Fikret Başkaya
Siyonist
İsrail belirli aralıklarla [3-5 yıl] Filistin’e saldırıyor. Her yaştan
savunmasız insanları katlediyor, sınırlı alt-yapıyı tahrip ediyor, geliştirdiği yeni silahları deniyor... Ardından
sözde bir ateşkes ilân ediliyor. Güya
herkes “derin bir nefes alıyor”. Lâkin kimse Filistin‘e ve Siyonist devlete
dair gerçeği söylemeye yanaşmıyor... İşte “önce kim saldırdı”, “Obama İsrail’in
kendini savunma hakkı vardır dedi”, “ateşkeste kim etkili oldu, vb.” Orada söz
konusu olan kolonyalist bir işgal değil mi? Eğer kolonyalist bir işgal söz
konusuysa, İsrail’in kendini savunma hakkı diye bir şey olur mu? Şu dünyanın
haline bir bakın... Aslında dünyanın nasıl bir yalan, kinizm ve ikiyüzlülük üzerinde
durduğunu görmek için Filistin’e bakmak yeter... Artık işgalcinin kendini
savunma hakkından bile bahsedilebildiğine göre...
Siyonist
devlet oraya neden “yerleştirildi?”. Neden kurulduğu günden beri Filistin
topraklarının gerçek sahibi olan Arapları hunharca katlediyor, hapsediyor,
işkenceden geçiriyor, aç, susuz, ilaçsız, elektriksiz bırakıyor... Sekiz gün
süren son saldırıda, 163 Filistinli öldürüldü, 993’ü yaralandı, 865 ev tahrip
oldu, 6 sağlık merkeziyle 30 okul, 2 üniversite, 27 cami, 14 basın bürosu, 14
fabrika, 81 mağaza zarar gördü... Bütün
bu insanlık suçları işlenirken “Uygar dünya” nerede duruyor? Neden bir dur
diyen yok? Sorunun kaynağında ne var? Siyonist devlet demek, Ortadoğu’daki ABD
ve Avrupa [AB] demektir, oraya yerleştirilmiş emperyalizm, kolonyalizm
demektir. Velhasıl İsrail bir bölge devleti değil... Eğer kimler tarafından,
neden ve ne amaçla kurulduğu-kurdurulduğu bilinmezse, söylenenlerin bir
kıymet-i harbiyesi olmaz. İsrail, Arap halklarının kendi ayakları üstünde
durmasını, sekülerleşmesini, kalkınmasını, bir aktör olarak dünya sahnesinde
yerini almasını engelemek üzere peydahlandı. Mâlûm, kadim böl-yönet kuralının bir gereği olarak... Amaç bölgede savaşı,
çatışmayı, düşmanlıkları, hasımlıkları tahrik etmek, sürekli bir şiddet ve
çatışma ortamı yaratmaktı... Dolayısıyla İsrail, bölgeyi sürekli bir çatışma,
kargaşa, şiddet ve savaş ortamında tutmanın hizmetindedir. Gerçek amaç
çatışmalı durumu sürdürmek iken, bir de barıştan söz etmek ikiyüzlülük değil
midir? Arkasında ABD’nin ve AB’nin açık ve sürekli desteği olmasaydı, Siyonist
devlet 60 yıldır bütün bu insanlık suçlarını işleyebilir miydi? Besbelli ki,
arkasında kollektif emperyalizmin [ABD, AB, Japonya] açık, koşulsuz ve sürekli
desteği var. Durum böyleyken bir de onlardan barış beklemek neye?..
Uluslararası hukuku nasıl bilir
siniz?
Bir
“dünya düzeni” düşüncesi XVII. Yüzyılın başından itibaren dillendirilmeye
başlıyor. Modern çağda devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen ilk belge
Avrupa’da 30 yıl süren “din” savaşlarının ardından imzalanan 1648 Westfalya
Barış Antlaşması’ydı. Devletler arası ilişkileri bir düzene sokma girişimleri
hep büyük yıkımlara neden olan büyük savaşların sonrasında gündeme gelmiş
görünüyor. Nitekim, 30 yıl savaşları sonunda Avrupa nüfüsunun %40’ı telef
olmuştu ve ardından ünlü Westfalya Barış Antlaşması kabul edilmişti. “Büyük
Savaş” da denilen Birinci emperyalistler arası savaşın [1914-1918] neden olduğu
devasa yıkımın ardından Milletler
Cemiyeti örgütü [Cemiyet-i Akvam]
oluşturuldu. Daha büyük yıkıma neden olan
ikinci emperyalistler arası savaşın [1939-1945] ardından da Birleşmiş Milletler Örgütü oluşturuldu.
Fakat söz konusu her iki uluslararası örgüt, savaşın galipleri tarafından ve
esas itibariyle de kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn edildiği
için, etkinliği sınırlı güdük örgütler olmanın ötesine geçemediler... BM
Güvenlik Konseyi, sadece savaşın galipleri demekti... Milletler Cemiyeti,
kolonyalizmi olağan bir durum sayıyordu... Birleşmiş Milletler Örgütü de
aslında milletlerin değil, devletlerin, devletlerin de değil, savaşın galibi
olan bir kaç büyük devletin örgütü olmanın ötesine geçemedi... Tek başına
Filistin sorunu bile söz konusu örgüt ve işlevi hakkında fikir edinmek için
yeterlidir. Tabii böyle bir örgütün ‘dünya barışının, insan haklarının, refah
arayışının bir aracı olduğu söyleminin de bir karşılığı yoktur. Netice
itibariyle uluslararası antlaşmaların genel bir çerçevede hukuktan çok güce dayandığını
söylemekte bir sakınca yoktur...
Aslında
Westfalya Barış Antlaşması 4 önemli
ilke içeriyordu: 1. Ulus-devletin mutlak egemenliği ve kendi kaderini tayin
etme hakkı; 2. Büyük-küçük, güçlü-zayıf, zengin-fakir ayrımı yapılmadan
ulusların yasal eşitliği; 3. Antlaşmalara uyma zorunluluğu ve zorlayıcı bir
uluslararası hukuk sisteminin oluşturulması; 4. Başka devletlerin iç işlerine
karışmama ilkesi... İlerleyen dönemde güdük de olsa, yeterli olmasa da
Westfalya Barışı doğrultusunda gelişmeler devam etti. Hegemonik güç olan ABD geçerli uluslararası
hukuktan rahatsızdı. Sürekli olarak uluslararası hukuku ihlâl etti. Westfalya
Barışından İkinci dünya savaşı sonrasına kadarki dönemde bu alanda sağlanan
kazanımları yok sayma eğilimindeydi. Önce “Haydut devletler” söylemi
peydahlandı. Haydut devletler halka
zulmettikleri, uluslararası hukuku ihlâl ettikleri ve kaynakları
yağmaladıkları, komşuları için sürekli tehdit oluşturdukları, teröristleri
destekledikleri, ABD’den ve onun demokratik ilkelerinden nefret ettikleri için
katli vacip sayıldı, saldırı ve ve rejim
değiştirme [regime change] gerekçesi yapıldı. Ardından Nazi işgaline karşı
Fransız direnişi sonucu evrensel bir ilke mertebesine yükseltilen direnme hakkı yok sayıldı ve onun yerine
çatışmaları görüşmeler yoluyla çözme yöntemi [conflict resolution]
ikâme edildi. Bu, tarafların vazgeçilmez hakkının ve iradesinin yok sayılması
demeye geliyordu. Bir de hiç bir zaman uluslararası hukuka göre bir tanımı
yapılmamış olan “terörizm” kavramı her türlü silahlı haklı karşı çıkışı ve
direnişi itibarsızlaştırmak üzere
kullanıldı. Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, ulusarası hukuku ve
teamülleri yok saymanın iki “gerekçesi” daha keşfedildi: İnsânî müdahale ve koruma
sorumluluğu... Böylece uygar Batı’nın uygarlık
götürme, uygarlaştırma misyonu ve Beyaz
Adam’ın yükü söylemi yeni bir görüntüyle arz-ı endâm ediyordu...
Velhasıl
ABD ve müttefikleri, Westfalya Barışından beri oluşturulan devletler arası
hukuku ve teamülleri hiçe saymanın gerekçelerini üretme peşindeler. Tabii bu
arada insan haklarından ve demokrasiden çok söz ediliyor oluşu da burjuva
egemenliğinin bir ironisidir... ABD uluslararası yasal mevzuatı ihlâl ediyor,
imzalanmış antlaşmaları yok sayıyor. 1945 sonrası dönemde ABD açık ve gizli
savaşlarda yaklaşık 25 milyon insanı öldürdü. Bütün bu canice saldırıları
yalana dayanarak gerçekleştirdi ve tabii yalan makinası medyanın tam
desteğiyle... Bütün bu zaman zarfında ABD’ye bir tek dış saldırı oldu mu? Hiç
kendini savunmak zorunda kaldı mı?
Amerikan halkı suç ortağıdır...
ABD’nin
yönetici kliği 1945’den beri dünyanın dört bir yerinde sayısız cinayetler
işliyor, katliamlar yapıyor, savaşlar çıkarıyor, etnik, din ve mezhep kökenli
ayrılıkları körükleyip azdırıyor, çatışma ortamı yaratmak için ne gerekiyorsa
yapıyor, doğal çevre tahribatını derinleştiriyor, büyük sermayenin çıkarı için
sürekli insanlık suçu işliyor. Bütün bunları da Amerikan yurttaşlarından aldığı
oya dayanarak ve onlardan topladığı vergilerle yapıyor... Bu işte bir yanlış
yok mu? Bu durum “Amerikan demokrasisinin” ne menem bir şey olduğu hakkında
fikir vermiyor mu? Amerikan yurttaşları bu insanlık suçlarına neden itiraz
etmiyor? Sadece 11 Eylül 2001 sonrası dönemde, Amerikan yurttaşlarının
savaşların finansmanı için yaklaşık 5 bin milyar dolar vergi ödedikleri tahmin
ediliyor... Her Amerikan ailesine yaklaşık 50 bin dolar düşüyor... Amerikan
yurttaşlarının bu saçmalığa bir son vermeleri gerekmiyor mu? Neden verdikleri
vergilerle haksız savaşların finanse edilmesine, Amerikan gençlerinin insanlık
suçu sayılan maceralarda telef olmasına itiraz etmiyorlar... Neden imparatorun çıplak olduğunu yüksek sesle
haykırmaya cüret ve cesaret etmiyorlar? Neden oynanan “demokrasi oyununun”
aslında ahmakları aldatmaya yarayan bir sirk oyunu olduğunu sorun etmiyorlar?
Neden asıl “haydut devletin” kendi devletleri olduğu gerçeğini kabullenmeye
yanaşmıyorlar? Neden hep egemen medyanın gösterdiği yere, dışarıya bakıyorlar
da kendilerine, içeriye bakmıyorlar? Bu kepazeliğin sona ermesi, tüm toplum
kesimlerinden bir karşı sesin yükselmesine, etik ve entellektüel yenilenmeye,
politikleşmeye, velhasıl Amerikalıların gerçek birer yurttaş gibi
davranabilmesine bağlı...
T.C. Filistin sorununa dair
düzgün tavır alamaz
Bir
ABD uydusu ve NATO üyesi olan Türkiye’deki komprador rejimin, Filistin sorunu
da dahil, Arap Ortadoğusu ülkeleri ve İran’la ilişkileri, emperyalist kampın
çıkarları doğrultusunda belirleniyor. Başka türlü ifade edersek, Türkiye’nin
bölgeye yönelik dış politikası, NATO’cu cephenin çıkarlarıyla uyumlanmak zorundadır. Bu da Türkiye’nin
komşularıyla ilişkisinin modalitesinin, çerçevesinin ve kapsamının emperyalizm
tarafından belirlenmesi demektir. Ne demek istediğimi merak edenler Siyonist
devletin kurdurulduğu 1948 sonrasında ve ilk Körfez Savaşından bu yana geçen
yaklaşık 20 yılda Türkiye’nin bölgeye yönelik yaptıklarına ve yapamadıklarına bakabilirler...
Türkiye’deki rejim sadece pro-Amerikan, pro-emperyalist değil, aynı zamanda
pro-Siyonist bir rejimdir. Son dönemde İsrail’le yaşanan “ağız dalaşı” sadece
seyirciyi oyalamaya yönelik ideolojik bir manipülasyondan ibarettir. Siz hem
bir ABD uydusu ve saldırı paktı olan NATO’nun üyesi olacaksınız, hem de Filistin’e yönelik düzgün bir dış siyaset
izleyeceksiniz... böyle bir şey mümkün değildir... Eğer NATO’cu cephenin
Siyonist işgale koşulsuz, sınırsız ve tam desteği söz konusuysa, siz o cephenin
hevesli bir bileşeni olarak farklı bir şey yapabilir misiniz? Bir taraftan
İsrail’in Gazze’de yaptıklarını mahkûm ediyor görünmek, diğer taraftan
İsrail’in güvenliği için yapılan her şeye ortak olmak bir çelişki değil mi?
İsrali’in güvenliği NATO’cu emperyalist kampın güvenliği demek olduğuna göre...
Türkiye gerçekten Filistin halkının haklı davasına sahip çıkmak istiyorsa, önce
emperyalist bir saldırı paktı olan NATO’dan çıkması gerekir. Aksi halde
Amerikancı Müslüman Kardeşlerle Filistinlilerin “koruyucusu” rolüne soyunmak
yakışık almaz. Eğer Mısır’daki Müslüman Kardeşler “iktidarı”, gerçekten
Filistin sorununa sahip çıkmak istiyorsa, işe önce Camp David’i geçersiz saydığını ilân ederek başlaması gerekir...
Aksi halde arabulucuk rolüne soyunmak, geçerli durumu sürdürmekten başka bir
anlam taşımaz. Zira durum arabuluculuğu değil, açıkça taraf olmayı gerektiriyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder