Cemil Gündoğan
Yeni Tarihsel Eğilimin Türkiye’deki Çatışmaya Etkileri
Ulus-üstü ölçekte entegrasyon ve merkezileşme, ulus-altı ölçekte cemaatlere
bölünerek ayrılma eğiliminin dönemin tarihsel-sosyolojik eğilimi olarak
tanımlanabileceğini belirtmiştim. Acaba bu eğilimin Türk devletiyle Kürt ulusal
hareketi arasındaki çatışmaya etkileri nasıl olacaktır?
Genel bir tespit olarak, bu eğilimin Kürt hareketiyle Türk devletine olan
etkilerinin aynı yönlerde ve aynı biçimlerde olmayacağını söyleyerek
başlayabiliriz. Kürt hareketi bazı noktalarda, Türk devleti ise daha başka
noktalarda bu eğilimden daha fazla etkilenecektir. Ayrıca bunlardan her birinin
maruz kalacağı etkilerin tümü de aynı yönde işlemeyecektir. Örneğin, aynı
eğilimin aynı aktöre olan bazı etkileri geliştirici yönde olurken, diğerleri
köstekleyici bir nitelik taşıyacaktır. Dahası bunlar, içinde hareket ettikleri
bağlama göre değişikliklere uğrayacak olan hareketli etkilerdir. Bu durum,
karmaşayı iyice arttırıyor ve söz konusu eğilimin taraflara muhtemel etkilerini
ortaya koyacak sabit bir matris yapmayı anlamsız kılıyor. Bunun yerine, söz
konusu eğilimin taraflara nasıl yansıyabileceğine ışık tutabilecek bazı
örnekler vermek daha anlamlı olacaktır.
Mesela Kürtler, uluslaşma sürecine görece geç girmiş bir toplumdur. Böyle
bir toplum, son bir yüzyıldır uluslaşmanın bütün aşırılıklarını tek tek yaşayıp
tüketmiş bir toplum olan Türklere oranla ulus-altı çözülme eğiliminin etkisine muhtemelen
daha az açık olacaktır. Zira Türklerde ulus, deyim yerindeyse, kemale ermiş,
artık pörsümeye başlamıştır, Kürtlerde ise henüz birçok yönden yükselme dönemini
yaşamaktadır. Kısaca açayım.
Kürtlerin, Kürt olarak yaşadıklarından üretip ulusal ortaklığın harcına
dönüştürerek tükettikleri tecrübeler henüz sınırlıdır. Mesela Cumhuriyetin ilk yirmi
yılında yaşanan ve bir ortaklık alanı yaratmak bakımından olağanüstü güçlü
zeminler sunan katliamlar bile bütün topluluğun tükettiği bir ortaklık alanına
dönüştürülemedi. Çünkü ortada bunu yapabilecek bir ulusal hareket yoktu.
Dolayısıyla toplumun ezici çoğunluğu, bütün o cehennem yıllarını kısmi, kopuk
ve yerel reaksiyonlarla, yani kendi özel mecraları içinde izleyip tüketti.
Oysa aynı tarihlerde Türkler, “Milli Mücadele”
adıyla kodladıkları tecrübelerden yeni bir ortaklık alanı çıkarmış ve bunu
Osmanlıdan kalma kırık-dökük, parçalı ve benzemez toplulukları homojen tek bir
toplum içinde kaynaştıracak bir eritme kazanına dönüştürdüler. 1970’lere
vardığımızda, Türkler bu kazanın içine atabilecek malzemeyi büyük ölçüde
tüketmiş, elde edebileceklerinin azamisini de elde etmişlerdi. Artık yavaş
yavaş, o kazanın o zamana kadar eriterek benzeştirdiklerinin çözülmeye
başladığı bir döneme giriyorlardı. Kürtler ise, ancak o dönemde mevcut ilişki
sistemini tersyüz edebilen bir bakış açısı oluşturabildiler (bunda sosyalizmden
aldıkları radikalizmin etkisi büyüktü) ve kendi adlarına bir karşı toplumsallık
alanı yaratmaya koyuldular.
Kürtlerin başlattığı bu yöneliş, ancak 1990’ların başı itibarıyla mantıki
sonuçlarına ulaşabildi. Artık bir Türk ile bir Kürt, gözlerinin önünde yaşanan bir
ve aynı olaya birbirinden çok farklı anlamlar yüklüyordu. Örneğin sıradan bir Türk’e
göre Saddam benzeri bir diktatörden öte bir şey olmayan Abdullah Öcalan, sayıları
artık milyonlarla ölçülen bazı Kürtlere göre dünyadaki en değerli liderdi. Buradaki
yarılma, Kürtlerin, yeni toplumsal tecrübeleri Kürtlük adına işleyen bir
ortaklık alanının parçasına dönüştürebilecekleri mekanizmayı kurduklarını
gösteriyordu ve Kürt tarihinde yeni bir aşamaya işaret ediyordu. Fakat o
dönemde devlet de 70’lerden kalma Kürt aydın kuşağı da (başta İsveç’teki
aydınlar olmak üzere) bu gelişmeyi tam olarak anlayamadılar. Değişimi
anlayabilen veya sezebilen Vedat Aydın gibi aydınların bir bölümü, devletin kırım
makinasından geçirildi. Canlarını kurtarabilenlerin büyük çoğunluğunun, birer
aydın olarak daha sonraki sergüzeştleri ise oldukça acıklıydı. Ama işin bu
tarafı bu ayrı bir tartışmanın konusudur.
Oysa aynı dönemde, Kürt hareketindeki yükselişin gaz verdiği, köpürtülmüş
mafyatik milliyetçiliğin yarattığı toplumsal kasılmalar hariç tutulursa Türklerde
ulus pörsüyor, Türklerin tümünü kucaklayan ortaklık alanları daralmaya başlıyordu.
Avrupai Türklerle Asyatik Türklerin kapışıp devletin el değiştirdiği son on
yılda ise bu daralma iyice belirgin bir hal almıştır. İşte, ulus-altı ayrışma eğiliminin kendi
etkilerini daha fazla hissettirmeye başladığı yeni süreci Türkler ve Kürtler bu
koşullar altında karşılıyorlar. Bu durumda iki toplumun bu eğilimden etkilenme
biçimleri kaçınılmaz biçimde farklı olacaktır.
Biraz daha somutlaştırırsak, içinde
bulunduğumuz dönem itibarıyla, Kürtlerdeki
ulusal birlik ve entegrasyon dinamiklerinin Türklerdekilerden daha diri
olduğunu söyleyebiliriz. Bunu tek tek olaylarda gözlemek gayet kolaydır.
Mesela Suriye Kürdistan’ında ilk hareketlenmelerin başladığı dönemi
hatırlayınız. Apocusuyla, Barzanicisiyle Kürtlerin büyük çoğunluğu aynı heyecan
dalgasına kapıldı. Ortak bir silkinme havası her tarafı sardı. Ve bütün bunlar
Türklerinkiyle kıyaslandığında çok daha küçük ve çok daha amatör bir medya
ağının varlığına rağmen oldu.
IŞİD’in Şengal’e yönelik saldırısı bir diğer örnektir. Sincar katliamı
Kürdistan’ın dört bir tarafında ortak bir infial yaratmakla kalmadı,
birbirleriyle çatışmanın eşiğine gelmiş olan DKP ile PKK’nin bazı yerlerde
ortak mevzilere girmelerine de sebep oldu.
Bütün bunlar, ulusal
bütünleşme eğilimlerinin Kürdistan’da hâlâ canlı bir dinamik olarak işlediğini
gösteriyor. Bu yazı dizisinde sözü edilen tarihsel-sosyolojik eğilim,
Ortadoğu’daki sınırların silikleşmesine katkıda bulunarak bu dinamiğe özel bir
güç katıyor. Bu, geç uluslaşmanın sebep olduğu bir durumdur ve yeni dönemde Kürt
siyaseti için bir fırsat yapısı anlamına geliyor.
Buna karşılık Türklerde, her yeni olay, yeni bir bölünme veya kapışma vesilesine
dönüşmekte, bunun sonucu olarak bütün Türkleri ortaklaştıran alanlar kan
kaybetmektedir. Rahat karşılaştırma imkânı veren bir örnek seçelim ve IŞİD’in Telafer
ve Tuzhurmatu gibi yerleşim birimlerinde yaşayan Türkmenleri katletmesine karşı
Türkiye’de gösterilen tepkiye bakalım. Sizin de dikkatinizi çekmiş olmalıdır,
bu olay karşısında Türkiye’de ortaya çıkan Türk
tepkisi, İslamcıların kendi özel ajandalarının bir parçası olarak harladıkları
Gazze’deki katliamlara karşı gösterilen İslami
tepkinin yanında devede kulak seviyesindeydi. Bu tepkiyi, IŞİD’in, yine aynı
bölgedeki Yezidilere yönelik katliamına karşı Kürtlerin gösterdiği küresel
tepkiyle karşılaştırırsanız aradaki farkı görürsünüz. Bunun manası şudur: Türkiye’deki her bir cemaatin kendi ortak
alanlarını besleyen dinamikler, Türkiye’de, Türk ulusu denilen ortaklığı
besleyen dinamiklere göre giderek daha fazla öne çıkmaktadır.
Elbette, bunu söylemekle, Türklerin milliyetçilikle işlerinin bittiğini,
Türkler arasında ulusa denk gelen bir ortaklık alanın kalmadığını ileri sürmüş
olmuyorum. Tersine, Türklerde ulus hâlâ insanı soluk almakta zorlayacak kadar
güçlü bir çerçevedir. Fakat gelişmenin doğrultusu yukarıda özetlediğim yöndedir
ve bu durum, bu yazı dizisinde sözü edilen ulus-altı düzeyde ayrışma eğiliminin
bir ifadesidir. Belirtmeye gerek yok ki bu gelişme, yeni dönemde Kürt
hareketinin lehine bir faktör olarak işleyecektir.
Ne var ki ulus-altı ölçekte ayrışma eğiliminin tam tersi yönde etkilerde
bulunacağı alanlar da var. İç entegrasyon
sürecini canlı biçimde yaşadıkları için, ulus-altı ölçekte ayrışma eğiliminin
genel etkisine görece daha az açık olan Kürtlerin, bazı alt kalemlerde bu
eğilimden Türklere oranla daha fazla etkilenmeleri pekâlâ mümkün. İşte bir
örnek:
Türklerde aşiret on dokuzuncu yüzyıl sonu itibarıyla çözüldü. Bu durumda,
ulus-altı ölçekte çözülme eğiliminin Türklerde bir yeniden-aşiretleşme süreci başlatma imkânı yoktur. Buna karşılık Kürtlerde
aşiret hâlâ önemli bir toplumsal organizasyondur, dolayısıyla sözü edilen
eğilimin Kürdistan’da bir yeniden-aşiretleşme yaratma potansiyeli yüksektir.
Dün bir aşirete mensup olduğunu söylemekten utanan devrimcilerin, bugün Milanlı,
Brukili, Haydaranlı, Cibranlı, Zırkili veya Kureyşanlı olduklarını söylemekte
hiçbir sakınca görmemeleri, hatta bazı örneklerde bunu bir iftihar vesilesine
dönüştürmeleri, bunun bir ifadesidir.(*)
Yeniden-aşiretleşme meselesini küçümsememek gerekiyor. Sebebini Irak veya
Suriye’de yaşanan olaylara bakarak daha rahat anlayabiliriz. Haberlerde sık sık
okur veya duyarsınız: “Filan aşiret IŞİD’e karşı ayaklandı” ya da “filan aşiret
IŞİD’e katıldı”. Bu tür haberlerin arkasındaki gerçek, genellikle haberin kendisindeki
sadelikten uzaktır. Örneğin, IŞİD’e katıldığı söylenen bir aşirete mensup bazı
kişiler o sırada gerçekte IŞİD karşıtı saflarda savaşıyor olabilirler. Fakat bu
tür haberlerde önemli olan bu değildir. Önemli olan, dün kendilerini aşiret
üzerinden tanımlamayan bazı insanların veya toplumsal kesimlerin bugün aşiret
üzerinden tanımlanmaya başlamalarıdır. Mesela şehirli orta tabakalar. Eskiden
olsa, aşiretle birlikte anılmamaya özel bir özen gösterirlerdi. Fakat bugün
giderek artan oranda aşiret çerçevesinde tanımlanıyorlar ve bu durum giderek “normal”leşiyor.
Aşiret-üstü eski ortak kimlik değişik nedenlerle çözülünce, bir tür yeniden aşiretleşme
süreci başlıyor. Bu durum, küresel ölçekli ulus-altı düzeyde ayrışma eğilimiyle
gayet uyumludur. İşte bu nedenle söz konusu eğilimin Kürdistan’daki yeniden-aşiretleşme
yönünde etkiler yaratması ihtimalini ciddiye almak gerekiyor.
Hiç kuşku yok ki, Kürtlerin olumsuz etkilere açık olduğu tek alan aşiret
değildir. Kürtler, örneğin, devletler arasında bölünmüştür. Bu durum parçalar
arasında farklı kültürel şekillenme demektir ve cemaatleşme için harika
zeminler sunar.
Kürtler farklı lehçeler konuşurlar ve bu lehçeler, cemaat oluşumları için
uygun kültürel koşullar yaratır. Güney’deki Barzan-Süleymaniye ayrışmasının
aynı zamanda lehçeler arası bir farka denk gelmesi, sadece bir tesadüf değildir.
Kürtler farklı dinlere ve mezheplere sahiptir. Bunlar, tarihsel geçmişe
sahip cemaatleşmeler demektir ve önümüzdeki dönemde ulus-altı ayrışma
eğiliminden güç alabilecek potansiyellere sahiptirler.
Listeyi uzatmak mümkün.
***
Yukarıdaki örnekler gösteriyor ki, ulus-altı düzeyde ayrışma eğiliminin, çatışan
güçler olarak Kürt hareketine ve Türk devletine yansımaları değişik olacaktır. Dolayısıyla
taraflar açısından temel sorun, bu yansımaları önceden görmek ve muhtemel negatif
etkilerini giderici, buna karşılık muhtemel pozitif etkilerini güçlendirici
stratejiler geliştirmektir. Bunu daha başarılı yapan taraf, daha kazançlı
çıkacak veya daha az kayıp verecektir.
Görebildiğim kadarıyla, Türk
devleti yeni durumu karşılayacağını umduğu bir strateji geliştirmiş durumdadır.
Zaman zaman “bölünmemek için büyümek” olarak tanımlanan bu stratejiye göre, Makedonya’dan
Batum’a, Lefkoşe’den Süleymaniye’ye kadar Misak-ı Milli diye tanımlanan
topraklarda yaşayan değişik gruplar, mümkünse devlet sınırlarının içine katılarak,
değilse devlet-aşan sosyal ve kültürel ilişkiler çerçevesinde İslamcı bir
iplikle devlete bağlanarak yarı-kıtasal
nitelikte YENİ BİR DEVLET inşa edilecektir. Merkezine Asyatik Türklerin
yerleştirildiği YENİ BİR ULUS da bu devletin sosyal temelini oluşturacaktır. Bir hahamın çocuğunu bile İmam Hatip
Lisesine kaydedebilen yeni milli eğitim sistemi, yeni medya sistemi, yeni
sermaye sistemi, Kürtlere sunulan Hamidiyeci “çözüm” önerisi…. bütün bunlar,
sözü edilen yeni ulusun inşa edilmesiyle ilgili adımlardır. Şu sıralar daha
sıkça duyar olduğumuz “Yeni Türkiye” lafı, bu yeni ulus’u simgeleyen bir
slogandır.
Bazı okurlar, tarif edilen devletin sınırlarındaki belirsizlikten ötürü bunun
gerçek bir devlet olamayacağını, dolayısıyla böyle bir devlet projesi de
olamayacağını düşünebilirler. Eski dünyanın verileriyle bakıldığında doğru
görünen bu itiraz, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışı için resmi seçim
kampanyasını Almanya’da başlatabildiği bir dünyanın koşullarında yerinde bir
itiraz olamaz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde daha şimdiden Erzurum ile Hamburg
arasındaki fark ortadan kalkmışsa, yarın devlet-aşan sosyal ve kültürel
ilişkilerin belirlediği sınırlar ile devletin resmi sınırları arasındaki ilişki
de bugünkü gibi kalmayacaktır. Rusya ile Kırım veya Donetsk arasındaki
ilişkiler konuyla ilgili bir fikir verebilir. Bugün Rusya ile Donetsk arasında
resmi sınır hem vardır hem yoktur. Donetsk resmen Rus toprağı değildir, ama
devlet aşan kültürel ve sosyal ilişkilere dayanarak Rusya tarafından Rus toprağı
muamelesine tabi tutulmaktadır. Devletin yeni projesinde Silopi ile Zaho veya
Nusaybin’le Kamışlı arasındaki sınırlar da böyle düşünülmektedir.
Buradan yola çıkarak devletin
yeni projesinin hem ulus-üstü düzeydeki entegrasyon eğilimine (yarı-kıtasal
ölçekte bir devlet) hem de ulus-altı düzeydeki cemaatleşme eğilimine (İslam
ipiyle birbirine tutturulmuş cemaatler) karşılık gelen bir proje olduğu
söylenebilir.
Bu stratejinin, mevcut koşullarda ne kadar gerçekçi olduğu, söz konusu
küresel eğilimlere ne kadar karşılık yaratabileceği türünden sorular ayrıca
tartışılması gereken konulardır. Mevcut güçler dengesi ve Türkiye’nin mevcut
kapasiteleri göz önüne alındığında, başarı şansı bulunmayan bir strateji
olduğunu söyleyebiliriz.
Kürt tarafına gelince, henüz
konuyu algılama safhasında oldukları söylenebilir. Bu aşamayı hangi
tartışmalarla ve nasıl tüketecekleri ve buradan yeni eğilimlere ilişkin hangi stratejileri
çıkaracakları ise henüz belli değildir. Şimdilik belli olan tek şey, Kürt
hareketinin liderinin, Kürt hareketini Türk stratejisine eklemlemenin
karşılığında kendini Türk siyaseti içinde işlevsel hale getirmeyi, sürecin en
kritik adımı olarak takdim ettiğidir. Lider, “hele bunu alalım, gerisine sonra
bakarız” havasında konuşmaktadır. Öcalan’a göre, lider bir şey olmuşsa, halk da
bir şey olmuş demektir. Çünkü halk demek örgüt demek, örgüt demek de lider
demektir. Bu adımın arkasından neler geleceğini bilemeyen Kürt hareketi ise bu
belirsizliğin de katkısıyla bir gün mezarlıkta heykel dikerken, diğer gün Mecliste
hırsız alkışlamak arasında gelip gitmektedir.
2014-09-09
(*) Burada sözü edilen
değişimle ilgili daha geniş okumak isteyenler, “Geleneğin Değersizleşmesi: Kürt Hareketinin 1970’lerde Gelenekselle
İlişkisi Üzerine” başlıklı makaleme bakabilirler. Büşra Ersanlı-Günay Göksu
Özdoğan-Nesrin Uçarlar (derl); Türkiye Siyasetinde
Kürtler –Direniş, Hak Arayışı, Katılım; İletişim Yayınları, 2012 içinde s.
93-150.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder