Sürdürülemezlik,
savaşlar devrimler ve direnişlere dair...
M. Emrah
Kuyucaklı*
Emrah Kuyucaklı: Son dönemde sürdürülemezlik kavramını çok kullanıyorsunuz. Sürdürülemezlik
ne anlama geliyor?
Fikret Başkaya: Sürdürülemezlik artık mevcut rotada
ilerleminin sorunlu olduğu anlamına geliyor. Sanayi devrimi sonrası dönemde geçerli
olan paradigmanın bir duvara dayandığı, sürecin bu minval üzere devam etmesinin
artık zorlaştığı anlamına geliyor. Zira sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor.
İnsani, toplumsal ve ekolojik sorunları azdırmadan yol alamıyor. Artık ortalama
insan çocuğunun kendinden daha iyi yaşayacağı inancına ve beklentisine sahip değil.
Bu da işte “büyüme”, “ilerleme”, “kalkınma” denilene inancın sarsılması demek.
EK: Bu
Avusturya asıllı Amerikalı iktisatçı Joseph Schumpeter’in “Yaratıcı yıkıcılık”
veya “yıkıcı üretim” dediğinin artık işlemediği anlamına mı geliyor?
FB: Aslında Shumpeter, ‘kapitalizm yıkıcılıkla
yol alıyor, üretmek için yok ediyor ama sonuçta yıktığından daha çoğunu yapan,
yok ettiğinden daha çoğunu yaratan bir dinamiğe sahiptir’ demek istiyordu. Bu gün
ulaşılan düzey ortadayken, bu tezin yalanlandığını söyleyebiliriz. Zira yıkıcılık
yapıcılığın önüne geçmiş durumda. Her ileri adımda işler daha çok sarpa sarıyor.
Aslında ‘kapitalizm kendi kendini yok edici dinamiğe sahip olan bir sistemdir’ demek
daha doğru. Her geçen gün sistemin ortaya çıkardığı insânî ve toplumsal kötülükler,
ekolojik riskler büyüyor. Artık küreselleşmiş kapitalizm yıkıcı/yok edici bir
canavara dönüşmüş durumda... Bu da bizzat yaşamın temelinin aşındırılması
demektir. Böyle vahim bir tablo ortaya çıkmışken “işler yolunda”, “ilerde daha
da iyi olacak” demenin bir karşılığı yok.
EK: O
halde ekonomi büyürse sorunların çözüleceği beklentisi boşuna mı?
FB: Neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü sorun
edilirse, büyümenin dökümü yapılırsa, durum farklı görünecektir. Bir de tabii büyüme
sonuçlarının nasıl bölüşüldüğünü de tahlile dahil etmek gerekiyor. Gelir dağılımı
son derecede dengesizse, büyüme sosyal eşitsizliği daha da derinleştiriyorsa, işler
yolunda denebilir mi? Böyle bir durum, ortak yaşamın temelinin aşındığı anlamına
gelir...
Meksikalı
Carlos Slim Helu’nun 73 milyar dolar serveti var. Dünyanın en zengin 10 kişisinin
452 milyar dolar serveti var. Bu rakamları başka rakamlarla yan yana
getirirseniz, insanlığın içinde bulunduğu utanç verici durum görünür hale gelir.
Peki bu 10 kişinin 452 milyar dolar şahsi servete sahip olması nasıl mümkün
oluyor? 1 milyardan fazla insanın günde 1 dolardan az gelirle “yaşaması” sayesinde... 2.8 milyar insanın
günde 2 dolardan az gelirle “yaşaması” sayesinde...
1 milyardan fazla insanın sağlığa uygun içme suyundan mahrum olması
sayesinde... Dünya nüfusunun %20’sinin dünya zenginliğinin %90’ına el koyduğu
bir dünyada, huzur, refah, barış olur mu? Bu dünyanın artık yaşanabilir bir yer
olmaktan çıktığı anlamına gelmez mi? Durum böyleyken, “nurlu ufuklardan” dem vurmanın hâlâ bir kıymet-i
harbiyesi var mıdır? Herkese ait olması ve ortakça kullanılması gerekenin dar
bir azınlık tarafından sahiplenildiği, özel mülk haline getirildiği bir dünya,
yaşanabilir bir dünya mıdır? Bu sürdürülebilir bir durum mudur?
Yapılan üretim
[büyüme] suyu, havayı, toprağı kirletiyorsa, atmosferin dengesini bozuyorsa, işçiyi
insanlıktan çıkarıyorsa, genel bir anlam
kaybı durumu yaratıyorsa, demek ki, kirletmeden, yok etmeden, işin tadını
kaçırmadan üretmek ve yaşamak mümkün değil. Üretim artışı, ekonomik büyüme [GSYH
artışı] ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlardan bağımsız olarak ele alınırsa, büyümeyi
matah bir şeymiş gibi sunmak mümkün olur ama bu onun reel bir karşılığı olduğu
anlamına gelmez... Günde 500 bin arabanın geçtiği yolun kenarındaki evde yaşayan birinin sağlıklı
olması mümkün müdür? Böyle birinin gelirinin artması, dolayısıyla tüketiminin artması bir başına ne kadar önemlidir? Artık kimse ne
yediğini bilmiyor. Kısa ve/veya uzun vadede yediği şey onu zehirleyebilir, hasta
edebilir, öldürebilir... İşin garibi tedavi için yapılan harcamalar da ekonomik
büyüme oranını yükseltiyor, dolayısıyla bir refah
artışı olarak sunulabiliyor... Bu hesapta bir yanlış yok mu? Dolayısıyla, büyüme
fetişizminden ve saplantısından vakitlice kurtulmak gerekiyor. Zira, yanlış şeyler,
zararlı şeyler yanlış bir biçimde üretiliyor ve üretilen zenginliğe de oligarşi
cephesi el koyuyor. İkincisi, insan refahının, gönencinin, mutluluğunun daha çok
tüketimden geçtiği saplantısından da kurtulmak gerekiyor...
EK: Böyle
bir sürdürelemezlik tablosunun ortaya çıkmasının temel nedeni gereksiz şeylerin yanlış üretimi
ve eşitsiz bölüşülmesi mi?
FB: Aslında tüm kötülükler, olumsuzluklar,
kapitalizmde mündemiç [ içkin] bir sapmadan kaynaklanıyor. Kapitalizmde üretimle
ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuş durumda. Başka türlü söylersek, kapitalizmde üretim
doğrudan ihtiyaçları karşılamak için yapılmıyor. Üretim pazarda satmak, kâr
etmek amacıyla yapılıyor. Fakat üretim yıkıcı, vahşi bir rekabet ortamında yapıldığı
için, her kapitalist her seferinde daha çok üretmek zorunda. Toplam artı-değerden
daha büyük pay kapmak zorunda... Aksi halde yok olması kaçınılmazdır. Böyle bir
mantık ve dinamik geçerliyken ihtiyaçtan çok ve gereksiz, hatta zararlı şeyler üretmek
de kaçınılmazdır. İşte krizlerin gerisindeki lânetli dinamik budur. Tabii
ekseri gözden kaçan, sorun edilmeyen bir şey daha var. Rekabetçi olabilmenin
yolu rakiplerden daha düşük maliyetle üretmekle mümkün. Üretim maliyetini düşürmenin
en etkin ve kestirme yolu da ücretleri bastırmaktan geçiyor. Sömürü oranını yükseltmekten
geçiyor. Bu da geniş emekçi kitlelerin satın alma gücünün küçülmesi demektir. Üretilen
malların satılmasının sorunlu hale gelmesi demektir. İşte sana kriz...
Kapitalizm öncesi dönemde sorun yeteri kadar üretememekten, doğal afetlerin,
kuraklığın, vs sonucu olan kıtlıktan kaynaklanırdı, kapitalizmde yeterinden çok
üretmekten kaynaklanıyor ve bir de burjuva iktisatçıları kapitalizmin gelmiş geçmiş
en rasyonel sistem olduğunu söylüyorlar.
Vakitlice bu sapmanın aşılması, değişim değeri değil kullanım değeri üretmeyi, sosyal eşitliği, dayanışmayı, paylaşmayı,
ortak sahiplenmeyi esas alan bir rotaya girilmesi gerekiyor...
EK: XXI’inci
yüzyılın ilk on yıllarındayız ve emperyalist savaşlar büyük yıkımlara neden
oluyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist cephe saldırılarını bu dönemde neden
artırdı?
FB: Birincisi, stratejik öneme sahip madenler, enerji kaynakları ve biyolojik çeşitlilik
azalmakta. Şimdilerde Güney denilen dünyanın
bu tarafındaki ülkelerden bazıları “biz de varız” diyorlar, sofraya dahil olmak
istiyorlar. Oysa emperyalist/kolonyalist Batı’nın geride kalan yaklaşık 500 yıllık
saltanatı, ayrıcalıklı statüsü, dünyanın geri kalanının [ Asya, Afrika, Latin
Amerika] doğal kaynaklarını ve emeğininin sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı.
Hem kaynakların kıtlaşması ve hem de “yeni yetmelerin” [ yükselen ülkeler]
sahneye çıkması , emperyalizmin varlığı ve bekası bakımından sorun yaratıyor. O
zaman yeni yetmelerin engellenmesi gerekiyor ki, yağma ve talan devam
edebilsin. Savaşların asıl nedeni bu. Bu amaçla ABD dünyayı militarize ediyor,
savaşlar peydahlıyor, toplumları akıl almaz bir kaos ortamına sokuyor.
EK: Madenlerin
ve enerji kaynaklarının kıtlaştığından söz ediyorsunuz ama devamlı yeni
rezervlerin keşfedildiğine dair haberler yayılıyor...?
FB. Bir maden cevherini 200 metreden çıkarmakla
2000 metreden çıkarmak aynı şey değildir. Mesela 100 varil petrol üretmek için
bundan 30 yıl önce kaç varil petrol harcamak gerekiyordu, bu gün kaç varil
harcamak gerekiyor? Bir ton maden cevheri çıkarmak için 40 yıl evvel ne kadar
enerji harcanıyordu, bu gün ne kadar harcanıyor, bu önemsiz bir şey mi? Dolayısıyla
her seferinde ister madenler, ister enerji kaynakları olsun, ulaşma zorluğu
dolayısıyla maliyet büyüyor. İkincisi son tahlilde bu sonlu bir dünya,
kaynaklar sınırlı, bu tempoda kullanım devam ederse bunlar çok uzak olmayan bir
gelecekte bitecektir. Dolayısıyla işin şakaya gelir tarafı yok. Tabii sorun
sadece yerin altındaki kaynaklarla ilgili değil, yerin üstündekilerle ilgili
sorun da büyüyor. Biyolojik çeşitlilik, canlı türleri hızlı bir tempoyla yok
oluyor...
EK: O
zaman acilen geçerli üretim, tüketim, dolayısıyla yaşam tarzımızın değişmesi
gerekiyor diyorsunuz?
FB: Evet, geçerli mantığın dışına çıkmaktan başka çıkar yol yok. Üstelik
bunu da vakitlice yapmak kaydıyla. Mesela atmosferin ısınması bir tevatür değil.
Durumun vehametini görmek için yetkin uzman olmak gerekmiyor.
EK: İster
istemez savaşlarla ilgili akla gelen bir soru da, son dönemde savaşların özellikle
Orta Doğu denilen bölgede yoğunlaşması. Bu savaşlar bölgenin sahip olduğu
enerji kaynakları revervini denetleme amacı mı taşıyor?
FB: Birinci amaç elbette söylediğiniz ama
Ortadoğu dünyanın merkezi sayılır. Geostratejik ve jeopolitik önemi her zaman büyüktü
şimdilerde de öyle. Bu savaşlar [Afganistan, Irak, Libya, Suriye, vb.] bölge
halklarını ayakları üstünde durmalarını engellemek için yapılıyor. Buna ne
demekse “kurucu kaos” diyorlar... Amaç onların sahip oldukları kaynakları kendi
refahları için kullanmalarını engellemek. Bir de emperyalizmin bölgedeki uzantısı
olan Siyonist Israil’in varlığını güvence altına almak için. Zaten Siyonist
rejim, başlangıçta, bölge halklarının kendi ayakları üstünde durmasını
engellemek için peydahlanmıştı ve tamamiyle “yapay” bir devlettir. Savaşlar ve
saldırılar bölgeyi daha sıkı denetim altına almak, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin
enerjiye ve madenlere, vb. ulaşmalarını engellemek, değilse zorlaştırmak amacıyla
peydahlanıyor. Mesela Libya’yı çökerttiler sadece petrolüne el koymak için değil,
emperyalizme tam itaat etmeyen bir devleti etkizleştirmek ve Çin’in Afrikadaki
etkinliğini kırmak için. Dikkat edilirse etnik, din, mezhep kökenli bir boğazlaşma
ve yıkım bölgeyi sarmış durumda. Bölge adım adım bir yıkıma sürükleniyor. Cayır
cayır yanıyor ne yazık ki... Şimdilerde Suriye’de olup-bitenler söylemek istediğime
tipik bir örnektir. Artık ülkede işlerin normale dönmesi iyice zorlaşmış
bulunuyor...
EK: Herhalde
yegane aktör emperyalistler değil, bölge halklarının iradesi bir şey ifade
etmiyor mu?
FB: Bu yerinde bir soru. Elbette sadece saldırı
cephesi yok, bir de karşı-saldırı cephesi var. 2010’dan beri bölgedeki
devrimler/direnişler, emperyalist saldırıya karşı hareketler. Dolayısıyla
sonucu belirleyecek olan bu iki cephe arasındaki mücadelenin seyri olacak. Ve
bu mücadele de doğası gereği anti-kapitalist, anti-emperyalist bir mücadele.
Nitekim, başta Mısır ve Tunus’daki devrimler olmak üzere bölgenin başka
yerlerindeki [Yemen, Bahrein, vb.] halk
isyanları, daha şimdiden emperyalist hesapları bozmuş sayılır.
EK: Libya’daki
ve Suriye’deki durum ortadayken ve Mısırda da askeri bir darbe gerçekleşmişken,
ibrenin ezilen bölge halkları lehine döndüğünü söylemek mümkün mü?
FB: Bir hususa açıklık getirmek gerekiyor.
Devrim denilen tek perdelik bir tiyatro oyunu değil, bir süreç. Sabah başlayıp
akşam bitecek bir şey değil. Eğer öyle olsaydı işler çok kolay olurdu. Önümüzdeki
on yıllar devrimci güçlerin kapitalizme/emperyalizme karşı mücadelesinin
derinleşerek, yaygınlaşarak devam edeceği bir dönem olacak. Elbette Libya’da
durum iç açıcı değil ama Mısır’da halk isyanı büyüyerek devam ediyor. Ordunun müdahalesiyle
hiç bir şeyin değişme/iyileşme şansı yok. İşler daha da sarpa sarmaya, insanlar
da itiraz etmeye, isyan etmeye, ayaklanmaya devam edecektir. Zira oradaki
emperyalizm uydusu komprador rejimin Mısır halkına daha çok işşizlik, daha çok
yoksulluk, daha çok baskı ve aşağılanma, daha çok geleceksizlik... dışında
teklif edebileceği bir şey yok. İnsanlar yarının bu günden daha kötü olacağını
seziyorlar, yaşadıklarından öğreniyorlar. Dolayısıyla onlar için ufukta isyan
etmekten başka bir seçenek görünmüyor.
EK:
Öyle bir projenin taşıyıcısı hangi sınıf veya sınıflar olabilir. Artık işçi sınıfı
eski işçi sınıfı olmadığına göre?
FB: İşçi sınıfının yapısında geride kalan
yaklaşık son 30-35 yılda, neoliberal kureselleşme döneminde büyük değişiklikler
ortaya çıktı. Eskiden büyük iş yerlerinde bir tümen veya tugay kadar işçinin
bir arada çalıştığı merkezler artık yok. Mesela ABD’nin Detroit ve İtalya’nın Türin
kentleri bundan 40-50 yıl öncesi gibi değil. İşçi sınıfı parçalanmış durumda. Bunun
da en belirgin nedeni emperyalist ülkelerdeki üretimin parçalanarak daha önceleri
Üçüncü Dünya denilen çevre ülkelere
kaydırılması. Bunun sonucunda Avrupa ve ABD’deki sanayi kentleri birer çöle dönüştü.
Küreselleşmeyle birlikte her bir ülkede işçi sınıfı mücadelesi büyük zaafa uğradı.
Diyelim Almanya’da bir fabrikada çalışan işçiler ücret artışı, çalışma koşullarıyla
ilgili bir talepte bulunduğunda, patron “o zaman ben de işletmeyi Türkiye’ye,
Vietnama... taşıyorum” diyor. Bu da tabii mücadeleyi olumsuz etkiliyor,
sendikaları işlevsizleştiriyor. Mücadelenin zeminini kaydırıyor. Tabii küreselleşme
ulusal hükümetleri de iğdişleştirdi. Mesela bir hükümet zenginlerden daha çok
vergi alma, gelir dağılımı dengesizliğini hafifletmek için bir hamle yaptığında,
sermaye pılısını-pırtısını toplayıp başka yere, “vergi cenneti” denilen yerlere
kaçıyor. Tabii bu o hükümet için bir mazeret olamaz. Sen hem neoliberalizme
iman edeceksin, hem de ezilen-sömürülen çoğunluk lelihe bir şeyler becereksin,
bu saçma ve seyirciyi oyalamaya yönelik ideolojik bir manipülasyon...
Sadede
gelirsek, artık kapitalizme karşı mücadelenin yegane aktörü eskiden olduğu işçi
sınıfı değil. Elbette işçi sınıfı hâlâ merkezde ve öyle olmaya da devam edecek
ama sınıfın kompozisyonu farklılaştı. Artık kapitalist saldırıdan ve yıkımdan
zarar gören tüm halk sınıflarının, işçiler, işsizler, iğreti işlerde çalışanlar,
geleceklerinin karartıldığını gören gençler, çokuluslu agro-endüstri tekelleri
tarafından rehin alınmış durumda olan köylüler/çiftçiler, yaşadıkları alanların
bir rant aracına dönüştüğünü gören kent sakinleri, çevre tahribatından muzdarip
olanlar, çevre duyarlılığı olanlar, sanatın ve bilimin metalaşmasına itiraz
eden bilim ve sanat insanları, vb. ortak mücadelesini gerektiren bir durum söz
konusu. Dikkat edilirse bu, toplumun ezici çoğunluğu demek. Ezici çoğunluğun
dar bir oligarşiyle kapışması demek... Bu bir ezilenler/sömürülenler cephesi
oluşturmanın hem mümkün ve hem de gerekli olduğu anlamına gelir...
EK: Kapitalizm
gününü doldurdu diyorsunuz. Karşı taraf kendine düşeni yapacak durumda mı?Meydan
okumayı göğüsleme potansiyeline sahip mi?
FB: Eksik olan mücadele değil, tepki değil,
itiraz değil, isyan değil. Bu kadar kapsamlı bir saldırıya maruz kalan insanların
hiç bir şey yokmuş gibi davranmaları mümkün değildir. Gezi Parkı’na, Tahrir
Meydanı’na, Rio de Janerio’nun sokaklarına, Madrid’in meydanlarına... devasa
kitle ayaklanmarına bakmak yeterli. Farklı yoğunluklarda da olsa, her yerde mücadele
kapsamı ve yoğunluğu artarak devam ediyor ve edecek, çünkü başka türlüsü mümkün
değil. Bu konuda iki sorun var: Birincisi
yerel dezeyde, her ulus devlet dahilinde yürütülen bölük pörçük, birbirinden
kopuk muhalefet odaklarının kavuşması gerekiyor. Bu kopukluk, parçalılık aşılmadıkça
egemen sınıf için bir tehdit oluşturma şansı olmaz. İkincisi, her ülke düzeyindeki
mücadelenin başka ülkelerdekiyle kavuşması gerekiyor. Zira saldırı her yerde,
Bu da enternasyonalizm kavramının içini doldurmayı gerektiriyor. Hem lokal,
yerel, ulusal düzeyde ve hem de dünya ölçeğinde etkin bir örgütlülük olmadan küresel
kapitalizmin saldırısının püskürtülmesi, yeni bir uygarlığın yolunu açacak bir
sürecin başlatılması mümkün olmaz... Küresel plandaki saldırıya ancak küresel
planda karşı konabilir...
EK:
Ortada alternatif bir toplum projesi yok
iken kapitalizmin aşılması nasıl mümkün olacak?Bir de bu gün itibariyle
alternatif bir toplum projesi oluşturacak entellektüel birikim yeterli mi? Bu
alandaki eleştirel entelleküel birikim bu meydan okumaya cevap verebilir mi?
FB: Şahsen o konuda bir sorun olduğunu düşünmüyorum.
Alternatif bir toplum projesini formüle edecek zengin bir eleştirel düşünce
birikimi var. Kaldı ki, sıfırdan başlanıyor da değil. Sorun mevcut potansiyel
birikimin nasıl realize edileceğiyle ilgili. Bir tarafta kapsamı ve yoğunluğu
giderek büyüyen itirazlar, eylemler, mücadeleler, isyanlar var, diğer yanda yüksek
düzeyde bir eleştirel birikim var ama bu ikisi arasında da kopukluk var. İşte
kritik sorun bu kopukluğun nasıl aşılacağıyla ilgili. Peki bu nasıl mümkün
olabilir? Bu boşluk nasıl doldurulabilir? Bu ikisinin kavuşması için galiba mücadele
içinde olan pratik entellektüellerin,
üst düzeydeki teorik/entellektüel üretimle/birikimle pratik mücadele arasındaki
bağı kurmasıyla aşılabilir. Zira entellektüeli olmayan bir sosyal/politik
hareketin başarı şansı yoktur. Malûm, ideali, ütopyayı üretip formüle edenler
entellektüellerdir. Mücadeleler olgunlaştıkça, bu kopukluğun aşılabileceğini
umut edebiliriz...
EK: Bu
söyleşi için teşekkür ediyorum.
FB: Ben de...
----------
* İktisatcı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder