe yaramaz.
Bugün sadece
diskurlara dayanan analizler yapmak, bu analizi yapanlarla Öcalan arasında
yaşanacak bir Tom-Jerry oyununa
dönüşmeye mahkumdur: Analizciler, Öcalan’ın bu haftaki sözlerinden kalkarak
onun, diyelim ki Fetullahçıları dışladığını söyleseler, Öcalan gelecek hafta
Fetullah Gülen’e özel selam gönderir. Analizciler, sadece sözlere bakarak
Öcalan’ın Alevileri unutmuş olduklarını ileri sürseler, Öcalan ertesi hafta örgütteki
takma isminin Ali olduğunu hatırlatır… Ve oyun böylece sürüp gider. Dolayısıyla
söylenen sözden öte, o sözün hangi pozisyondan, kiminle ilişki içinde, kimin
sözüne karşı vb. söylendiğine bakmak gerekiyor.
***
Öcalan’ın Newroz
konuşmasında özetlenen yeni sözünü bu çerçevede incelediğimizde, onun, Kürt
hareketini, Misak-ı Milli hedefine kilitlenmiş olarak Amerika-İsrail-Türkiye
katarına eklemeyi tasarladığını görürüz. Bu durumda ihtiyacımız olan şey, alışılagelmiş
bir diskur analiziyle olamaz. Onun da ötesinde, bu dönüşüm önerisini yukarıda
sözü edilen fırsat yapıları ve kaynak mobilizasyonu gibi kriterler noktasından değerlendirmek,
sonra da siyaset felsefesi bakımından böyle bir dönüşümün arzulanıp arzulanamayacağı
üzerine tartışmamız gerekiyor. Bunlardan birincisi, günümüz koşullarında modern
bir Hamidiye beyi yaratmanın fizibilitesiyle, ikincisi ise böyle bir beyliğe
karşı takınılacak ahlaki ve ideolojik tavırla ilgilidir. Ama yukarıdaki özetten
de anlaşılacağı üzere, biz, henüz neyi, nasıl tartışmamız ve değerlendirmemiz
gerektiği konusunda bile ortak bir kanaate sahip değiliz.
Sahiden, Türkiye Kürtlerinin
Amerika-İsrail-Türkiye-Katar-Suudi Arabistan-Ürdün aksına eklenmesi mümkün
müdür? Türkiye Kürtlerinden bahsediyorum. Eğer mümkünse bunun muhtemel
maliyetleri ve kazançları nelerdir?
Son olarak da
böyle bir eklemlenme siyaset felsefesi bakımından ne anlam taşıyacaktır?
Var mı bu
sorulara sistematik bir cevabı olan? Özellikle de PKK açısından?
Yoksa bizim
adımıza MİT ve Öcalan bu sorunları tartışıyorlar demekle mi yetineceğiz?
Bugün bu sorulara
kafa yormayan, yarın Kürtler adı geçen ittifak adına bir koçbaşı olarak Suriye
çöllerine salındığında ne söyleyecek? Söylese bile bu ne işe yarayacak?
2013-04-04
----------------------------------------------
(*) PKK yanlısı bir gazetenin yazarlarından biri, bu tespite “küçük adamlar”
diye başlayan bir küfürnameyle cevap verdi. Bu vatandaşın huyudur; lideri
tarafından hançerlendiği hissine kapıldığı her dönemeçte, hançerin acısını ve
bundan doğan hıncını başkalarına yansıtarak rahatlamaya çalışır. On dört yıl
evvel de böyle yapmıştı. Bugünkü yazdıklarında bir fikir adına bir şey
bulamayınca, bütün küfürlerini ve hakaretlerini sahibine iade etmek dışında yapabileceğim
bir şey kalmıyor.
(**) Bu görüşleri ihtiva eden yazıların bir kısmı Dönemeç Yazıları adlı kitabımda
yeniden yayımlandı (Vate Yayınları, 2011).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder