Salim TURGUT
12 Eylül’de tüm Türkiye,
cezaevlerine dönüştürüldüğü gibi, cezaevleri de ezaevlerine dönüştürülmüştü.
Anadolu’nun en ücra köşesinde ki cezaevlerinin bile tıka basa doldurulduğu bu
döneme üç cezaevi damgasını vurdu. Kitlesel olarak en yoğun hareketlerin
bulunduğu bu cezaevlerinde örgütlerin koyduğu tavırlarla da tarihteki yerini
aldı. Bu üç cezaevi sırasıyla Mamak, Metris ve Diyarbakır’dı.
İstanbul’da bulunan Metris’in
niceliksel yoğunluğunu Devrimci Sol oluştururken, Ankara Mamak’ı Dev-Yol,
Kurtuluş ve Halkın Kurtuluşu, Diyarbakır cezaevindeki yoğunluğu ise PKK’li
tutsaklar oluşturmuştu. Bu üç cezaevinde de 12 Eylülcülerin uygulamaları ve bu
uygulamalara karşı tutsakların duruşları da farklı olmuştur. Kitlesel yoğunluğu
olan örgütlerin tavırları cezaevlerindeki uygulamaların niteliğinde de
belirleyici bir rol almıştır.
Metris’te Türkiye devrimci
örgütlerin büyük çoğunluğundan temsilciler olması ve bunların direnmiş olmasına
rağmen, Dev-Sol’un kitlesel yoğunluğunu ve merkezi kadrolarının orada oluşu,
Metris direnişi ile ilgili olarak Dev – Sol’u bir adım öne çıkartmıştır.
Diyarbakır cezaevi ise insanlığın
bittiği yerdir. Hitler’in meşhur Yahudi kamplarında ki uygulamalarını
çağrıştıran yaptırımları ile Diyarbakır, yeni bir Auschwitz olmuştur. İnsanım
diyen herkesin adını anmaktan utandığı yaptırımlar, Mazlum Doğan’la başlayıp
dörtlerle devam eden kendini yakmalar ve Temmuz 1982’de başlatılan ölüm orucu
sayesinde geriletilmiştir. 1980’den hemen sonra teslim alınan Diyarbakır, daha
sonra ödenen ağır bedeller karşılığında direnişin de sembol cezaevlerinden biri
haline gelmiştir. Diyarbakır’da teslimiyete son veren direnişler, aynı zamanda
Kürt özgürlük hareketinin de ilk nüvelerini oluşturmuştur.
Mamak Türkiye devrimci
hareketinin en kitlesel üç hareketinin hem merkezi, hem de niceliksel olarak
yoğun olduğu bir cezaevi konumundadır. Dev- Yol, Kurtuluş ve Halkın
Kurtuluşu’nun karar ve tavırları bu cezaevine de damga vurmuştur. Çoğunluğunu
THKP-C Acilciler davası tutsaklarının oluşturduğu ve dört beş örgütünde içinde
bulunduğu, 12 Eylül’e karşı başlatılan uzun soluklu ilk kitlesel açlık grevi 7
Temmuz 1981 tarihinde Mamak’ta başlamasına rağmen, kitlesel yoğunluklu
hareketlerin bu direnişin dışında kalmaları, Mamaklaşmaya karşı başlatılan
başkaldırının başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. İşkence ve
baskıların yoğunluğu ve bu işkenceler karşısında bir direnişin örgütlenememesi
Mamak’ı / Mamaklaşmayı teslimiyete evirmiştir.
Metris ve Diyarbakır cezaevleri
12 Eylül’ün yaptırımlarına karşı direnişin sembolü olurken, Mamak ise
direnememiş olmanın sorumluluğu ile tarihteki yerini almıştır.
Mamak Askeri Cezaevine 12 Eylül
tüm Türkiye’den önce gelmiştir. İdam hükümlüsü iki faşistin Mamak’tan
kaçırılmasının ardından başlayan baskılar, Mamak’a adım adım 12 Eylül’ü
getirmiştir. THKP-C Acilciler davasından tutuklu bulunan Mustafa Yalçın,
askerlerin devrimci tutsaklara saldırısının ardından katledilmiştir. Böylece
Mamak ilk şehidini vermiştir. Mustafa Yalçın’la başlayan devrimci tutsakların
katli İlhan Erdost’la devam etmiş ve Necdet Adalı, Erdal Eren ve Levon
Ekmekciyan’ın idam edilmeleri ile sürmüştür.
Mamak Güvenlik Komutanı Albay
Raci Tetik, yaptığı uygulamalarla Mamak’ı tutsaklar için ezaevine
dönüştürmüştür. Sonradan birçok cezaevinde de denenecek olan yaptırımların
öncülleri Mamak’ta denenmiştir. Mamak’ta başarılı uygulamalar, diğer
cezaevlerinde uygulamaya sokulmuş ve bazılarında uygulanmış bazılarında
uygulanamadan son bulmuştur.
İnsanın insanlıktan çıkartıldığı,
her türlü gayri insani uygulamaların denendiği Mamak’ta, niceliksel olarak
yoğun örgütlerin de içinde bulunduğu bir direnişin örgütlenememesi, Mamak’ın
kötü sonunun hazırlanmasında etkili olmuştur.
Öyle zaman olur ki orada
vereceğin karar, koyacağın tavır tüm tarihi etkiler.
Mamak cezaevinde doğru şeyler
kararlar alınıp doğru şeyler yapılamadı. Bu yüzden ‘Mamaklaşma’ denilen süreç
yaşandı. Metris ve Diyarbakır direnişin sembolü olurken Mamak teslimiyetin
sembolü oldu.
Tarih, yaşanılanların
belleklerden damıtılmasıdır. Tarihin kayıtlarına geçen her bilgi bir gün ortaya
çıkar. Bu bilgi yalın ve abartısızdır.
12 Eylül geçeli tam 34 yıl oldu.
Bir insan yaşamı için 34 yıl çok uzun, ama insanlık tarihi için ise kısacık bir
süredir. Bu yüzden tarihteki olayların ve kişilerin yerli yerine oturtulması da
bu zaman diliminde er geç gündeme gelecektir.
Yakın tarih üzerine kalem
oynatmak hem kolay hem de çok zordur. Kolaydır, çünkü yeni yaşanmıştır. Zordur,
Çünkü yaşayanlar yaşamaktadır. Bu yüzden yakın tarihe ilişkin subjektifizmden
uzak nesnel olmakta insanlar genel olarak zorlanır. Objektizimle yola çıktığını
söyleseler de genel olarak subjektifizme kayarlar.
Objektif olabilmek aynı zamanda
kendini eleştirebilmekten geçiyor. Tarihe bakışta nesnellik bunun için çok
önemlidir.
Son dönemlerde yakın tarihe
ilişkin bir biri ardı sıra kitaplar yayınlanmaya başlandı. Ağırlıklı olarak 12
Eylül’ün en karanlık dönemlerini içeren bu eserlerin yazarları kendi
pencerelerinden dönemi okuyucuya aktarmaya çalışıyorlar. İyide yapıyorlar.
Çünkü yakın tarihin karanlık olaylarının gün yüzüne çıkartılması ve günümüze
taşınması için bu aktarımlar şart.
Yakın tarihimize ilişkin yeni
çıkan kitaplardan biri de Fikri Günay’ın ‘’Mamak’’ adlı anı kitabı.
Fikri Günay, 24 Aralık 1979
tarihinde girdiği Mamak Askeri Cezaevinden 8 Eylül 1982 tarihinde
ayrılışına kadar geçen sürede yaşadıkları ve gözlemlediklerini tarihe not
olarak düşmüş.
Anı yazmak zordur. Zor olduğu
kadar da büyük bir cesaret gerektirir. Sonuç itibariyle anı bir insanın
belleğinde kalanlardan oluşuyor. Bu bellek bazı zamanlar yanıltıcı olabiliyor.
Anılar, tek kişinin belleklerine dayalı olarak kalem alındığında birçok eksik
ve hataları da barındırabilir. Yaşanılanları, birlikte yaşayanlarla
doğrulamasının sağlanması, o anıları da bireysel bellekten çıkartıp ortak
bellek haline dönüştürür.
Bildiğim kadarıyla Fikri Günay’da
Mamak anılarını uzun bir sürede kaleme aldı. Bu uzunluk, kitabın yazılmasından
daha ziyade, bireysel belleğin yerine ortak belleği arama çabasıydı. Dönemi
birlikte yaşadığı birçok arkadaşına yazdıklarını gönderip eleştirilerini alarak
düzeltmeler yaptı.
Fikri Günay, Mamak’ta geçirdiği
yaklaşık üç yıllık sürede yaşadıklarını anlatırken oldukça objektif davranıyor.
Mamak’ın 12 Eylül’e karşı direnememesini sorguluyor. Mamak’ın Mamaklaşmasında
belirleyici rol üstlenen örgütleri eleştirdiği gibi kendisini de bu süreçte
doğru tavır koyup koymadığı konusunu sorguluyor. Genelde yazılanlarda yazar
kendini pek sorgulamaz. Bu anlamıyla Fikri hoca anıları subjektifizmden uzak
gözüküyor.
Fikri Günay ve bazı arkadaşların
yayınlamaya başladıkları eserlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tarih
bilincinin gelecek kuşaklara aktarımının sağlanabilmesi için bu tür kitaplara
ihtiyaç var. Dönemi yaşayan birçok arkadaştan da benzer eserler beklemek biz
okuyucuların hakkı. Fikri hocama kitabı için hayırlı olsun derken, diğer
arkadaşlara da ‘ne zaman?’ diye sormadan edemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder