TOPLUMA KARŞI, TEKELLERDEN YANA GIDA POLİTİKALARI
"Paranın
imparatorluğu tarihteki tüm imparatorluklardan daha büyük..."
Fikret Başkaya: Dün öğleden sonra bir şeyler almak için çıktım.
Küçük bir yeşil soğan demeti yedi liraydı ve almaktan vazgeçtim. Ortalama ücretin
asgari ücret düzeyinde olduğu ve emekli maaşları de ortadayken o küçük soğan
demetini kim alacak? Türkiye'de tarım ve gıda konusuna geçmeden önce dünyadaki
durumla ilgili genel bir değerlendirmeyle başlayabilir miyiz?
Cengiz Başkaya: Gıda fiyatlarında
artış enflasyon oranlarından daha yüksek. Bu durum bazen iklim koşullarına bağlı
olsa da başka etkenler de var. Üretici ile tüketici arasındaki aracı kurumlar
ve kişiler fiyatların artmasına neden olurken birçok ürünün maliyet artışları nedeniyle çiftçiler tarafından üretilemez duruma
gelmesi giderek büyüyen bir sorun.
Dünya ölçeğinde
gıda üretiminin biçimi ve amaçları büyük ölçüde farklılaştı. Bu değişiklikler sözde
insanlığın artan gıda ihtiyacını karşılamak, açlığı önlemek adına uygulanıyor.
Ne var ki açlık ve yetersiz beslenme halen milyarlarca insanın temel sorunu
durumunda. Endüstriyel tarım ve hayvancılık yöntemleri giderek gıda üretim ve
kontrolünü halkların elinden alıp şirketlere devredilmesi sonucunu doğuruyor. Şirket
mantığı maksimum kârı, kazancı esas aldığından
tüm insanların hak ve söz sahibi olması gereken en yaşamsal konuların başında
gelen gıda üretimi ve dağıtımı az sayıda küresel şirketin kontrolüne ve egemenliğine
terk ediliyor. Sözde verim artırmak için geliştirilen teknoloji ve yöntemler küçük
üreticileri borç batağına sürükleyip sistem dışına itiyor. Çitçiler şirketlerden her yıl satın almak
zorunda bırakıldıkları tek tip tohuma, yapay gübreye, kullanılması zorunlu hale
getirilen kimyasallara mahkum edildi. Aşırı
sulama ve enerji kullanımı gerektiren ürün ve yöntemler maliyetleri her yıl
arttırırken üreticiye sağlanan destekler, üretici birlikleri ve tüm düzenleyici
kurumlar küreselleşmenin acımasız araçları olan Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF'nin yaptırımlarıyla yok
ediliyor. Kendi yarattığı yapay krizlerin bedelini tüm insanlığa ödeten finans
sermayesi, trilyonlarca dolar kamu kaynağını kendine aktarmayı ekonominin gereği
olarak savunurken, küçük üreticiye verilecek en küçük desteği serbest rekabete,
pazar ekonomisinin kurallarına aykırı görerek engelliyor.
Patent
altına alınan genetiği değiştirilmiş türlerin ve hibrid tohumların kullanımını yasalar
çıkartarak zorunlu hale getirip, binlerce türün sonsuza dek yok olmasına neden
olmak da kutsal pazar ekonomisinin gereği. Serbest ticaret kılıfıyla yaygınlaştıran
küreselleşme aslında küçük üreticiyi ve küçük ölçekli yerel ticaret alanlarını yok
ediyor. Bir çiftçinin kendi toprak yapısına ve iklimine uygun tohumunu kendi ürününden
ayırıp kullanmasını yasaklayıp, her yıl
küresel ölçekli şirketlerden satın almasını yasayla zorunlu hale getirmek aslında rekabeti yok edip tekelleşmeye götüren bir
uygulama. Serbest piyasa söyleminin sahte yüzünü açığa çıkarıyor.
Gıdanın üretimi
yanında dağıtım mekanizmaları da çok az sayıda tekelin kontrolüne giriyor. Halkın temel gıda gereksinimlerini ülke topraklarında
sağlamak mümkünken, yoksul ülkeler ihracata dönük fakat ithalata bağımlı ürünleri
yetiştirmeye zorlanıyorlar. Bu ürünler de şirketlerin belirlediği düşük
fiyatlarla satılıyor. Tekeller stokladıkları fazla ürünü dünya piyasasında
fiyat kırmak için kullanıyorlar. Gıda en temel insan hakkı olmaktan çıkıp, acımasızca
kazanç sağlama alanına dönüştürülünce bu çelişkiler olağandır.
Yoksul ülkelere
deniyor ki, "Siz buğdayı pahalıya mal ediyorsunuz. Üretmeyi bırakın, daha
ucuza bizden satın alın." Cezayir bu oyuna gelmişti. Buğday üretimi
durdurulunca iş gücünü oluşturan gençler şehirlere göç etti. Üç yıl sonra ithal
buğdayın fiyatı birden yükselince hata anlaşıldı. Tekrar ekim yapılmak istendiğinde
artık kırsal alanda aktif iş gücü yok olmuş, toprak vasfını yitirmişti. Bizde
de bir dönem buğdayı kendimiz üreterek akılsızca davrandığımız, ithal etmekle
kilo başına üçte bir oranında tasarruf
edeceğimiz düşüncesi rağbet gördü ve bazı iktisatçılarımız tarafından ısrarla
savunulmuştu...
Küresel
yağma tüm şiddetiyle sürüyor, Afrika'nın, Güney Amerika'nın verimli toprakları
şirketlere ve büyük servet sahiplerine satılıyor veya kiralanıyor. Yerli
halklar bulundukları topraklardan sürülüyor. Ormanlar zenginlerin aşırı et
ihtiyacını karşılamak için fabrika hayvancılığına yer açmak amacıyla yok
ediliyor. Toprağını henüz kaybetmeyen çiftçiler de tek ürün tarımına mecbur bırakıldıkları
için, verimli toprakların üstünde yaşadıkları halde açlığa mahkum
olabiliyorlar. Hindistan'da yüzbinlerce çiftçi borç batağına düştüğü için
intihar etti ve intiharlar durmuyor. Su kaynakları şirket ve şahıs malına dönüştürülüyor.
Üreticinin tüketiciye doğrudan ulaşmasını
engelleyecek her türlü tedbir alınıyor.
Tekellerin
çıkarlarına uygun olarak biçimlendirilen üretim yöntemleriyle doğallıktan zaten
çıkarılan ürünler maksimum kazanca yönelik pazarlama yöntemlerine uygun hale
getirilmek üzere yoğun işlemlerden geçiriliyor. Şirketler açısından gıdanın sağlıklı
oluşunun tek ölçüsü haftalarca, hatta aylarca bozulmaması. Aslında bu amaçla
yaptıkları işlemler zaten o yiyeceği bozmuş oluyor. Sütü süt, eti et olmaktan çıkarıyor.
Yüksek verim için besi hayvanları doğal olmayan yollarla adeta şişiriliyor.
Hormonlar, antibiyotikler özel yemler ve mutlak hareket kısıtlamalarıyla en kısa
sürede en fazla ağırlığa eriştirip en uygun zamanda kesiliyor. Az sayıda hayvan
yetiştiren ailelere şirketlerin lehine olmak üzere yasaklar getiriliyor. Çoklu üretim
yöntemleriyle kendi yiyeceğinin büyük bölümünü kendisi üretebilecek milyonlarca
aile yiyeceğini pazardan almaya mahkum ediliyor. İnsanlar toprak ananın kucağında
otururken bile aç kalabiliyor.
Halk
sağlığı gerekçe gösterilerek açıkta gıda satışına yasaklar getiriliyor. Üretici
pazarları engellenip kapatılıyor. Ambalajsız gıda satışını engellemek
gerekçesiyle semt pazarları perakende devleri yararına yok edilmek isteniyor.
Artık halkların gıda egemenliği büyük ölçüde ellerinden alındı. Gıda
güvenliğinden bahsetmek de zor. Günümüzde gıda bir insan hakkı olmaktan
çıkarıldı. Su da özelleştiriliyor. Irmaklar hidroelektrik santralları kurma
bahanesiyle şahıslara veriliyor.
Halktan
alınan vergilerle kurulan barajlar, sulama sistemleri şirketlere bırakılıyor.
İçme suyu kaynakları paylaşıldı. Temel bir insan hakkı olan gıdaya ulaşma hakkı
ancak halkların toprağa, suya ve tohuma serbestçe ulaşabilesiyle ve gıda egemenliklerini
ellerinde tutmalarıyla sağlanabilir.
Halen
uygulanan yöntemler her şeyden önce akıl dışıdır. Gıda sistemi çok çürük
temeller üzerine oturtuldu. Günümüzün tarım ve hayvancılık teknikleri doğal ve
geleneksel yöntemler bir kenara bırakıldığı için gezegendeki su kirliliğinin, kıymetli
toprak kaybının ve küresel ısınmanın en büyük sebebi haline geldi. Orta
Amerika'da şirketlerin plantasyonlarında insanlık dışı koşullarda işçi çalıştırarak ürettikleri muz Avrupa ve
Asya'ya taşınıyor. ABD de üretilen ve gemilerle taşınan yemle Suudi
Arabistan'da dev tesislerde on binlerce sığır adeta şişirilerek besleniyor.
Etleri Avrupa'da işleniyor, oradan tekrar
ABD ye getirilip fast food
zincirlerinde satılıyor. Büyük ölçüde
enerji kullanılıyor, deniz taşımacılığı
canlanıyor, ekonomik büyüme sağlanıyor. Yani saptırılmış ekonomik akla uygun
ama, tam da bu yüzden insan aklına aykırı yöntemler.
F.B. ; Türkiye
1980'den beri neoliberal politikalara teslim olmuş durumda. Dev küresel
tekellerin egemenliğine "serbest piyasa ekonomisi" diyorlar ve durum
malûm. Genel olarak ekonomiyi özel olarak da
tarımı "dış belirleyiciliklere" teslim etmek demek, iflası daha baştan
kabullenmek demeye geliyor. Oysa yapılması gereken, "içeriyi dışarıya uyumlandırmak değil, dışarıyı
içerinin ihtiyaçlarına tâbi kılmaktır". Aksi halde toplumun kaderi dışarıya,
dışardaki dev tekellere ihale edilmiş oluyor. Şimdilerde dünya gıda üretimi bir elin
beş parmağı kadar çokuluslu şirkete havale edilmiş durumda. Mesela, Nestlé'nin
2000 markası, 10 000 ürünü, 86 ülkede 447 fabrikası var, ürettikleri
136 ülkede pazarlanıyor, 330 000 kişiyi istihdam ediyor, 5000 araştırmacının çalıştığı
29 araştırma merkezi var, 76,66 milyar euro işlem hacmi var, yılda 10,34 milyar
kâr ediyor... Böyle bir şirketin faaliyet gösterdiği
bir sektörde nasıl rekabet edip ayakta kalınabilir? Sana göre
hesap baştan
yanlış yapılmış değil mi?
C.B. Neoliberal
politikaların amacı zaten insanlığa ait ne varsa yağmalamak üzerine kurulu. Bu
aynı zamanda doğal varlıkların acımasızca tüketilmesini ve yok edilmesini de
gerektiren bir program. Ulusötesi tekeller ve finans devleri ülkelere sözde
ekonomik gelişme sağlama, yeni istihdam alanları yaratma, ticaret hacimlerini
arttırma amacıyla geliyorlar. Aslında yatırım denilince eskiden üretime dönük,
uzun vadeli maddi yatırımlar, fabrika, alt yapı gibi alanlar akla gelirdi. Artık
elektronik ortamda borsa oyunları oynayan ve bu yolla ülkelerin kaynaklarını dışarı
akıtanlara yatırımcı deniyor. Adeta emme basma tulumba gibi çalışan sistem düzenli
olarak tatlı kazançlar sağlarken, oluşturulan yapay dalgalanmalarla belli aralıklarla
büyük vurgunlar yapılıyor ve krizler yaşanıyor. Tabii ki, söz konusu kriz
soyulan halklar içindir. Büyük sermaye için her kriz kolayca kazanılmış devasa
kazançlara vesile oluyor. Sabit yatırım için gelenlerin asıl amacı da ucuz iş gücünden
yararlanmak.
Gıda
tekelleri tohumdan sofraya kadar tüm gıda üretim ve dağıtımını kontrol etmek üzere
yola çıktılar. Çünkü gıda en vazgeçilmez ve süreklilik gösteren bir tüketim
alanı. Amaç gıda egemenliğini tümüyle halkların elinden almak.
Gıda yaşamı
sürdürmek için en temel unsur. Gıdaya ulaşamayan insanın yaşama hakkından
bahsedilemez. Açlık söz konusu olduğunda her şey önemini yitirir ve anlamsızlaşır
ve artık
herhangi
bir düzenden ve sistemden, insanî değerden bahsetmek mümkün olmaz. Açlık
yoksulluk değil sefalettir fakat sefaletin en derin biçimidir. Bu nedenlerle eğer
bir toplumda tek bir insanın değil açlıktan ölmesi, aç kalması bile ortada gerçek bir toplumdan bahsetmeyi abes
hale getirir. Akılcı önlemler ve uygulamalarla bir halkın gıda egemenliği ve gıda
güvenliği pekala garanti altına alınabilir. Fakat tercih ve öncelikler bu kaygılarla
belirlenmiyor.
Bugün
pazarlama teknikleri ve reklamlarla bireyler için yapay ihtiyaçlar üretiliyor. İnsanların
öncelikleri değiştiriliyor. Aynı şekilde
ülkeler için de egemen ekonomik aktörlerin çıkarlarına uygun yapay
ihtiyaçlar üretiliyor. Ekonomik sistem büyük ölçüde silah ve petrol şirketlerince
şekillendiriliyor. Gittikçe yaygınlaştırılan bölgesel savaşlar bu amaçla çıkarılıyor.
Ülkelerin kaynakları en temel
gereksinmeler yerine silahlanma için harcanabiliyor. Örneğin Suudi Arabistan en
büyük silah alıcısı ülkelerden biri durumunda. Petrol gelirlerini silah ithalatı
yoluyla zengin ülkelere geri veriyor. Fakat aldığı silahları ancak yoksul komşusu
Yemen'in halkını kırmak için kullanabilir. Dünya egemen sistemine aykırı en
ufak adımı atamaz. Ama en azından kendi halkını baskı altında tutabilir.
Birbirleriyle iyi komşuluk ve işbirliği içinde
birçok sorunu kolayca çözecek olan ülkeler arasında sürekli olarak yapay bir
gerginlik ve düşmanlık yaratılıyor.
Tank ve uçak filoları, savaş gemileri sürekli yenileniyor. Aynı askeri
paktın içinde oldukları için birbirleriyle savaşmaları asla söz konusu
olmayacak iki komşu ülke hep sıcak tutulan bir gerilimle dev silah üreticisi
tekellere sürekli kaynak aktarırlar. Öncelikli ihtiyaçlar sürekli ötelenir.
Konuya gıda
açısından baktığımızda akla uygun olan, tekellerin doymak bilmez açgözlülüğüne
teslim olmak değil, halkın gıda güvenliğini sağlamaktır. Bu da gıda egemenliğini
elde tutmakla mümkündür.
Temel gıdalar
mutlaka ülke topraklarında üretilmelidir. Ülke nüfusunun çoğunun birkaç mega
kente yığılması yerine ülke yüzeyine düzenli bir şekilde dağılması için
gerekli önlemler alınmalıdır. 20
milyonluk bir kente her gün devasa miktarlarda gıda taşınması yaratılmış bir
sorundur ve akıl dışıdır. Fakat bu tuhaflık sorgulanmaz. En ufak bir kriz
durumunda zaten olağan şartlarda sıkıntıyla yürütülen taşımacılık imkansız hale
gelebilir ve bu kaos ve felaket demektir.
Ülke yüzeyine
yayılmış, mega kentlerin insan silolarında değil, doğayla iç içe ve onu tahrip
etmeden kurulmuş kent, kasaba ve köylerde
huzur içinde yaşamak pekala mümkündür. Akılcı bir planlamayla kırsal alanın boşalması önlenebilir. İnsanlar
büyük iç göçlere mecbur olmazlar.
Bölge coğrafyasına
uygun ve öncelikle o bölgede tüketilmek üzere gıda üretimi esas olmalıdır. Taze
gıdayı en kısa sürede ve doğal haliyle ve
ticari kaygılarla zararlı birçok işlemden geçirmeden tüketiciye ulaştırmak amaçlanmalıdır.
Kentlerin temel gıda ihtiyacını birkaç yüz kilometrelik yarıçapındaki bir
dairenin içinde üretmek gerekir. Bu sayede kriz durumlarında gıdaya ulaşım mümkün
olur. Taşıma maliyetleri azalır.
Çözüm
odaklı bir yaklaşım benimsendiğinde, örneğin yüzlerce buğday türünü bir kenara
bırakıp, dünyanın öteki ucunda geliştirilmiş ve değişik koşullarda nasıl ürün
vereceği belli olmayan tek bir tohuma mahkum olmazsınız. Bu tohumdan verim almak için arazinin şeklini değiştirmek,
yapay gübre, yabani ot öldürücü, böcek öldürücü zehirleri ithal etmek, toprağı,
suyu, havayı, tüm hayvanları ve insanları zehirlemek durumunda kalmazsınız.
Kendi topraklarınızda yetişen kaliteli
muzu ürettiğiniz alanları turizm tesisleri ve binalarla kaplayıp orta
Amerika'dan muz ithal etmezsiniz. Ülkenin dağlarını ve yaylalarını insanlara ve
hayvanlara yasaklamaz, eti Arjantin'den, Avustralya'dan, peyniri ve tereyağını Hollanda,dan
ithal etmek, zorunda kalmaz, doğal ortamda özgürce dolaşan sığırların, koyun ve
keçilerin sağlıklı sütünü içmekten mahrum olmazsınız. Çocuklarınız fabrikalarda
üretilmiş, şeker, yağ ve tuz yüklü, kalorisi yüksek, besin değeri düşük hazır
yiyeceklere alıştırılıp bunlara mecbur kalmazlar. Binlerce yıllık insanlık
birikiminin ürünü tarım teknikleri ve gıda hazırlama, saklama yöntemleri neredeyse tümüyle unutulup gitmez. Yerel
tatlar kaybolmaz, gıda egemenliğinizi ve güvenliğinizi elinizde tutar, sürekli
aç bırakılma tehdidi altında kalmazsınız. Doğayı alt edilmesi gereken bir düşman
değil, parçası olduğumuz, saygı gösterilip uyum sağlanacak bir varlık olarak görürsünüz.
Küresel rekabet adına, tüketmeyeceğiniz birkaç türü sadece döviz kazanmak adına
üretmez, kendi gereksiniminiz için zengin bir çeşitlilikle üretirsiniz. Kısaca
sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen dev gıda tekellerinin planlarına ve çıkarlarına göre değil, kendi yurttaşlarınız için ve
onların tercihlerini esas alarak üretirsiniz. Aksi halde edilgen, kaderini büyük
sermayenin ellerine ve insafına terk etmiş bir ülke olursunuz.
F.B: Türkiye'deki durumun akılla, mantıkla sağ duyuyla,
hâlâ bir ilgisi kalmış mıdır? Son 20-30 yıldan beri uygulanan tarım politikaları
ortadayken, insanın aklına "acaba daha kötüsü olabilir mi?" diyesi
geliyor. Bu konuda neler söylemek istersin?
C.B. Mevcut
gidişatın varacağı son evre küçük çiftçiliğin tümüyle yok olması gibi görünüyor.
Bir kilo gübre bir kilo buğdaydan, bir litre
mazot, bir kilo yem bir litre sütten pahalıysa, tohumlar, fide ve fidanlar ve
yem her yıl artan fiyatlarla satın alınıyorsa ne çiftçilik, ne de hayvancılık sürdürülebilir...
ABD ve Avrupa ülkeleri kendi tarım sektörüne büyük destekler sağlarken Türkiye
ve benzer ülkelerde destek uygulamaları engellendi. Tarımda düzenleyici
kurumlar kaldırıldı veya özelleştirildi. Bu uygulamaların amacı sonunda tarım üretimini
tümüyle şirketlere teslim etmekti. Devlet üretme çiftlikleri şirketlere
devredildi. Şimdi Trakya'daki otlakların özelleştirilmesi gündemde. Otlak ve
meraların çevresi çitlerle çevrilecek, bu alanlarda yapılaşma mümkün olacak. Geçimini
bu alanlarda hayvan otlatarak sağlayan küçük sürü sahipleri sistem dışına
itilecek. Milyonlarca dekar değerli tarım arazisi konut, sanayi kuruluşları,
turizm yatırımları, ticari alanlar ve otoyollar için geri dönülmez biçimde feda
edildi.
Bugün
Anadolu' da köyler büyük oranda boşalmış, topraklar kendi haline bırakılmış
durumda. Sanayi, madencilik, turizm gibi sektörlere döviz getirdikleri, iş olanakları
yarattıkları gerekçesiyle büyük imkanlar ve kolaylıklar sağlanırken çiftçilik
ve hayvancılık kasıtlı olarak kendi haline bırakılıyor. Halbuki yeterli gıda üretimi ve halkın gıda güvenliğinin
sağlanması öncelikli olmalıdır. Tarım ve hayvancılık için çok yüksek bir
potansiyele sahip bir ülkenin buğday, saman et ithal edip döviz harcaması akıl
ve mantık dışıdır.
Bu gidişin
acilen durdurulması gerekirken yıkım bütün hızıyla sürüyor. Toprağın değerli, gıda
üretiminin çok önemli olduğu, temel gıdaların mutlaka ülke içinde üretilmesinin
hayati önem taşıdığı üretim ve dağıtım tümüyle ulusötesi tekellerin ve onların
yerli ortaklarının eline geçince anlaşılacak. Fakat artık çok geç olacak. Bugün
mazotun litresi 4 lirayı aşmışken buğdaya 70-80 kuruş fiyat biçen yetkili
kurumlar, şirketler gıda sistemine tümüyle hakim olduğunda onların istediği
fiyatları makul bulacaklardır. Çünkü gıda üretiminin çok değerli bir faaliyet
olduğu aniden fark edilecektir. O zaman bugün küçük üreticiden esirgenen her türlü
kolaylık ve destek sağlanacaktır. Ne var ki halkın gıda egemenliği ve gıda güvenliği
tümüyle ortadan kalkacaktır.
Tekeller
dünya piyasalarında satış değeri olan ürünleri üretecekler, ülke insanının
ihtiyaçları nazara almayacaklardır. Şirket aklı bunu gerektirir zira. Gerçi
bizde devletin de şirket gibi yönetileceği en yetkili ağızdan dile getirildi.
Tekellerin hissedarları için yıl sonu kazanç grafikleri tek ölçüdür. O grafik sütunlarının
altında kaç milyon insanın ezildiği, işini ve toprağını kaybettiği, aç kaldığı,
intihara sürüklendiğiyle ilgilenmezler. Küreselleşme iyi sonuçlar getirmiştir.
Ekonomiler büyümüş, tekellerin marka değeri artmıştır. Yoksulluk yoksulların suçudur.
Gıda tekellerinin elinde genetiği değiştirilmiş mısırdan elde edilen
milyonlarca ton mısır şurubu, ve bolca genetiğiyle oynanmış soya yağı var. Bu
stokların eritilmesi ve insanlığın şirketlerin ürettikleriyle yetinmesi gerek.
Bunları satın almak için de bol dövize ihtiyaç var. İhracatla bu dövizi
kazanabilmek için rekabetçi olmak şarttır. Maliyetler ucuzlatılmalıdır. Bunun
en pratik yolu da iş gücünün üretim maliyetindeki payını en aza indirmektir.
Milyonlarca aile kendi iş alanlarını kaybedip mülksüzleşerek işsizler ordusuna katıldığından
ucuz iş gücü temini de sorun olmayacaktır. Taşeronluk sistemi, iş güvencelerinin
kaldırılması, esnek çalışma uygulamaları, sendikaların işlevsizleştirilmesi hep
bu sorunu çözmek için değil midir? Yani hükümetler sanıldığı gibi sistemin tıkandığı
durumlarda çözüm getirmiyor değiller. Küreselleşen egemen ekonomik sisteminin önündeki
engelleri kaldırma yolunda gerekenleri en hızlı biçimde yapıyorlar.
Tohuma
serbestçe ulaşma hakkı tohum yasasıyla engellendi. Toprak betonlaşmayla ya da
tarımın ekonomik nedenlerle yapılamaz hale gelmesiyle kullanılamaz duruma
geliyor. Su kaynakları büyük ölçüde özelleştirildi. Yani gıda egemenliği ve gıda
güvenliğinin üç temel bileşeni toplum için her geçen gün daha da ulaşılmaz hale
geliyor. İşlerin daha kötüye gidip gidemeyeceği konusuna gelince, Fırat ve Dicle'nin özelleştirilme, daha doğrusu
şirket malı haline getirilme projesi bu konuda bir fikir verebilir. İnsanlığın
gelişiminde kilit rol oynayan bu iki nehir yerleşik topluma öncülük eden Sümer
medeniyetine kaynaklık etmişti. Sümerler bu nehirleri tanrıların bir armağanı olarak
görüyorlardı. Beş bin yıl sonra dolar tanrısına teslim edilmeleri gündemde.
Yani artık her şey mümkün demektir... Dünya zenginlerinin elinde tüm
nehirleri, tüm gölleri, su kaynaklarını, tüm verimli arazileri satın alabilecek
kadar para birikmiş durumda. Satın alarak tek seferde toplu ödeme yapmak yerine
ülke borsalarını manipüle ederek tatlı kârlar sağlamayı tercih ederlerse yine
sorun yok. Gerekli kolaylık sağlanabilir. Kırk dokuz yıllığına kiralama seçeneği
de var. Paranın imparatorluğu tarihteki bütün imparatorluklardan daha büyük ve
artık sınırları da yok...
F.B. Doğrusu çok teşekkür ediyorum. Durumu gayet
net ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğun için...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder