“Patronların ve devletlerin
elinde ücretlilere karşı işsizlikten daha şiddetli bir zor aracı yoktur. Hiçbir
fiziksel baskı, coplayan, göz yaşartıcı bomba atan vb. hiçbir polis gücü…
Sadece bir saygınlık talep etme, insan yerine konulma olasılığını hayata geçirme iradesine karşı
hiçbir araç bu denli güçlü değildir. Gerçeklik, budur…”
Henri
Krasucki
(Fransa)
Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) eski genel sekreteri.
Fikret Başkaya
Televizyonda “uzman konuk” , uzun uzun işsizliğin “piyasanın normal
işleyişi sonucunda” nasıl sorun olmaktan çıkacağını anlatıyordu. Program
sunucusu genç kadın da uzmanın “bilimsel” açıklamalarını başını sallayarak
onaylıyordu... Acaba o profesör, işsizlikle ilgili gerçeği dile getirecek biri
olsaydı oraya çağrılır mıydı? Dahası profesör yapılır mıydı? Profesörün kafası
daha öğrencilik yıllarında geçerli neo-klasik iktisat teorisyenlerinin “bilim”
diye uydurduğu safsatalarla doldurulmuştur bir kere!.. Ve iflah olma şansı yoktur...
Dolayısıyla, söyledikleri sadece bilime, bilimselliğe değil, bu dünyanın
gerçeğine de yabacıdır ve başka türlü olması da mümkün değildir. Kimi zaman
‘kanaat önderi’ de denilen uzmanların misyonu da zaten şeylerin gerçeğini
ortaya çıkarmak değil, üstünü örtmek, olup-biteni kabullendirmektir. Maalesef
içinde bulunduğumuz çağ artık “neden” sorusunun zihinlerden silindiği, sadece
“nasıl” sorusuyla yetinildiği bir çağ... “Nasıl” sorusuyla şimdilik durumu
idare edebiliyorlar ne yazık ki!..
Burjuva iktisat teorisi veya aynı anlama gelmek üzere geçerli kovansiyonel
iktisat öğretisi, işsizliği, istisnai, geçici, önemsiz bir şey, bir tür yol kazası
olarak görür. Ve işsizliği de iradî bir şey sayar. İnsanlar işsizdir zira
verili ücret düzeyinde çalışmayı reddetmişler, boş zaman tercihi yapmışlardır..!
Tabii şeylere işçiler tarafından değil de, işveren kapitalist patronlar ve
onların devleti tarafından bakanların bu tür safsatalarla kendilerini ve
başkalarını aldatmaları mümkündür ama, şeylerin gerçeğine dokunmaları, nüfûz
etmeleri asla mümkün değildir.
Kapitalizm öncesi dönemde bu günkü gibi bir kitlesel işsizlik söz
konusu değildi. İşsizliğin yıkıcı ve yakıcı bir insanî-sosyal sorun haline
gelmesi, sanayi kapitalizmiyle başladı. Zira, eski çağlarda insanların üretim
ve/veya yaşam araçlarına yabancılaşması, istisnai olarak ortaya çıkan bir
durumdu. İşsizlik ( chomage, unemployment) kelimesi yakın tarihlerde
sözlüklerde yerini aldı. Zaten doyumluk ekonomi koşullarında işsizlik diye bir
sorunun esâmesi bile okunmazdı. Köleciliğin ve haraca dayalı üretim tarzlarının
ve/veya onun feodal denilen versiyonunun geçerli olduğu toplumsal
formasyonlarda, insanların üretim ve yaşam araçlarına, burjuva toplumunda
olduğu gibi bütünüyle yabancılaşması söz konusu değildi.
Kapitalizmle birlikte kitlesel işsizlik ortaya çıktı. Birincisi,
kapitalizm demek mülksüzleştirerek veya aynı anlama gelmek üzere, insanları üretmek ve yaşamak için gerekli
araçlardan mahrum ederek, proleterleştirerek, sermaye biriktirmek demektir.
Velhasıl her ileri aşamada toplumun bir bölüğü (çiftçiler, esnaflar, zanaatkârlar,
küçük ticaret erbabı, serbest çalışanlar...) üretmek ve yaşamak için gerekli
araçlardan mahrum ediliyorlar. Dolayısıyla yaşamlarını sürdürmenin yegane yolu,
emeğini satmak, ücretliler sınıfına dahil olmaktır. Zaten proleter kavramı da Latince
proletarius’tan türemedir ve hiç bir
şeyi olmayan, çıplak, korumasız, çulsuz... anlamındadır. Proleterin yaşamını
sürdürebilmesinin yegane yolu, emeğini satmaktır ama bunun hiç bir güvencesi
yoktur.
İkincisi, kapitalistler (kapitalist işletmeler) ücretleri düşürmek için
her zaman bir ‘yedek işsizler ordusuna’
ihtiyaç duyarlar. Yedek işsizler ordusu (rezerv işgücü) ne kadar büyükse,
çalıştırdıklarını daha yoğun, daha uzun ve daha da düşük ücretlerle
çalıştırabilmeleri mümkün hale geliyor... Zira, çalışanlar üzerinde “baskı”
oluşturan, onların yerini almaya hazır, binlerce, on binlerce işsiz ve çaresiz,
emeğini satmaya mecbur insan vardır. Marx, Kapital’in birinci cildinde bu
durumu şöyle ifade etmişti: “Bir yandan,
işçi sınıfının çalışan kesiminin
aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu
yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları,
aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda
bırakır.” Böylece kâr oranını ve sermayeyi büyütmek mümkün hale geliyor.
Zaten kapitalistin yegane kaygısı da dur-durak bilmeden kâr oranını, kâr kütlesini
ve toplam artı değerden aldığı payı, dolayısıyla sermeyesini büyütmektir. Onu öyle
davranmaya zorlayan da yıkıcı rekabettir... Kapitalist başka türlü yapamaz! Az
sayıda işçiyi olabildiğince uzun süre çalıştırmak ve çalışma yoğunluğunu
artırmak ve ücretleri olabildiğince düşük seviyelerde tutmak işin doğası gereğidir...
Üçüncüsü, kapitalizm doğası gereği, teknikçi bir sistemdir, teknolojiyi
sürekli yenilemek zorunluluğu var. Rekabet, üretim tekniklerini sürekli
yenilemeyi dayatıyor. Her teknik ilerleme de her seferinde daha az işgücü
kullanarak daha çok üretmeye imkân veriyor. Kapitalist mantığın geçerli olduğu
koşullarda her teknolojik yenilik daha çok işsiz, daha çok yoksul ve çaresiz
insan demeye gelir. Bu yüzden, 1810’lu yıllarda İngiltere’de Luddist hareketi,
haklı olarak makinaları kırma, fabrikaları ateşe vermeye yöneldiğinde, son
derecede haklı ve tutarlı bir şey yapıyorlardı... Çünkü üretim sürecine sokulan
yeni makinalar ve teknikler binlerce, on binlerce insanı işsizlik, açlık ve
çaresizlik ortamına itiyordu...
Ve dördüncüsü, kapitalizm, krizler üretmeden yol alamaz ve her krizde ilk
yapılan şey, çalışanların önemlice bir bölümünün işine son vermektir...
Eğer durum yukarda kısaca özetlediğimiz gibiyse, her türlü üretim ve
yaşam araçlarından yoksun, çalışmadığı zaman aç kalması mukadder olan birinin
“iradî” olarak çalışmama tercihi yapması mümkün müdür? Öyle biri için
“çalışmama özgürlüğü” diye bir şey olabilir mi? Eğer çalışmamanın karşılığı
açlık, yokluk, yoksunluk, sefalet, daha da ötede ölüm ise? Soma’da, Ermenek’te
ve başka yerlerde son bir kaç ayda 350’ye yakın maden işçisi trajik bir biçimde
ama biraz da herkesi utandıracak tarzda hayatlarını kaybettiler... Ekmek parası
için hayatlarından oldular. Aslında biraz meraklı biri, bu ölümlere dair
birazcık kafa yorarak, kapitalizmin işleyişine dair bir fikir sahibi olabilirdi.
Cinayet denmesi gereken kazalardan sonra oluşan kamuoyu baskısı, AKP hükümetini
bir şeyler yapmaya zorladı. Çalışma süreleri, ücretler ve iş güvenliği
konusunda kerhen de olsa bazı iyileştirmeler devreye sokulunca, maden
işletmelerinin patronları ocakları kapatarak oralardan çekildiler. Maden
ocaklarının kapatılmasının faturası işsiz kalan binlerce işçiye çıkmak
koşuluyla... Eğer çalışanların güvenliği için harcama gerekiyorsa, ücretler
sefalet ücretinin biraz da olsa üstüne çıkarsa ve çalışma süreleri “normal’
seviyeye inerse, biz o işte yokuz dediler, pılıyı-pırtıyı toplayıp gittiler... İşçiler işten atıldıklarını cep telefonlarına
gelen bir kısa mesajdan öğrendiler... Türkiye’de büyük emekçi çoğunluğun nasıl,
hangi şartlarda ne kadar çalıştığına dair “bilgiler” gazete ve televizyonlarda
hiç sorun ediliyor mu? Akademinin onu sorun ettiğini hiç duydunuz mu? Kaldı ki,
“el öpenler akademisinden” öyle bir şey beklenir mi? Çok sayıda insan sefalet
ücreti karşılığında günde 11-13 saat çalışıyor. Sabah saat 6’da kalkıp yollara
düşen ve eve akşam saat 10 da dönenlerin sayısı biliniyor mu? Büyük kentlerde
yolda harcanan zaman sorun ediliyor mu? Edilebilir mi? Onca çalışmanın,
eziyetin sonunda kazanılan para, bir insanı insanca yaşatmaya yetiyor mu?
Türkiye’de üç milyon issiz var dendiğinde bu neyi ne kadar ifade ediyor?
O rakam aslında işsizliğin kaç kişinin canını yaktığını söylemiş oluyor mu? Her
bir işsizin kaç kişiye dokunduğunu söylemiş oluyor mu? Televizyonlar, sabahtan
akşama, borsa-döviz-faiz haberleri veriyor. O haberler aslında kaç kişiyi
ilgilendiriyor olabilir? İşsizlerin akıbetiyle ilgili haberler de akıllarına
geliyor mu? Anayasa’da: Çalışma herkesin
hakkı ve ödevidir” deniyor. Eğer bir hak ve ödev söz konusuysa,
çalışmayanlar ödevini yapmamış olmuyor mu? Demek ki, ödevden kaçanlar var ve
cezalandırılmaları gerekirdi... İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de: “ herkesin çalışma, işini özgürce seçme,
adil ve elverişli koşullarda ve
işsizliğe karşı korunma hakkı vardır”, deniyor. Aradan 67 yıl geçmişken,
manzara nasıl görünüyor? Ne yazık ki, bir ilkeyi ilân etmekle, bir hakkı
tanımlamakla iş bitmiyor...
Bir şirketin çalıştırdığı işçileri işten çıkarması, bir “hak” sayılıyor
ama işçinin “haksızlığa uğraması” kimsenin umurunda değil. Dışardan bir örnek:
Otomobil devlerinden General Motors 2010
yılında Anvers’deki fabrikasını kapatmış ve yaklaşık 2.400 işçinin işine son
vermişti. Fakat, 1995-2008 aralığında Avrupa ve Amerika’daki fabrikalarındaki
toplam 187.000 işçinin işine son vermişti. Ve o zaman zarfında şirket
ortaklarına 16 milyar dolar kâr payı
(dividendes) dağıtmıştı... Bu rakamlar söylemek istediğimi özetlemeye yetiyor
mu?
O halde sadede gelebiliriz: İşsiz kalmak, sadece maddi güvenliği
kaybetmek değildir, açlığa mahkûm olmak değildir. İşini kaybetmek, aynı zamanda
“sosyal kimliğini” kaybetmektir, sosyal ilişkiyi, mesleğini kaybetmektir.
İşsiz, insanların (en yakınlarının bile) uzak durduğu biridir, herkesin
kendinden kaçtığı biridir. Bir kere işsiz kaldınız mı, artık bir mesleğin
erbabı olmanın hiç bir değeri yoktur, İster uçak pilotu, ister, kaynakçı,
bakkal, kuyumcu, öğretmen... olun, ehil
olmanın, kalifiye olmanın, bir bilgi ve beceri sahibi olmanın bir önemi ve değeri yoktur. Bir meslek icra
edilmiyorsa, yok demektir... İşsizse mesleksizdir... İşsizlik çaresizliktir, itibarsızlıktır,
moral zaafı ve psikolojik bunalıma girmektir... Hiçliğe mahkûm olmaktır ve işte
proleter böyle bir şeydir!
O halde ne yapılabilir veya yapılmalıdır? İşsizlik sorununu çözmek için
halen geçerli çalışma sürelerini mesela üçte bir oranında veya yarıya
indirmekle işsizlik sorunu anında çözülebilir ama böyle bir şey kapitalizm
dahilinde asla mümkün değildir.
Daha radikal çözümse, bir gelir elde etmekle, çalışma arasındaki bağı
koparmak olabilir. Herkes için her koşulda yaşamasına yetecek bir geliri
garanti altına almak... Üyelerinin bir bölüğünü işsizliğe, daha çoğunu da
yoksulluğa mahkûm eden bir insan toplumu arzulanır, insan haysiyetiyle uyuşur
bir şey midir? Böyle bir medeniyet sürdürülebilir midir? Eğer bu dünyanın
kaynakları herkese ait olması gerekiyorsa, eğer dünya dar bir oligarşinin “çiftliği”
değilse ve öyle olmaması gerekiyorsa, bu söylediğim neden
mümkün olmasın...