Yalçın Küçük
Birinci tez şudur, “30 Mart 2014 Seçimleri” ile sonucunun hiçbir
önemi yoktur. Seçim öncesi çok daha mühim olmuştur, pek vurucu ve dağıtıcı
geçti; sonrası sadece sanaldır, geçici, Fransızca, un succes éphémere,
diyebiliyoruz. Öncesinde Akepe ve hassaten Erdoğan bitmiştir ve “ bittii”;
artık kendini taşıması imkânsızdır. Şöyle de söyleyebilirim, hükümetini
sürdürmesi kanunların ruhuna aykırıdır. Bundan böyle kanunsuzdur. “Hırsız”
denmesinden daha fatal, yok edici olan, kanunsuz sayılmasıdır. Çünkü kanun ve kanunsuzluk
doğaya ve topluma işler ve şimdi infaz edilmesini bekliyoruz.
İkinci tez şöyledir; bu seçimlerin gösterdiği ve pek önemli olan
ise şudur, Türkiye’de seçimlerin sonuna ulaşılmıştır ve “the end of elections”
diyebiliriz. David Fromkin’in meşhur kitabı misli, “an election to end all
elections” da diyebiliriz. Bunu, ceteris paribus varsayımı ile, bundan böyle
her seçimin sonucu aynıdır, şeklinde anlamak durumundayız. Bundan böyle seçim
yapmak anlamsızdır. Ahmaklara uygundur; şimdi seçmenin yarısı morg’dadırlar ve
morg hayatı yaşıyorlar.
Üçüncü tezi yazıyorum, halkın ırz düşmanlığına ve hırsızlığa ve
gaspa duyarsız kaldığı tespitleri de ahmakçadır. Doğru tespit, böyle halk
olmadığı ve kalmadığıdır.
Halklar, by definition,
duyarlıdırlar ve duyarsız olanlara, “sürü” diyoruz. Morg’da yaşıyorlar.
Morgda yaşayanın duyması,
uyarılması ve uyanması imkânsızdır. Dolayısıyla geçen “seçim olmayan seçim”,
Türkiye’de seçimlerin sonunu göstermiş olup son seçimdir. Şöyle de
açıklayabiliyoruz, seçmenlerinin yarısı morgda yaşayan bir memlekette, asıl
yaşadıklarımızı “the end of history” olarak tavsif etmek zorundayız.
Tarihi işletmek gerekmektedir.
Ama zordur.
Zor’a bağlıdır. Mümkündür.
Muhtemel mi, bize bağlıdır.
Dördüncü tez, kısmen teoriktir ve Marx’ın “opium” tarifini,
teknolojinin ilerlemesine uygun bir şekilde, ayrıca şiddetlendirip haz ögesini
çıkararak, “morg” ile değiştirebiliriz. Daha uygun olanı aramak durumundayız.
Din, soğutucudur. Bu nedenle,
1979 ve 1980 yıllarında, ezcümle, “Ordu gelecek, iktidarı alacak, Erbakan’ı
hapse atıp çok daha yoğun islamcılık yapacak” derken, hem Ordu’yu ve hem de
islam’ı biliyordum. Ordu da biliyordu; Erbakan’ın ötesi morg’dur. Yarımız
morg’dadır.
Beşinci tez cilvelidir.
Eylülist Diktatör General
Kenan Evren’in dava edilmesi ve 26 no’lu Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Başbuğ’un hapse atılması, tarihin cilvesi ve cilvenin tarihidir. Buna rağmen ve
belki de bu nedenle tarih açılamamıştır. Ancak seçimlerin sonu, bir anahtar kapasitesindedir.
Yüzde kırk beşi, akepe’nin,
Medine ve Morg kapasitesidir. “Ağyar olanlar”, yüzde beş, çıktılar. Bu çıkışı,
Kürt siyasal partisinde de görüyoruz. Bunlar her zaman var olan serseri
reylerdir ve her zaman hayal kırıklığı yaşarlar. Yaşadılar. Aslında hep
boğuldular.
Hayal kırıklığı, serserilerin
ikinci yaşamıdır.
Altıncı teze gelmiş bulunuyorum, “Medine” Kapasitesi ve sınırını,
bilerek, kullanıyorum. Tekrarlıyorum, Batı’da büyük islam alimleri çok zaman
Hazreti Peygamber’e, “Prophet of Medina” dediler, ve ben şimdi, “Religion of
Medina” tabirini, önermek istiyorum. Gasp, darp, kovma, yok etme, imamın harem
kurmada sonsuz özgürlüğü, esastır. Bunlar günah ya da ayıp değil ve övgüye yol
açan amellerdir.
Din’i, Medine’nin ve Hayber’in
pek zengin ve pek Yahudi, başkalarıyla birlikte, Nadir aşiretini, keserek,
kovarak, güzellerini alarak, kurmuştuk. O devirde, yedinci yüz yılın
başlarından söz ediyorum, evlilik free idi ve cinsler arasında seks ayrımı
tanınmamıştır. Belki geri ve belki ileri yaşadılar. Bilemiyoruz.
Şunu biliyoruz, Buhari’nin
hadisleri arasındadır. Zeynep Bint-i Cahş çok güzeldi, Peygamber bir kez intime
görmüşler, evlenmek istediler. Zeyd bin Harise ile evliydi, acele boşandılar.
Hazreti Peygamber ile evlendiler. Kaynaklar, Zeynep’i “muhacir” tarif
ediyorlar.
Ancak Zeyd, Peygamber’in
azadlısı idi, “evlat” dahi sayılıyor ve pek dedikodu yaptılar, o sırada bir
“işaret” geldi ki “ayet” de diyorlar, bu ve “mucize” pek daha doğrusudur,
çözülmüştür. Bunlara bakmıyoruz.
Artık günümüzü biliyoruz.
Yedinci tez, 2006 ve 2007 yılında, Tayyip Erdoğan’ın
cumhurbaşkanlığı iddialarını zayıflatmak üzere cumhurbaşkanlığı için üniversite
diplomasının gerekliliği ile sara hastalığını ortaya koyduğumda, “Caligula”
Kitabı’m işte budur, Ankara’nın en seçkin lokantası Trilye’de, benimle görüşen
en zengin müteahhitler, “peygamber hastalığı” diyerek savunmuşlardı;
beraberinde getirebileceği muhakeme zayıflıklarını, kibir ve acımasızlıkları
hiç görmek istemediler. “Grand Mal” Sara’nın büyük bir mantık zaafını da
beraberinde taşıdığını görmek istemediler. Sanki bana, “peygamber yolunda, tek
eksiği saradır” ve “teşekkür ederiz Yalçın Bey” dediler. Estağfurullah demek,
bana düşmektedir.
Sekizinci tez, Din-i Muhammediye’de hem çıkış ve hem son durak,
Medine’dir. Bu nedenle yedinci yüzyılın başında Medine’yi çalışıyorum ve Tayyip
Erdoğan’a Medine’den bakıyorum ve Kemal Karabulut Kılıçdaroğlu ile ailesini
Medine’de arıyorum. Ve “Nadir” Medine’dedir, işaret ediyorum. “Ayet” yerine,
Kur’an’a uygun olarak “işaret” ve bazen de “mucize” kelam ediyorum.
Böyle baktığım ve burada
aradığım için, Akepe’de oy düşmesini hiç beklemiyordum. Sonuçlara hiç
şaşırmadım. Medine’nin sürekliliği ayrı, kurduğum modelin doğru çıkmasına
sevindiğimi söylemek durumundayım. Ayrıca itiraf etmek istiyorum, bize,
sosyalistlere ve kemalistlere cinayetler tertip etmiş olan bir kökten gelen
birisinin cumhuriyetçi tercihi ve oyları ile Ankara’ya reis seçilmemesinden de
ziyadesiyle memnun oldum. Bir ihanet önlenmiştir.
Silivri’den Ankara’ya avdet
ettiğimde, elektrik direklerinde bu eski düşmanımızın “siyaset yok, hizmet var”
afişlerini buldum. Biz “siyaset yok” diyen bir siyasetçiyi faşist sayan bir
mektepten geliyoruz. Devam ediyorlar. Marx Okulu’nun bize öğrettiği budur.
Okulumuzdayız.
Dokuzuncu tez olarak, bu önemsiz seçimlerin iki önemli işaretini
kaydetmek istiyorum. Doğu Perinçek’in
İşçi Partisi, uzun bir zamandır, intihar yolundaydı ve anladık ki, artık yolunu
tamamlamıştır; intiharı hatmetmiştir. Uzun zamandır, imam-hatip okullarını ve
türban’ı kabul ile anti-kapitalist eğilimleri sansür ediyordu; akepe’yi
desteklemekte ve mehepe’ye yaklaşmak istemektedir. Sol ve sosyalizm ile bağı
kalmamıştır ve son kurultayından, tesadüf mü, “ülkücü albay” olarak
tanıttıkları birisi hariç, Silivri’de yatan, bir ölçüde solu bilen kıdemli
kadrolarını tasfiye etmiş, ki devlete bir işaret olarak anlıyorum, ve apolitik
isimleri ve sadece isimleri, yönetimine alarak, çıkmıştır. “Üçüncü Partisi”
sayabiliriz, fakat, bir “Doğu Perinçek
Cemaati” olarak telakki etmek daha doğrudur; yoluna böyle devam edebilir,
öyle tahmin ediyorum. Başarılar diliyorum. Arkadaşlığımız var.
Onuncu Tez’e gelmiş bulunuyorum. Cumhuriyet Halk Partisi,
Cumhuriyet’e ihanet edenlerin eline geçmiştir. Oyun içinde oyun oynadılar ve
adaylar ile yerlerini Parti’nin değil, oligarşinin bürolarında, belirlediler.
Çankaya, Beşiktaş, Kadıköy misli sonucu belli ve sağlam büyük yerleri,
cumhuriyet düşmanlarına ve iltizama verdiler. Bunlar ve tabii başta Karabulut
Kemal, artık, parti içi, savaş kışkırtıcısıdırlar.
Savaşın kabulü, kanunların
ruhuna uygun ve gereğidir. Hainler, sorumludurlar ve adını daha önce verdiğim
altı kişi, mutlaka, bir Özese Divanı’nda yargılanacaklardır, güveniyoruz.
Buradayız.
Cumhuriyet Halk Partisi
bayrağıyla, son seçime, Fethullah Gülen girmiştir. Başkanı, Kemal Karabulut
Kılıçdaroğlu, Fethullah Gülen’in kasetlerini okumuştur. Kaset düzeneği, kısa
bir zaman önce, bizleri, zındanlara koymak ve karalamak için kullanılıyordu ve o
zaman, Gülen’in kasetlerini Tayyip Erdoğan çalıyordu ve hepsini Erdoğan
çalmıştır. Şimdi bu kasetler, Said-i Nursi ile öğrencisi Fethullah Gülen
arasındaki bir Medine Savaşı’nın borazanı oldular; Kılıçdaroğlu
borazancıbaşıdır.
Yalnızca borazan çalma kabiliyeti
var.
On birinci tez, her zaman olduğu üzere acıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin
Fethullah Cübbesi örtünmesinin, cehepe için, benim önce Anayasa Referandumu
sırasında ısrarla işaret ettiğim üzere, Kılıçdaroğlu ve adamlarının Fethullah
Gülen’e bağlı olmasını ispatlamasından başka hiçbir yararı yoktur. Bunun
dışında Fethullah Gülen’in son seçime, “seçimleri bitiren seçim” de
diyebiliriz, Kuruluş’un Kurucusu CHP ile girmesinin, görünüşteki bu iki tarikat
arasındaki savaşın Erdoğan’ı çırılçıplak yakalaması bir yana, sadece iki büyük
yanlışı ortaya çıkarmaya yaradığını da görüyoruz. Yanlışlardan birisi, Gülen’in
kontrol ettiği bir oy kütlesi olmamasıdır; yoktur. Oyu olmayan ve ayrıca oy
nakli yapamayan bir tür semi-illegal örgüttür. Tarikat tarafı pek zayıftır,
ritüelleri yoktur ve kendisine ait bir camii bulunmamaktadır. Her tarafa
gidebiliyor ve sızabiliyorlar. Sızma, ahlakıdır.
Başta Karabulut Kemal’in,
Fethullah’ı bir oy deposu olarak göstermek istemesi, her zaman olduğu üzere,
yalnızca bir dolaptır. Fethullah cübbesinin bu kurucu Parti’ye oy getirmediğini
ve eksilttiğini söyleyebiliyoruz. Biliyoruz.
Devam ediyoruz ve On İkinci tez’deyiz. Şudur, “seçimlerin
ilk ve büyük mağlubu Fethullah Gülen’dir” formülü daha büyük bir yanlış olup,
ayrıca saçmadır. Aptalca bir formüldür; Gülen’de kaybetme karakteri
göremiyoruz, ne kaybedebilir ki; bazen Rasputin’i hatırlatan bir reis ve
kütleselleşmekten çok, devlete sızmaya çalışan ve büyük zenginler ve
şirketlerde, medya dâhil, örgütlenmeye çalışan bir harekettir. Böyle bir
hareketin kaybetmesi mümkün değildir ve şirketlerdeki ve gazete ve
televizyonlardaki gücü azalmamıştır. Müritleri, sol partileri kıskandıracak bir
bağlılık, mücadele ruhu ve dayanıklılık gösterdiler. Demek ki, hem kaybetme
organları yoktur ve hem de kaybetmediler.
Şu noktaya işaret etmemin
sırası gelmiş bulunuyor. Tekrarlayabilirim, “paralel yapı” cahilane bir
kullanıştır ve devlet de Tanrı misli şirk ya da ortak kabul etmiyor ve asla
içinde barındırmıyor. Fethullah Gülen Tarikatı ile esas olarak Said-i Nursi bir
parti oldular ve sonra ayrıldılar. Radikal bir ayrılık olmamakla birlikte
Medine Savaşı yaptılar, mümkünse birbirinin derisini yüzmeyi denediler. Hind
bint-i Utbe’nin, yine Medine’de, Peygamber’in kuzeni Hamza’nın, Uhud’da
ölmüştü, kulak ve burnunu doğrayıp küpe yapmasını ve ciğerini çıkarıp yemek
istemesini hatırlıyor ve hatırlatıyorum. Pire için katlederler.
Seçimlerin öncesinde,
Erdoğan’ın bakanı, Erdoğan Bayraktar, hırsızlıkla suçlamaları için “ne
yaptıysam Erdoğan’ın emri ile yaptım” demiştir. Gülen’e yakın, uzaklaştırılan
İstanbul Emniyeti İstihbarat Şubesi Eski Müdürü Ali Fuat Yılmazer, ki bütün
tutuklama dosyalarımızı hazırlayan adamdır, tutuklamaların hepsinin,
Başbuğ’unki dâhil, Tayyip Erdoğan’ın emri ile yapıldığını, görgüye dayalı bir
tanık olarak, açıklamış ve teyit etmiştir. Erdoğan’ı bitirenler bunlardır ve
artık “lame duck” diyebiliyoruz. Aslında tabir budur ve topaldan çok ötededir.
Akepe bir devşirme ve
kucaklama partidir; adamı yoktur ve hep kucakta taşınmıştır. Bundan sonra da,
Gülen’in yarı-gizli ekonomi-politik örgütüne bir zarar vermesi zordur. Bağırır
ve çağırır, ama, arkası yoktur; ortak bir parti idiler ve arkası hâlâ güçlüdür.
Arkada kalan Hayati Yazıcı Fethullahi rengini açıklamıştır, Erdoğan’ın en
güveniliri idi ve şimdi Erdoğan’ı frenleyenlerin başında ve hala bakanlıktadır.
Bülent Arınç ile Abdullah Gül, Gülen için kalkandırlar. Reha Denemeç de
buradadır. Öyleyse Erdoğan, bundan sonra, rabia’da bir reis’tir. Görüyoruz.
On üçüncü tezde şu var; Erdoğan, davaları kabul etseydi, bu kadar
eskimezdi ve şimdi Oscar Wilde’ın, Dorian Gray’in Portresi’nden başka bi-şi
değildir ve tam öyledir. Portre yırtılmış ve gerçek yüz çıkmıştır ve bu yüzle,
bundan böyle hiç kimsenin Türkiye’yi yönetmesini düşünemeyiz. Kanunların Ruhu
var.
(Devam edecek)
Kaynak: Odatv.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder