Fikret Başkaya
"Güvenliği
özgürlüğe tercih eden,
sonunda her ikisinden de olur"
Benjamin Franklin
Suruç katliamının ardından terörün tırmandırılması, bu fırsatı ganimete
çevirmek isteyen geçici AKP hükümetinin tutuklamalara ve İŞİD'le mücadele adı
altında PKK mevzilerine bombardımanlara girişmesi üzerine, HDP, TBMM'yi acilen
toplantıya çağırdı. Fakat sayısı yeterli olmadığı için (110 milletvekilinin
müracaatı gerekiyormuş) dikkate alınmadı. Tabii bu, sayısı yeterli olsaydı
dikkate alınırdı demeye gelmiyor. Zira, HDP'den gelen hiç bir talep dikkate
alınmazdı... Çünkü 'yok sayılıyordu"... Daha sonra CHP devreye girdi aynı
çağrıyı yaptı ve "toplumsal barışı
tehdit eden artan terör olaylarının nedenlerinin araştırılarak, alınması
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis Araştırması açılmasına"
ilişkin verdiği önerge, AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.
Şayet komisyon kurulsaydı beklenen amaç hasıl olur muydu? sorusu da
haklı olarak akla gelmiyor değil, zira, bu güne kadar oluşturulan Meclis
Araştırma Komisyonları hiç bir anlamlı sonuca ulaşmadı. Malûm, Türkiye'de
"işi komisyona havale etmek" diye bir deyim var. Komisyona havale
edilen "savsaklanır, unutturulur, üstü örtülür " demeye geliyor...
Meclis tarafından olup-bitenlerin mahiyetini araştırma, durumu netleştirme ve
gereğini yapma talebinin geri çevrilmesi, bende TBMM hakkında kısa bir yazı
yazma düşüncesini çağrıştırdı. TBMM gerçekten nedir? Aslında kimin TBMM'sidir?
Ne işe yarıyor? TBMM'ye dair tevatürle gerçek durum arasında nasıl bir ilişki
var... gibi sorular ister istemez akla geliyor...
Bizde Parlamento anlamında ilk Meclis, II. Abdülhamit'in tahta çıktığı
dönemde, 19 Mart 1877'de 'Meclis-i Umumi' adıyla açıldı. Meclis-i Ayan ve
Meclis-i Mebusan'dan oluşuyordu. (1) Fakat uzun ömürlü olamadı. Zaten Abdülhamit Meclis-i Umumi'nin
açılmasına kerhen razı olmuştu. 93 Harbi'ni bahane ederek, 14 Şubat 1878'de
Kapattı. Otuz yıl sonra, 17 Aralık 1908'de Jön Türk (İttihatçı) darbesiyle
yeniden açıldı. O da İstanbul'u işgal eden İtilaf Devletleri tarafından 11
Nisan 1920'de kapatıldı...
Büyük Millet Meclisi (BMM) adıyla 23 Nisan 1920' de Ankara'da yeniden
toplandı. 1924'den sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) dendi. Bağımsızlığı
temin etmek, bu amaçla da Milli Mücadeleyi örgütlemek öncelikli amaçtı. BMM,
ağalardan, Şıhlardan. kimi toprak kapitalistinden, mütegallibe ve eşraftan,
İmparatorluğun eğitimli elitlerinden (sivil ve asker bürokrasinin adamlarından)
ve bir kısım serbest meslek erbabından oluşuyordu. O zaman Millet kelimesi, tüm
Sünni grupları ifade ediyordu, halk anlamına gelmiyordu. 1914-1918 aralığında,
Harb-i Umumi koşullarında Müslüman olmayan unsurlar katliamlar ve sürgünlerle
büyük ölçüde tasfiye edilse de hâlâ sınırlı bir varlığa sahipti. Buna rağmen BMM'de
Müslüman-Türk olmayan tek bir mebus yoktu.. Fakat Meclis'te olmayan sadece azınlıklar
değildi, halkın da esamesi okunmuyordu. Nitekim, Lozan Barış Görüşmelerinin
sıkıntıya girdiği dönemde, emperyalist
devletlere güvence vermek amacıyla apar-topar toplanan İzmir İktisat
Kongresinde de sıradan insanların (işçi, işsiz, küçük çiftçi, küçük esnaf,
topraksız köylü, tarım işçisi...) esamesi okunmuyordu ki, o da kurulacak
"yeni rejimin" sınıfsal niteliği hakkında bir fikir veriyordu!
Meclis kürsüsünün arkasında "egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir" yazılı ve insanlar oradaki "millet" kelimesini
"halk" olarak okuma, öyle anlama eğilimindedirler. Oysa, orada
kastedilen bu ülkenin sıradan, mütevazı insanları, emekçi çoğunluk değil.
Doğrusu, "hakimiyet mülk sahibi sınıflarındır" ve "kayıt ve şart
altına alınmıştır" demek... Milletvekili yemininde " ... milletin
kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve
laik cumhuriyete... bağlı kalacağıma" deniyor. Eğer halkın kayıtsız
şartsız egemenliği, hukuk ve demokrasiye "bağlılık" söz konusu
olsaydı, Türkiye bu günkü sefil duruma düşer, yerlerde sürünür müydü? Toplum
baskı, şiddet ve terör sarmalına hapsolur, rejim tek adam rejimine dönüşür
müydü? TBMM hiç bir zaman özgürlüklerin, demokratik hakların savunucusu ve
bekçisi olmadı. Tam tersine, sınırlı hakları ve özgürleri de yok etmenin etkin
bir aracı oldu ve olmaya devam ediyor. Orası halkın temsil edildiği, halkın
sorunlarının konuşulduğu yer değil (parlamento İtalyanca parlare' den türemedir ve "konuşulan yer" anlamına
geliyor). TBMM halkın konuştuğu bir "yer" değil! Halkın değil
devletin bir kurumu. Devlet de boşlukta durmadığına göre, mülk sahibi
sınıfların bir kurumu...
Denilebilir ki, işte siyasi partiler var ve seçimler sayesinde halk
iradesi (milli irade diyorlar) tecelli ediyor! Siyasi Partiler (düzen partileri
densin) halkın partileri değil ve seçimler de insanları aldatmaya yarayan bir
sirk oyunundan ibaret... (2). Zira, bu güne kadar halk tarafından kurulan, emekçi toplum kesimlerinin
sözcüsü ve savunucusu olan hiç bir partiye yaşama şansı tanınmadı. Bırakın halk
tarafından kurulan partilere hayat hakkı tanınmamasını, Meclis'te hiç bir gerçek
muhalif sese de izin verilmedi. Muhalifler öldürülmedikleri zaman, Meclis
ortasında dayaktan geçirildi, dokunulmazlıkları kaldırılıp cezaevine atıldı... Gerçi
orada bir sözde muhalefet her zaman var ama onlar düzen-içi muhalefettir. Hepsi
oligarşinin partileridir. Yaptıkları konuşmaların, söyledikleri sözlerin emekçi
halk katında bir kıymet-i harbiyesi yoktur... TBMM'nin en belirgin özelliği,
onun iflah olmaz özgürlük ve demokrasi düşmanlığıdır. Dolayısıyla neden söz
ettiğini bilmek önemlidir... TBMM, bu devletin işlediği tüm cinayetlerin, tüm
katliamların ve insanlık suçlarının üstünü örtmenin, kabullendirmenin son
derecede etkin bir aracı ve kurumudur. İşte "Yüce Meclis" dedikleri
böyle bir şey...
Bir fikir vermek için, 13 yıllık AKP iktidarı döneminde özgürlükler ve
haklar alanında tek bir yasa çıkmadı ama sınırlı özgürlükleri ve demokratik hakları
budamak için sayısız yasa çıkarıldı... En son marifetleri de "İç Güvenlik
Yasası'ydı..." Kanunların numarası değiştiği veya yeni bir kanun
çıktığında, onu "demokratikleşmede dev adım" diye sunuyorlar... Hangi
kanunları çıkaracaklarını da çok iyi biliyorlar. Bu zaman zarfında sömürünün,
yağma ve talanın önünü sonuna kadar açmak için onlarca, yüzlerce kanun
çıkardılar ve çıkarmaya devam ediyorlar... Aksi halde bu gün Türkiye'de nüfusun
yüzde biri (%1) ülke zenginliğinin %54'ünü el koyabilir miydi? Türkiye'nin
nasıl yerlerde süründüğünü görmek isteyen, Kurbağalı Dere'ye baksın... Bu rotada
ilerlemeye devam edilirse nereye varılacağı hakkında bir fikir veriyor...
Büyük Millet Meclisi'nin (BMM) açılışından bu yana 95 yıl geride kaldı.
Bu zaman zarfında 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri sonrasında 5 yıldan az bir zamanda kapalı
kaldı. Aslında Meclis kapanmamış olsa da, 12 Mart 1971 de basbayağı bir askeri darbeydi.
Bu arada çok sayıda darbe girişimi de oldu...Velhasıl geride kalan 90 yılda
TBMM hep açıktı. Hep açıktı ama hiç bir zaman gerçek bir Meclise benzemedi... Gerçek
bir Meclis işlevi göremedi. Mesela 12 Eylül askeri darbesinden bu yana 35 yıl
geçtiği halde, Türkiye'nin hâlâ darbe yasa, mevzuat ve zihniyetiyle yönetiliyor
oluşu, Meclisin iç boş bir midye kabuğu olmasındandır... Velhasıl TBMM hiç bir
zaman adına laik bir kurum olamadı. Zaten 1923-1946 döneminde bir parlamentodan
söz etmek mümkün değildi. Zira Meclis üyeleri olan mebuslar, parti-devlet
tarafından tayin ediliyordu. Önce Mustafa Kemal, sonra İsmet İnönü tarafından
tayın edildiler.
1946 yılında "Çok partili sisteme" geçildi ama aslında yapılan
şey, devlet partisi olan CHP'nin içinden Demokrat Parti'nin çıkarılması,
iktidar partisinin (devlet partisi densin) ikiye bölünmesiydi... Esas
itibariyle iki nedenle "çok partili sisteme" geçildiği söylenebilir:
Birincisi halk kitleleri o kadar bunaltılmıştı ki, bir sosyal patlama riskini
bertaraf etmek istediler; Bu amaçla da kitlelerde bir seçme-seçilme yanılsaması
yaratmak gerekiyordu; İkincisi, Savaş sonrasında Türkiye "Hür Dünya'nın"
safını seçti, sırtını emperyalist kampa dayadı. Asıl amaçlardan biri de ABD
yardımı almaktı. Aslında ABD safında yer almak, bir ABD uydusu olmak için
"Demokrasiye geçmek gerekmiyordu. Ortada NATO üyesi olan Franco Ispanyası
ve Salazar Portekizi vardı... "Demokrasi tercihi" yapmalarının gerisindeki
asıl neden başkaydı ama asla demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Sonuç itibariyle, devlet
partisi birden ikiye çıkmıştı... Çok parti olacak ama işçiler, küçük çiftçiler,
emekçi kitleler parti kurmayacaktı... Kurmaya kalkanların başlarına gelenler, birazcık
ilgili olanların malûmudur... Artık hem Faşist İtalyan Ceza Kanunundan iktibas
edilen TCK'nın ünlü 141 ve 142'inci maddeleri yürürlükte kalmaya devam edecek
ve hem de "demokrasiden" "hürriyetlerden"... çok söz
edilecekti...
Aslında ve her şeye rağmen 1983 sonrasında TBMM'nin, cuntacı Kenan
Evren'in ünlü "Danışma Meclisi'nden" pek farkı yoktu... Danışma
Meclisi üyelerini bizzat cunta şefi Kenan Evren tayın etmişti, ondan sonrakiler
de Kenan Evren'in çıkardığı (dayattığı demek daha doğru) kanunlar dahilinde
çalışmalarını tam bir pişkinle sürdürdüler ve sürdürmeye devam ettiler. Velhasıl,
Milletvekili tayin etme yetkisi, tam bir tek adam şirketi gibi işleyen 'siyasi
partilerin' genel başkanlarına verilmişti. Dolasıyla, tayin cephesinde bir
yenilik söz konusu değildi... Tayinle gelen "vekiller" de (aslında
kimin vekili oldukları da malûm], asıl misyonlarının ne olduğunu çok iyi
biliyorlar ve gereğini yapıyorlar... Yaptıkları yegane şey. Başkanın (şirket
patronunun) istediği gibi el kaldırmak... Bir örnek mi istiyorsunuz? Cuntanın
'sahneden çekilmesinden' tam 32 yıl sonra, yüzde on (%10) barajının olduğu
yerde duruyor olması TBMM'nin ne menem bir şey olduğunu, milletvekili denilenlerin
de aslında neyin-kimin hizmetinde olduğunu göstermiyor mu?
Eğer bu rezil düzeni değiştirmek, haysiyetli insanlar olarak yaşamak
istiyorsak ve gerçekten öyle samimi bir niyet varsa, biraz vakit ayırıp, bu
yağma ve talan düzeni hakkında birazcık kafa yormak gerekecek... Radikal
eleştiri yoksa eleştirinin bir kıymet-i harbiyesi de yoktur... Ve radikal olmak
demek, sorunları kökeninden ele almaktır... Aksi halde bu rezil, bu gayri
insani soygun düzeninin efendilerinin ve ideolojik uşaklarının ağzıyla konuşmaktan
kurtulmak mümkün olmayacak... Başkalarının ağzıyla konuşmak... Daha ne zamana
kadar?
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Bu konuda bkz: Fikret Başkaya, Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi (Yediyüz),
özellikle s. 221 ve sonrası... Öteki Yayınevi. 5. Baskı, İstanbul.
(2) Temsili demokrasi safsatasıyla ilgili
olarak bkz: Fikret Başkaya, "
Seçimlerin demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi yok!" www. ozguruniversite.org