Fikret Başkaya
Başkanlık seçimini Donald Trump'ın kazanması, Amerikan ve bir kısım
Avrupa medyasını alarma geçirdi. Bazı büyük gazeteler ve haber siteleri sonucu apocalypse (kıyamet) manşetiyle
duyurdular. Gerçi, Trump kıyametin kapısını aralamamıştı ama, neoliberalizmin
ve burjuva demokrasisinin iflasını ifşa ettiği kesindi... Tabii bu arada medyanın ve yönetici elitlerin çürümüşlüğünü
de ifşa etmiş oldu. 1981 yılında Ronald Reagan "Büyük Amerika'yı yeniden
kurma" vaadiyle başkanlık koltuğuna oturdu. Geride kalan 35 yılda Amerika
küçülmeye devam etti. 2016'da Donald Trump da "Büyük Amerika'yı" ihya
etme vaadiyle başkanlığı kazandı. Fakat Amerika'yı II. emperyalist savaş ertesindeki
gücüne kavuşturması mümkün değil. Amerika küçülmeye devam edecek. İki nedenle:
birincisi, tarihte geriye dönüş yoktur; ve ikincisi, kapitalizm sorun çözme yeteneğini,
oligarşik yönetici elitler de kitleleri aldatma-oyalama yeteneğini kaybettiler.
Bu da demektir ki, artık yönetemiyorlar. Amerika'nın "yeniden büyük olması"
mümkün değil, zira, kapitalizm çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol olamıyor.
Dolayısıyla mevcut durum artık "kriz" kelimesiyle ifade edilebilir
değil. Bir uygarlık krizi söz
konusu...
O halde başta finans ve silah baronları olmak üzere, etkili büyük
lobilerin ve büyük medyanın, "müesses nizamın" efendilerinin Trump'ı
şeytanlaştırmasının sebebi ne? Çünkü Trump sistemin ayıbını açık etmiş oldu.
Malûm, "ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır" denmiştir... Gerçi
Donald Trump da sistemin bir ürünü, Amerikan oligarşisinin üyesi bir emlak
oligarkı ama yine de "a-tipik" bir şahsiyet. Trump işlerin kötüye
gittiğini seziyor ve emekçi kitlelerin "müesses nizama" büyük bir kin
duyduğunun farkında. İşçilerin,
issizlerin, yoksulların, sistem tarafından dışlanmışların öfkesini iktidara
dönüştürmenin mümkün olduğunu görmüş olmalı... Zira, geride kalan dönemde neoliberalizm
toplumun önemli bir kesiminin üzerinden buldozer gibi geçmişti. Sadece son on
beş yılda 60 bin fabrika kapanmış, yaklaşık 5 milyon sanayi işçisi işini
kaybetmişti. Ülkenin varı-yoğu piyasa ekonomisi- serbest ticaret retoriğiyle,
bir avuç finans baronu ve şürekası tarafından gasp edilmişti. Gelir dağılımı
adaletsizliği skandal boyutlardaydı. Amerikan toplumunun %20-25'i yoksullar
sınıfına 'terfi' etmişti. Bu, yaklaşık her beş kişiden birinin sistem
tarafından dışlandığı anlamına gelir... Kitleler başta Orta-Doğu olmak üzere, bir
çok yerde silah baronları hesabına peydahlanan savaşlardan da rahatsızdı. Eğer,
Hilary Clinton cephesi kazanırsa, nükleer bir dünya savaşı riski büyük bir
ihtimal olarak görülüyordu. Netice itibariyle Trump'a oy verenler, onu "daha az kötü" saydıkları için oy
verdiler... Trump'ın ne yapacağından çok, Obama'nın ve Clinton kliğinin ne
yaptığına baktılar... Özetle geride kalan 35 yılda ve özellikle de 2008
finansal krizi sonrasında olup-bitenlere baktılar... Onların gözünde Hilary
Clinton, militer-endüstriyel ve finans oligarşisinin, Wall Street parazitlerinin,
daha doğrusu %1'in adayıydı... Umut vadeden, inandırıcı bir sol alternatifin
yokluğu, onları Trump'a yöneltti.
Trump'ın yabancı düşmanı, ırkcı,
cinsiyetci olduğu, kadınları aşağıladığı, İslamafobik hezeyanları, mültecileri
ülkeden atmak istediği, vb. az-çok bir vakıa olmakla birlikte, bunlar sadece
onun ayıbı değildir. Zaten Amerikan eliti ve orta sınıfı WASP'lar (Beyaz, Anglo-Saxon,
Protestan) bidayetten itibaren ırkçıdır. Irkçılık onların genlerine işleyecek
kadar derinlerdedir. Amerikan devleti "Yerli Halkların" jenosidi ve
Afrika kökenli Siyahlara yönelik ırk ayrımcılığı temelinde kendini var
etmiştir. Daha bundan 60-70 öncesine kadar orada sürek avına çıkar gibi
"Zenci" avına çıkılır, kurbanların fotoğrafları çekilir ve topluca
seyredilirdi... Durum böyledir ama
Amerikalılar dünyanın geri kalanına 'insanlık dersi', "demokrasi
dersi" vermekten de geri kalmazlar...
Bir başka safsata da, ABD'yi demokrasinin timsali saymakla ilgilidir...
ABD, sınırlı bir 'bağımsızlık savaşı" sonunda mülk sahibi sınıflar
tarafından kuruldu. Kurucuların büyük çoğunluğu aynı zamanda büyük köle sahibiydiler.
Başka türlü söylersek, ABD, köle sahiplerinin devletiydi. Öyle bir rejimin
demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi olabilir miydi? "Kurucu Babalar"
yeminli demokrasi düşmanıydılar. Amerikan anayasasında demokrasi kelimesi yer
almıyor. Elbette bu, yer alsaydı bir şeyler değişirdi anlamına gelmez. Nitekim
Kenan Evren'in anayasasında demokrasi kelimesi tam 14 defa geçiyor ama o
anayasa demokrasiyi gerçekleştirmek için değil engellemek üzere hukuk dâhisi
profesörler tarafından emir-komuta dahilinde hazırlanmış ve Askeri yönetim
tarafından dayatılmıştı... Aslında ezilen-sömürülen halk kitlelerine karşı mülk
sahibi sınıflar ve devlet tarafından (ki bu ikisi bir ve aynı şeydir) kurulmuş
bir tuzaktı. Amaç devlet terör rejimini "meşrulaştırmak" ve dayatmaktı...
O anayasanın bir de %91,37 oyla kabul edilmesi, sahnelenen 'demokrasi oyununun'
ne menem bir soytarılık, ne utanmaz bir dalavere olduğunu da gösteriyor.
Batı demokrasisi veya 'temsili demokrasi' denilen, bidayette
demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlandı. Demokrasi kavramıyla uzaktan-yakından
bir ilgisi yoktur. Mülk sahibi sınıfların "nasıl yöneteceğiz?"
sorusuna verdikleri cevapla ilgiliydi. Ortada demokrasi diye bir şey yok ve hiç
bir zaman olmadı ama maalesef öyle bir şey olduğuna inanan çok... Peki neden? Bu
durum bir egemen ideoloji kategorisi olarak anlaşılabilir ve doğrudan ideolojik
kölelikle ilgilidir. Eğer gerçekten demokrasi gerçekleşmiş olsaydı, dünya bu
gün bu halde olur muydu? İnsanlık yerlerde sürünür müydü?
ABD'de seçimlerde oligarşiye oy veriliyor. Orada başkan olmanın,
senatör olmanın, Temsilciler Meclisi üyesi olmanın koşulu, zengin (milyoner,
milyarder, değilse tuzu kuru) olmaktır. Elbette istisnalar vardır ve "istisnalar
kuralı doğrulamak içindir" denmiştir.
Bir de başkan seçilmek için WASP olmak gerekir. Tabii Başkanlar arasında
(John F. Kennedy ve Barack H. Obama gibi) WASP olmayan iki istisna olduğunu da
hatırlamak gerekir. Başkan eğer seçilmeden önce milyoner değilse, koltuğu terk
ettiğinde ve sonrasında milyoner olması kesin gibidir. Dolayısıyla Amerikan
rejimine uygun düşen sıfat, demokrasi değil, oligarşidir.
Kaldı ki, insanların önemli bir bölümü "seçim oyununa" dahil
olmayı reddediyor. Oy kullanmıyor. Zira, kullandıkları oyun bir karşılığı
olmadığını biliyorlar... Seçmenlerin yaklaşık yarısı oy kullanmıyor. Kullananların
yarıdan bir fazlasını alan parti iktidar oluyor. Seçilenler güya toplumun yaklaşık
dörtte birini "temsil ediyor" ve ona demokrasi diyorlar... Tabii
seçimlere katılım Yüzde yüz olsaydı bile değişen hiç bir şey olmazdı. Zira
ortada temsil diye bir şey yok ve olması da mümkün değildir...
Fakat yine de durumun nüanse edilmesi gerekir. Amerika'yı yönetenler ne
başkanlardır ne de oligarşinin hizmetindeki siyasi partileridir. Aslında ABD,
oligopoller, finans baronları ve onların finanse edip araziye sürdüğü büyük
lobiler tarafından yönetilir. Orada siyasi partiler Oligopollerin bir
uzantısıdır sadece. Partiler, seçimler, kurumlar, söylemler, vb. kitleleri
aldatmak içindir. Dolayısıyla yeni başkan Donald Trump'ın ve ekibinin
yapabileceklerinin sınırı, son tahlilde Establishment
tarafından belirlenecektir. Tabii her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır ve
üslup farkı da normaldir... Ne demek istediğimi görmek için, Cumhuriyetçi Jr.
Bush'un yerine seçilen Demokrat Obama'nın neyi ne kadar yaptığına bakmak yeter.
Gelir gelmez Obama'ya barış ödülü verdiler. O da kendisine ödül verenleri
utandırmadı... Savaşı derinleştirerek, Orta-Doğu'yu kan gölü haline getirerek, Avrupa'nın
doğusunda tansiyonu yükselterek, Üçüncü Dünya Savaşı riskini
büyüterek, aldığı ödülün hakkını verdi... Tabii bu vesileyle kimlere neden "barış
ödülü" verildiğini de birazcık düşünmek öğretici olurdu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder