“Kapitalizmden Kopmadan
Sorunları Çözmek Mümkün değil”
“Din Soslu, Faşizm/Bonapartizm
karması AKP Rejimine Karşı Ortak Muhalefet Cephesi Oluşturmak Şart”
Fikret Başkaya: İstersen genel
bir çerçeveden başlayalım. Bugün geçerli olan paradigma az-çok eş zamanlı
olarak, XVIII. Yüzyılın son iki on yılında tarih sahnesine çıkan iki devrimin
enterseksiyonunda oluştu. Bunlardan birincisi, İngiliz sanayi devrimiydi.
Sanayi devriminin başlangıcı için kesin bir tarih vermek zor olsa da, belki
James Watt’ın buhar makinasının telif hakkını resmen aldığı tarih olan 1784
yılı alınabilir; Ve ikincisi de, 1789 Büyük Fransız Devrimiydi. Bunlardan
birincisi ondan sonraki ekonomik rotayı, ikincisi de politik yönetim tarzını
belirledi. Ve yaklaşık 250 yıldan az bir zamanda bu paradigma artık iflas etmiş
bulunuyor. Zira, sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamaz
durumda. Üstelik sadece sosyal kötülükleri büyütmekle, azdırmakla da kalmıyor,
ekolojik dengeleri de sarsıyor ve toplum-doğa metabolizmasında bir kırılma
yaratıyor. Velhasıl tam bir sürdürülemezlik durumu söz konusu...
Dario Bötancourt ve
Maria Garcia: “Kapitalizm yasal mafya,
mafya ise yasa dışı kapitalizmdir” demişlerdi. Dünya’nın bugünkü ahvâl-i
umumiyesi ortadayken, bu tespit gerçekten doğrulanmış gibi görünüyor.
Mafyalaşmış-çeteleşmiş, her türlü ilişkinin meta ilişkisine indirgendiği bir
dünyada yaşadığımızı söylemek artık bir
abartma sayılmaz... Her şey hızlı bir çürüme halinde, araç- amaç ilişkisi
ters-yüz olmuş, değer ölçüsü ve nirengi noktası yok olmuş durumda... Velhasıl
hızlı bir dibe vuruş durumu söz konusu. Tabii bu hem bir dizi olanaklar demeye
geldiği gibi, birçok büyük riski de içeriyor... Başka türlü söylersek insanlık
ve uygarlık kritik bir eşiğe gelip
dayanmış durumda... Bu konuda neler söylemek istersin?
Gün Zileli:
Kapitalizm öldürür.
Kapitalizm öldürmeden önce çürütür. İşin kötü tarafı, çürüyen, kapitalizmin
kendisiyle birlikte toplumdur, insanlardır, insanlar arasındaki ilişkilerdir.
Kapitalizmin çürüyüp çökmesinden elbette şikâyetçi değiliz ama çürüme genel bir
hal almış durumda. Ve her tarafı çürüyen cesedin kokusu kaplıyor. Gazete
okuduğunuzda, televizyon seyrettiğinizde bu kokuyu daha kuvvetli duyuyorsunuz.
Entelektüel dünyaya yöneldiğinizde çürümenin oraya da sirayet ettiğini
görüyorsunuz. Bu alemde de paranın ve piyasanın çürütücü etkileri ayan beyan
ortada. Piyasanın “görünmez eli” gerçek entelektüel çalışmaları devre dışı
bırakıyor, onun yerine her alanda “soup opera” yazımları ön plana çıkarıyor.
Sinemada, tiyatroda, bütün sanat kollarında aynı durumu görüyoruz.
Oldukça karamsar
bir tablo ama ne yazık ki gerçek bu? Bu durumda sanırım toplumların çürümeye
karşı güçlerinin bir şeyler yapması, bir toplumsal muhalefet gücü olarak dünya
çapında bir dayanışmaya girmesi gerekiyor. ABD’de polisin sokak cinayetlerine
karşı direnişlerin süreklilik arz etmesi umut verici. Bu direnişler de
gösteriyor ki, baskı olan yerde insanların direnişi de söz konusu. Benim de
sana sormak istediğim nokta şu: İnsan bu kritik
eşikte nasıl bir yol izlemeli? Yani şu malum soru: Ne yapmalı?
FB: Elbette bu ölçüde bir
saldırının muhatabı olan geniş kitlelerin, özellikle de saldırıdan en çok
etkilenen yeryüzünün lânetlilerinin sessiz
ve tepkisiz kalması eşyanın tabiatına aykırıdır. Nitekim, dünyanın her yerinde
insanlar ayakta. Lâkin, tepkiler şeylerin seyrini ve gerçeğini etkileyebilecek
yüksekliğe de bir türlü çıkamıyor. İşte senin sorunla ilgili can alıcı nokta
bu... Her yerde insanlar ayakta ama protestolar, itirazlar, isyanlar... bölük
pörçük ve hepsini kapsayacak ortak bir paradigma ve perspektif eksikliği var.
İkincisi, birçok karşı hareket kültüralizm batağına hapsolmuş durumda. Rejimle
pazarlık yaparak bir şeyler kazanmayı mümkün ve yeterli görüyorlar. Aslında bu,
yerel ve küresel oligarşilerin tuzağına kısılmaktan başka bir şey değil.
Mesela, Güney Afrika’da kültüralist bir
rotaya savrulan ANC’nin durumu ne demek istediğime iyi bir örnek... Biz ezilenler, biz sömürülenler demekle,
biz siyahlar, biz Aleviler, biz Kürtler,
biz çevreciler, feministler, insan hakları savunucuları, vb. demek arasında
devasa bir fark var. Zira birinci durumda sistem hedef alınmış oluyor, yani
sistemi-rejimi aşma perspektifi var; ama ikincide kısmî kazanımlar için rejimle
pazarlıklar söz konusu... Tabii bu, kısmî mücadeleler yapılmasın demek değil
ama, mücadele o düzeyde kaldıkça, kalıcı ve anlamlı bir şey kazanmak, şeylerin
seyri üzerinde etkili olmak mümkün değil. Bir de zaten egemenler cephesi
tarafından araçlaştırılmış STK denilenler var ki, onlar karşı tarafın,
gericiliğin hizmetinde ve kafa
karıştırma, yanılsama yaratma konusunda da oldukça başarılılar... Bence
hepsinden önemlisi, ütopya zaafı. Zira, insanları harekete geçiren teorik bilgi
değil ütopyadır. Bu da vakitlice “yaratıcı ütopyanın” oluşturulmasını,
formülasyonunu, ve insanlar tarafından da içselleştirilmesini gerektiriyor.
İyi de ütopya
zaafı nereden kaynaklanıyor denirse,
sanıyorum şunları söyleyebiliriz: Geride kalan yaklaşık yüz elli, iki yüz
yıllık dönemde, kapitalizme, kolonyalizme ve emperyalizme karşı yürütülen
hareketlerin, başka türlü söylersek, kapitalizmi aşmayı “yeni ve farklı bir şey
yapmayı” amaçlayan mücadelelerinin başarısızlığa uğraması, yeni bir paradigma, perspektif
ve “yaratıcı ütopya” oluşturmayı
zorlaştırıyor. Mesela kolonyalizme karşı yürütülen mücadelelerin sonuçları son
derecede güdük kaldı. Aynı şekilde kapitalizmi aşma, “yeni bir şey yapma”,
sosyalizmi, dahası komünizmi kurma hedefi olan mücadeleler de iflasla
sonuçlandı. Tabii bu çok şey söylemeyi gerektiriyor ama insanların rejim muhalifi hareketlere
fazla yüz vermemesi, uzak durmasının bence önemli bir nedeni daha var ki,
nedense pek sorun edilmiyor. Bir ideoloji veya bir teori kitleleri harekete
geçiriyor, zamanla ve hareket yükselip, etkinliği ve görünürlüğü büyüyünce bir hareket eliti oluşuyor. Mücadele
başarıya ulaştığında o elit iktidarı
ele geçiriyor ve kendini başlangıçtaki ideolojinin veya teorinin tecellisi –
timsali olarak görüyor ve/veya öyle takdim ediyor. Sonuç itibariyle, elit devleti ele geçiriyor ve devlet oluyor,
devlet de teoriyi-ideolojiyi ele geçirip kendine benzetiyor... Netice
itibariyle de başa dönmek gibi bir durum ortaya çıkıyor... Julien Benda, geçtiğimiz
yüzyılın ilk yarısında, “Aydınların İhaneti”
(La Trahison des Clercs” başlığını taşıyan bir kitap yazmıştı. Galiba XXI’inci
yüzyılın ilk yarısında da: “ ‘Devrimci’
Elitlerin İhanneti” başlığını taşıyan bir kitap yazmak gerekecek! Malûm,
devlet iki şey demektir: güvenlik-asayiş ve ekonomi yönetimi... Bu söylediğim,
ister sınıf temelli işçi mücadeleleri olsun, isterse kolonyalist egemenlikten
kurtulmak olsun ve isterse başka bir şey olsun... hepsi için geçerli. Öyle
sanıyorum ki, bundan sonra bir şeyler başarmanın koşulu, bu tür sorunları
tartışabilme yeteneğimize bağlı gibi görünüyor...
GZ: Evet, kültüralizm diye
adlandırdığın bu sorun önemli. Bu, 1980 sonrası neo-liberal dalganın getirip
önümüze koyduğu bir sorun. Herkes kendi kimlik sorunuyla uğraşsın gibi bir şey.
1980 öncesinin tam zıddı. Yani sarkaç bir uçtan öbür uca gitmiş görünüyor. 1980
öncesinde de sömürüden ve “sınıf mücadelesinden” başka bir şeyden söz
edilmezdi. Kısmi sorunlar ya da kültürel sorunlar gündeme geldiğinde hemen şu
kart gösterilirdi: Sömürü düzeninin toptan yıkılması. O zaman akan sular
dururdu. Kadın sorunu mu? Sınıf mücadelesi ve devrim bunu zaten halledecekti.
Kadın sorunu devrime tabi kılınmalıydı. Milliyetler meselesi mi? Onu da devrim
halledecekti. Diğer her şey de öyle. O zaman bu konulara ilgi azalıyordu ya da
bunlara önem vermek isteyenler kendilerini düzen içi bir talebin takipçisi
suçlamasıyla karşı karşıya buluyorlardı. Üstelik devrim denilen de ne? Bir
partinin iktidarı ele geçirmesi. İşte bu noktada da senin elitizm diye çok
güzel özetlediğin durum devreye giriyordu. Devrim adına “öncülüğü” yüklenenler
eğer başarırlarsa devleti ele geçiriyor ama aslında devlet kendi yeni
elitlerini ele geçirmiş oluyordu.
Bu sarkaçtan
kurtulmanın bir yolu olmalı. Geçmişin modası olan devlet devrimciliği (elitizm)
de yanlış, günümüzün modası olan kültüralizm de. Kapitalizmi aşmak isteyen
insanlığın hem bütünsel devrimci perspektife, hem de bu perspektifle bağdaşma
içinde olan, toplumların parçalı kesimlerinin ve sorunlarının çözümü
perspektifine. Bugün yapılamayan da bu bence. Böyle bir bakış açısına sahip,
yönetici-taban ayrımını reddeden, tüm katılımcıların en aktif katkısını ve
dayanışmasını sağlayan bir örgütlenmeye, bir örgüte ihtiyaç var gibi geliyor
bana. Ne dersin? Eğer sorunun önemli bir parçası buysa o zaman da ister istemez
“nasıl?” sorusunu sormamız gerekiyor galiba.
FB: Alışık olduğumuz şey iflas
edince, işe yaramaz hale gelince, işe yaraması muhtemel olanı oluşturma
konusunda insanlar bir süre isteksiz oluyorlar sanki. Geride kalan dönemin
örgüt modelleri genel bir çerçevede ve esas itibariyle “burjuva” örgüt
modelleriydi. Bu sorunu seninle daha önce defaaten tartıştık, gündeme getirmeye
çalıştık. O zaman, bürokratikleşme riskinin bertaraf edildiği, devrimci elitler tarafından gasp edilmeyen bir
tarz oluşturmak gerekiyor ama bunu söylemek yapmaktan daha kolay... Hem örgüt
olacak, hem etkin olacak, amaca uygun bir işleyişe sahip olacak ve hem de
kitleye yabancılaşmayacak! İşte bütün mesele bu. Bence, “yaratıcı ütopya” ne
kadar çekici ve insanları ne kadar çok cezbederse, bu kitle katılımının ve
katılımın sürekliliğinin güvencesi olabilir. Alınan tüm kararlara herkesin
dahil olduğu bir işleyiş asla imkânsız değil. Bunun için de “alışkanlıklardan”
kurtularak, geçerli geleneksel/burjuva örgüt modelini ret ederek yola koyulmak gerekecek. Peki bu hangi
durumda gerçekleşebilir? Her bir bireyin gerçek bir yurttaş tavrı ortaya
koyduğunda, herkesin kendini her şeye ehil olarak gördüğünde... İşte işin püf
noktası burada. Bugünün “sayın seyirci” tipiyle böyle bir şey tabii ki, mümkün
olmaz. İnsanlar politikayı kaşarlanmış profesyonel politikacıların işi, onların
korunmuş alanı olarak görüyor... Durum “ben sol politika yapıyorum” denince
değişmiyor tabii... Her bir yurttaşın aktif özne durumuna gelmediği yerde, sen
istediğin kadar etkinliği artıracak model önerisi yap! Bir işe yarama şansı
yok... Tabii en azındın neyin neden yürümediğini bilmek de o kadar önemsiz
değil ama yeterli de değil, sonuç itibariyle... İnsanlar ayağa kalktıklarında
“yeni ve etkili” şeyler keşfetme imkânı da artıyor ama bu bir “kültür
devriminin” gerçekleşmesinin güvencesi değil. Buradan Türkiye’deki genel duruma
geçersek, neler söyleyeceksin?
G.Z: Ben de aynı şeyi sana
sormaya hazırlanıyordum, sen benden önce davrandın. Peki ben bir şeyler
söyleyeyim ama esas seni dinlemek isterim bu konuda. Ekonomik alana ilişkin
benim söyleyebileceğim çok fazla bir şey yok. Sanırım bu konuda da bayır aşağı
gidiyorlar ama esas toplumsal ve siyasal planda olanlara bakınca artık “bayır
aşağı” deyimi de yeterli olmuyor. Sanırım “uçurumdan aşağı” demek daha doğru.
Kendi iç çatışmaları nedeniyle ideolojik hâkimiyet balatalarını artık tamamen
işe yaramaz hale getirdiler. Artık “hukuk devleti”, “adalet”, “yargı”, “şeffaflık”,
“kuvvetler ayrılığı” gibi, burjuva devlet sisteminin ideolojik
“beyazlatıcıları” işe yaramaz halde. İnsanlar olan biteni gördükten sonra bu
sözleri duyduklarında gülümsemesinler de ne yapsınlar? Eskiden işkence vardı.
Bugün de tamamen ortadan kalkmamakla birlikte işkencenin yerini sahte delil
üreticiliği aldı. Adamın evine bir bomba koyarsınız ya da bilgisayarına bir şey
yüklersiniz, al sana delil. Ondan sonra uğraş ki, bunların benimle ilgisi yok
diye de, dışarı çık. En az beş yılını alır bu. Daha da korkuncu, bu “1984”
rejimini George Orwell adına kutsayan yazarların ortalıkta cirit atabilmesidir.
Ben şimdilik bu kadarını söylemiş olayım. Esas sen ne diyorsun Türkiye’de olup
bitenlere?
FB: Aslında rejimin tüm
cephelerde tökezlediğini söylemek mümkün. Resmi söylemle realite arasında bariz
bir uyumsuzluk var. Gerçek durum, medyanın, akademinin, “konunun
uzmanlarının”... tevatür ettiğinden çok farklı. Bir ülke iç ve dış sömürüye ne
kadar açıksa, o ölçüde emperyalist Batı’nın takdirini kazanır ve başarı
öyküleri uydurulur. Artık başarı öyküsü uydurmak zorlaşmakta. Geride kalan 12
yılda AKP’nin “başarısı” olarak sunulanın gerisinde iki şey vardı: Birincisi,
Türkiye 2001’de derin bir krize girmişti. IMF destekli bir programla kriz
atlatıldı. (Tabii ne pahasına atlatıldığından hiç söz edilmedi!) Araç rayına
oturtuldu. Derin bir dibe vurmadan sonra yükseliş işin doğası gereğidir.
Dolayısıyla AKP kurulmuş, bakımı yapılmış bir aracın direksiyonuna oturtuldu;
İkincisi, dış kredi bulmanın, borçlanmanın çok kolay olduğu bir döneme
rastlamıştı AKP’nin kuruluşu ve iktidar oluşu. Dışardan sağlanan paraları
inşaata yatırdılar, bir de devlete ait olan (aslında kamunun, halkın olması
gereken) işletmeleri özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çektiler. Netice
itibariyle ekonominin iç eklemlenmesini ve performansını iyileştirecek hiçbir
şey yapmadılar ama bozacak çok şey yaptılar... Bütçeyi ve hazineyi
yağmaladılar. Siyasi partinin misyonu ve varlık nedeni de zaten bütçeyi ve
hazineyi yağlamamak ve yağmalatmaktır... Artık eskisi kadar borçlanmak zor ve
satılacak bir şey de kalmadı. Tarımı da dışa açılma saçmalığıyla iflasa
sürüklediler. Dolayısıyla genel tablo hızla grileşmekte. İşsizlik tam bir
felaket halini almış durumda ve o alanda bir iyileşme ihtimali yok. Gelir
dağılımı da skandal kelimesiyle ifade edilebilecek bir dengesizlik tablosu arz
ediyor. Nüfusun %’1’i, ülke servetinin (zenginliğinin) % 54,3’üne el koyuyor,
sonra da kişi başına işte ne bileyim, 10 bin dolar düştüğünü söylüyorlar... Şahsen,
“kişi başına düşmeyen gelir” demeyi tercih ediyorum! Sadece bu durum rejimin
meşruiyetini tartışmayı gerektirirdi. Çünkü bu bir skandal, yani utanılacak bir
durum. Tabii iktisat profesörü bizimle aynı fikirde değildir. Öğrendiği ve
öğrettiği iktisat “bilimine” göre, sermaye sahiplerinin, mülk sahibi sınıfın
servetindeki her artış “herkes için mutlaka gereklidir ve iyidir!”... İşsizlik,
yoksulluk da işçinin, emekçinin, mülksüzleştirilmiş, yaşam için gerekli asgari araçlardan
mahrum edilmiş geniş toplum kesimlerini ilgilendirir... O duruma düşmüşlerdir,
zira kafalarını kullanamamışlardır... rasyonel davranmayı becerememişlerdir...
Bu işte sistemin bir kusuru yoktur yani...
Aslında tuhaf bir
durum ortaya çıkmış görünüyor: Bir taraftan insanları işsiz, aç ve çaresiz
bırakıyorlar, öte yandan da yoksullardan alınan vergilerin (Zaten zenginler
vergi vermez, tam tersine vergileri yağmalarlar, onların vergi vermesi bir
muhasebe oyunudur sadece, zira vergi vermek demek tüketimden kısmaktır. Siz hiç
tüketimini kısan bir zengine rastladınız mı? ) oluşturduğu bütçeden sadaka
olarak cüzi miktarı yoksullara veriyorlar ama sanki kendi keselerinden
veriyormuş izlenimini de yaratarak... Yardım almak için yoksul kâğıdı
gerekiyor, yoksul kâğıdı da iktidar tarikiyle veriliyor. Ve tabii oy
karşılığında veriliyor. Oy vermeyen kâğıttan olma riskini göze almalıdır ve
çaresiz bir insan için hiç de kolay bir şey değildir... Velhasıl, AKP,
yoksulları rehin almış durumda... Tabii belirli bir eşik aşıldığında artık bu
durumu sürdürmek mümkün olmaz ve o sınıra yaklaşılmakta olduğunu
söyleyebiliriz. Lâkin içinden çıkılamaz olan sadece sosyal mahiyetteki
sorunlar, kötülükler değil. Ekolojik yıkım da pupa- yelken yol almaya devam
ediyor. Giderek çok tehlikeli bir sınıra hızla yaklaşılıyor... Nerdeyse, “imara
açılmayan”, satılmayan, bir karış toprak kalmamış gibi... Böyle bir genel
sürdürülemezlik tablosu söz konusuyken, rejimin her geçen gün faşizm sathi
mailinde hızla yol alması şaşırtıcı değil. Zira başka türlü yönetemiyorlar,
yönetemezler... Tabii faşizme koşar adım ilerlerken, “demokratikleşmeden”,
“hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” ne kadar söz edilse yeridir...
GZ: Şu “büyüme” aldatmacasına da
biraz değinmek gerekiyor galiba. Büyüyen nedir?
FB: Aslında büyüme, sermayenin
büyümesi, kârın büyümesi, sömürü, yağma ve talanın büyümesidir. Böylece mülk
sahibi sınıfların (kapitalist sınıfın) topluma ait ne varsa, ele geçirmesi
mümkün oluyor. Kapitalizm koşullarında, özellikle de şimdiki neoliberal
küreselleşme çağında, “ekonomik büyüme” denilen tam bir yıkıma dönüşüyor.
Malûm, kapitalist üretim söz konusu olduğunda, insana, topluma, doğaya zarar
vermeden ilerlemek mümkün değildir. Zira üretim, insan ihtiyaçları karşılansın
diye yapılmıyor, üretimin birinci ve yegâne amacı kâr etmek, kârı büyütmektir.
Elde edilen kârın da yeniden yatırılması, sermayeye dönüştürme zorunluluğu var
ki, netice itibariyle üretmek, sermaye üretmek şeklinde tezahür ediyor. Her
ileri aşamada da zenginlik sınırlı ellerde toplanıyor ve bu bir başarı olarak
sunuluyor... Tam bir kepazelik... Bir fikir vermek için, 85 kişinin serveti,
3,5 milyar insanın gelirine eşit... Böyle bir dünyada, barıştan, özgürlükten,
insanlıktan, refahtan bahsetmenin bir kıymet-i harbiyesi olur mu? İşte bu
durum, onca öğünülen ekonomik büyümenin sonucu. Elbette büyüme gerekiyor,
ihtiyaçların karşılanması gerekiyor ama, tam bir kadavra medeniyeti olan
kapitalizm dahilinde büyüme insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor. Canlı
yaşam tehdit altında ve vakitlice harekete geçilmezse, kurtarılacak pek bir şey
kalmayabilir... Şahsen kapitalist büyümeye “modern
çağın afyonu” diyorum. Kavramın
jenerik anlamında komümü ihya etmeden
insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak. Herkesin olanı herkese iade etmek, yanlışı düzeltmek neden mümkün
olmasın. Aslında kapitalizm bir sapmaydı ama insanlığın yegâne vazgeçilmez
ufku ve alternatifsiz olduğunu söylemeye devam ediyorlar ve buna inanan
ahmakların sayısı da az değil...
G Z: “AKP, yoksulları rehin
almış durumda...”sözün bana çok ilginç geldi. Bunu biraz daha açar mısın? Bu
rehin almanın mekanizmalarını. Bir yandan da HES’lere karşı bir köylü direnişi
var. Hem de AKP’ye en çok oy çıkan yerlerde. Demek ki, bu rehin alma denen şey
o kadar da sağlam değil. Bir yerlerden yarılması mümkün. Yüzde 10 barajlı bir
seçim sisteminde oy yoluyla bu pek mümkün görünmüyor. Önümüzde yeni bir seçim
var ve muktedirler parlamentoda Anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde etme
hesapları peşindeler. Hatta bunu Kürt mücadelesini yanlarına alarak yapmayı
planladıkları da ortada.
FB: Aslında rejim tüm veçheleri
itibariyle batağa saplanmış durumda. İktidar partisi olan AKP, kendini kurtarmanın peşinde ve bu amaçla
yapamayacağı, göze alamayacağı bir şey yok. Hârika trajedi yazarı Sophocles, Antigone
adlı ünlü oyununda: “ İnsan, iyiyle kötüyü birbirine
karıştırdığında, Tanrılar ruhunu öylesine feci bir felâkete sürüklerler ki,
artık felâketin farkına varmak için çok az zamanı kalmıştır” diyordu. Senin de söylediğin gibi AKP, kendini
kurtarmak için Kürt muhalefetini de yanına çekmek istiyor. Din soslu bir dikta
rejimini yerleştirmek için Kürtleri aldatma hesapları yapıyor. Kürtler eğer
“kısmî” çıkar hesabıyla bu oyuna gelirlerse, bunun vebalinin altından bir daha
asla kalkamazlar. Şahsen öyle bir ihaneti göze alabileceklerini
sanmıyorum. Gerçi AKP’nin kendini
kurtarması mümkün değil ama Türkiye’nin AKP’den kurtulması mümkün ve bunu da
vakitle yapmak gerekiyor. Tabii ondan kurtulmakla da iş bitmiyor, bitmeyecek.
Onun yerini alacak olan sadece “daha az kötü” olabilir ve daha az kötüyle
düzlüğe çıkma ihtimali yok. Bu da radikal bir paradigma ve perspektif
değişikliğini dayatıyor. O halde eğri oturup doğru konuşma zamanı gelip çattı
demektir. Bir kere bu araba bu yükü taşıyamaz durumda. O zaman yeni bir
arabayla yola devem etmek zorunluluğu var ama önce o yeni arabayı üretmek
geriyor ki, yola devam edilebilsin. Kapitalizmden kopmadan, tutarlı ve kararlı
bir kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmadan artık karşı karşıya olduğumuz
sayısız sorunu çözmek ve yola devam etmek mümkün değil. Fakat acilen müdahaleyi
gerektiren bir durumla da karşı karşıyayız: AKP rejimi din soslu,
faşizm/bonapartizm karması, tuhaf bir rejime dönüştü-dönüşüyor... Tehlikeli
eşik hızla aşılmakta. O zaman bir ortak muhalefet cephesi oluşturmak şart.
Tarihte bu tür kritik durumlardaki basiretsizliğin yıkıcı sonuçlarına dair epey
örnek var... Onun için, aklını başına almayı gerektiren bir eşikteyiz...
“Rehin alma”
meselesine gelince, yaşam araçlarından yoksun, işsiz, aç, hiçbir gelire sahip
olmayan insanlara yardım edildiğinde, onlara bir şey verildiğinde, doğal olarak
verene kendilerini borçlu hissederler. Dolayısıyla vermek, bir bakıma egemen
olmak demektir. AKP de ülke zenginliğini yağmalar ve dar bir oligarşiye peşkeş
çekerken, geniş emekçi kesimler işsiz, yoksul, çaresiz duruma geliyor ve açlık
sınırında yaşamalarını sağlayacak yardımlar da ona oy olarak geri dönüyor.
Tabii bu durumu belirli bir eşiğin ötesinde sürdürmek mümkün değildir. Ama HES’lere
direnenlerin durumu farklı. Onlar varlık nedenlerini ortadan kaldıran bir
saldırıyla karşı karşıyalar. Suları, toprakları ellerinden alınıyor,
toprakları, suları, soludukları hava kirletiliyor ki, bu onların (tabii
hepimizin) yaşam koşullarının yok edilmesi demek. Böyle bir saldırı karşısında sessiz ve
tepkisiz kalmaları mümkün değil. Fakat bu tür mücadeleler daha kapsamlı bir
muhalefet hareketine dönüşmediği zaman, kalıcı başarı şansı yoktur.
G.Z: Galiba daha fazla
gecikmemek gerekiyor aşağıdan böyle bir muhalefet hareketi oluşturmak için.
“Felaketin farkına varmak ve önlemeye çalışmak için” bizim de çok az zamanımız
kalmış gibi görünüyor. Çok teşekkürler bu güzel söyleşi için.
F.B: Asıl benim sana teşekkür
etmem gerekiyor her halde!