SAİT ÇETİNOĞLU
Ortadoğu’da İslam Devleti (IŞİD – İD)
Ortadoğu’da Siyasal İslam son günlerde
İslam devleti/ IŞİD-İD eliyle muazzam bir güç devşirdi. Irak ordusunun Sünni
bölgesinde (Musul) örgüte teslim ettiği ağır silahlar ile durdurulamaz bir güce
ve hareketliliğe ulaştı. Irak’ın sünni bölgesini kontrolüne alıp taban
oluşturarak adım adım vahşetini ve etki alanını genişletip ilerleyerek, son
yılların en büyük etnik temizliğine – soykırımına imza atmaktadır.
Irak’ta siyasal İslam, IŞİD (yeni adıyla
İslam Devleti-İD) eliyle uyguladığı, -Musul[i]’un ele geçirilmesiyle çok daha
fazla görünür hale gelen- şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir vahşet
politikası ve soykırımcı bir zihniyetle Suriye’de ve bölgede kendinden
saymadığı kadim unsurları; Şii Arapları, Hristiyanları(Asuriler, Kildaniler,
Nasturiler, Süryaniler, Ermeniler,…), Ezidileri[ii], Nusayrileri[iii], Şiileri,
Şii Türkmenleri, Kakaileri[iv], Mandaileri (Sabailer)[v], Şabakları[vi], … ve
önüne çıkan herkesi yok ederek ilerlemeye devam ediyor. Bu halkların çoğunun
feryatları duyulmamakta, sessizlik içinde yok olmaktadırlar.
İslam Devleti, daha önce Suriye sınırları
içerisinde Arami kasabası Malula’da[vii] ve 1915 Soykırımından arta
kalan Musa Dağ direnişçilerinin mirasçısı Ermeni
kasabası Kessab’ta, Şii ve Alevi Türkmen köylerinde ve Akdeniz kıyı şeridinde Nusayri
bölgelerinde başlatılıp uygulanan vahşet politikası daha büyük boyutta Irak’ta
yürütülüyor ve basına servis ediliyor.
Uluslararası toplum (siz bunu
emperyalizm/kolonyalizm olarak okuyun) yükselen insanlık dramına karşı sessiz.
Emperyalizmin/ Kolonyalizmin bölgede insan
hakları ihlali ve azınlıkları[viii] koruma kaygısının olacağının
düşünülmeyeceği gerek Suriye’de gerekse Irak’ta yaşanan insani dramlardan
apaçık ortaya çıktı. Zaten emperyalizmden böyle bir beklentimiz de yoktu.
Kolonyalizmin bölgedeki en eski vasal’ı
T.C. nin sınırlarını zaman zaman mültecilere kapatması ve zorluk çıkartması
ayrı bir insanlık dramına sebep oluyor. Vasal, İslam Devleti mensuplarını
Türkiye’de tedavi ederken diğerlerine yaralı olsun, sağlam olsun sınırları
kapatıyor.
Vahşetin durdurulamaması (!) ve Soykırım
Emperyalizmin kırmızı çizgisinin İslam
Devleti’nin sebep olduğu insan hakları ihlalleri ve soykırıma varan etnik
temizlik değil, İslam Devleti’nin Erbil’e dayanması olduğunu hava harekatından
belli olmuştur. Hava harekatının bölgede var olan insanlık dramına bir çözüm
olacağını ve emperyalistlerin böyle bir gailesi olduğunu düşünmek yanıltıcıdır.
Dolayısıyla bunun, sınırlı bir harekat ile İslam Devleti’nin belli bir
yörüngeye çekilip petrol şirketlerinin karları güvenceye alınmasının yanında,
Suriye’deki yandaş unsurlarına destek harekatı olduğunu ve olacağını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Ayrıca, Bölge
yönetimi adı altındaki prematüre devletin, İslam
Devleti’ne yol vererek soykırıma varacak bir etnik temizliğin kapısını araladığını
bu yüzden Peşmergenin dolaylı yoldan etnik temizliğe yol
verdiğini de söyleyebiliriz. Peşmergenin
terk ettiği kasabaların etnik bileşeni ve İslam Devleti’nin işgali sonrasında
gerçekleşenler bu görüşü doğrular niteliktedir.
İslam Devleti’nin harekatlarıyla bölge
yönetimi denen prematüre devletin, kendini olduğundan
fazla önemseyen diğer aktörlerin ve
Bağdat’ın da savaş gücünün olmadığı ortaya çıkmış görünüyor. Bir kısım askeri
başarıların Amerikan bombardımanından sonra gerçekleştiği,
bombardımanın kesilmesiyle elde edilen yerlerin bir kısmının geri verildiğini
görüyoruz. ABD şemsiyesi olmadan bu unsurların savunma,
savaşma ve başarı şanslarının olmadığı da rahatlıkla söylemek mümkün.
Musul, Hıristiyan, Kakai, Ezidi, Mandai,
Şabak,.. gibi Ortadoğu tek ve çok tanrılı dinlerine mensup etnik ve dini azınlıkların
yaşadığı bir bölge olduğu gib,i bu etnik ve dini azınlıkların
tarihsel topraklarıdır.[ix] İslam Devleti’nin ilerlemesinin en önemli ayağı
Musul başlangıcının Türkiye üzerinden tezgahlandığı sünni
politikacı ve yöneticilerinin Türkiye’ye geliş gidişlerinden ve Türkiye’yi
mesken tutmalarından çıkarmak mümkün.[x]
Anglosakson jeostratejisi gereği
kolonyalizmin Lozan ile bölgedeki vasal gücü olarak oluşturduğu bir yapı olarak
Türkiye’nin başka bir konumda olması düşünülemezdi. – bu olguyu aşağıda daha
geniş olarak açacağız.
Musul konsolosluk mensuplarının rehine durumu
da bir mizansendi. Bu durumTürkiye’nin elini güçlendirerek İslam
Devleti’ne lojistik imkanını dikkat çekmeden yükseltmenin yanında zaman
kazanmasını da sağlamıştır.
Cep telefonu elinde ülkesiyle iletişimini
kesmeyen bir rehine olur mu?
İslam Devleti (IŞİD –İD) bu gücü nasıl
elde etti?
Irak El-Kaidesinden bir hizip, böylesine
güç devşirerek, bölgenin muktedir olmayanlarına karşı bu olağanüstü bir vahşeti
uygulayabilir hale nasıl geldi?
Bilindiği gibi, olguları tanımlamak ve
açıklanmak istenildiğinde içsel (yapısal) ve dışsal etmenler göz önüne alınır.
Bu etmenlerin kesiştiği ve ayrıştığı noktalar belirlenir. Bu pencereden
baktığımızda iç ve dış etmenlerin üst üste gelmesiyle bölgenin vahşet sürecine
girdiğini görüyoruz.
Bugünkü Ortadoğu yada
eski ve daha doğru tanımlamayla Yakındoğu’da
meydana gelen olayların ve olguların kabaca öne çıkan içsel ve dışsal
etmenlerine işaret edersek, İslam[xi] ile kolonyalizm / emperyalizm, iki ana
temel etmen olarak önümüze çıkmaktadır.
İslam ve katliam geleneği
Yapısal etmenin en önemli aktörü, bu
coğrafyanın ezici çoğunluğunun inancı olan İslam’dır. Her din gibi İslam’ın da
bir ideoloji olmasına karşın, bir toplum projesi olmayan İslam, revizyonu ve
dönüştürülmesine olanak olmayan arkaik bir ideolojidir. Günümüze 1400 yıl
öncesinden referans verilemez.
Son tahlilde din de bir ideoloji olduğuna
göre, bu kadar katı bir yargıdan kaçınmak gerektiği söylenebilir.
Ancak İslam’da bu güne kadar zamana/çağa uygun bir yorumun zemin
bulamaması ve gerçekleşmemesi, İslam’da bir reformasyon dönemi yaşanmamış
olması, bu gün böyle katı bir yargıyı gerçekliğe dönüştürmektedir.
Teorik olarak, o yolun ilelebet kapalı
olduğu anlamına gelen bir ifadeden sakınmak uygun olsa da pratikten vereceğimiz
bir örnek bu konudaki ümitlerin sönmesine neden olmakta, bu katı yargıyı bir
buçuk asra yakın bir zamanın pratiğinde olduğu gibi, günümüzde de
doğrulamaktadır:
Nitekim 1960′lı 1970′li yıllarda, Sudan’lı
Mahmut Muhammed Taha o yönde bir hamle yapılmış, İslamın
İkinci Mesajı başlığını taşıyan bir kitap da yazılmıştı ve
Taha orada, Cihad’ın bir islâmi ilke olmadığını iddia ediyordu… Ama Müslüman
Kardeşlerin de dahliyle 1986 da idam edildi…
Teslimden gelen İslam’dan bir kurtuluş
teolojisi çıkması yapısal olarak imkansızdır. Zira
kapitalizm gibi kutuplaştırıcıdır. Tekfirci ve selefi gruplar bu çerçeve içinde
değerlendirildiğinde, bu grupların yükselişleri anlamlandırılabilir. Dar – ül
harb ve Da -ül İslam kavramı İslam için hayati öneme haizdir. İslamın dar-ül
harb olmadan uygulanması ve yaşatılması imkansızdır. İslam’ın bugünkü krizi de
buradan kaynaklıdır. (Foti Benlisoy’dan ödünç aldığımız iki kavramla
açıklarsak) şimdinin canavarlar zamanına
denk gelmesi ve vahşetin idaresi ile
İslam Devleti’nin önemli kazanımlar sağlaması mümkün olmuştur: “Kurucu
kaos”[xii] . Kısaca Siyasal İslam’ınvahşete
dönüşmesi yapısaldır.
Samir Amin, İslam Devleti ve İslam
olgusunu çok net özetler: Kuzeyde
bir İslam Devleti peydahlandı ki, bu İslam Devleti denilen tanımı ve doğası
gereği yayılmacıdır. Tüm Dünya Müslümanlarını kendine bağlama, kapsama iddiası
ve perspektifi olan bir hareket… Türkiye’den Çin’e kadar tüm Müslümanları İslam
Devleti bayrağı altında birleştirme hedefi var. Yani dünyanın tamamını fethetme
peşinde… Bu yüzden tam bir çılgınlık hâli söz konusu…[xiii]
İslam Devleti vahşetinin/
Kafa kesmenin/kadınlara el konarak köleleştirmenin dinsel ve tarihsel arka
planı vardır. Bu konuda bölgeden vereceğimiz iki örnek yeterince açıklayıcıdır:
Muhammed döneminde hile ile tutsak edilen
Beni Kureyza Yahudileri hakkında verilen hüküm ibret vericidir. [xiv] “Kureyza
erkekleri öldürülecek, kadın ve çocuklar köle edilecek, malları müsadere
edilecektir. Muhammed Allah’ın ve resulunün yargısıyla
yargıladın diyerek onu onaylar.”
“Resulallah karardan sonra Medine’nin
çarşı alanına giderek hendekler kazdırır. Beni Kureyza erkekleri gruplar
halinde buraya getirilerek hendeklerin başında kafaları kesilir. Toplam
katledilen sayısı bazı kaynaklara göre 600 ila 700, bazılarına göre 800 ila 900
kişidir. İdamların çoğunu Ali b. Ebu Talib (sonradan dördüncü halife) ve Zübeyr
infaz ederler.”
Kesim sırasında
Ali yorulur gölgede mola verir. Mola sırasında tutsaklara merhametgösterilerek
süt ikram edilir. Sonrasında kesim kaldığı
yerden devam eder.
İkinci örnek, Osmanlı Sultanı IV.
Murat’ın Bağdat fethi sırasında, sene 1636. Bağdat Seferini Evliya Çelebi seyahatnamesinden
okuyoruz. Seyahatnamede
teslim olan Şiilerin katledilmesi nakledilir. Katl esnasında kurbanlar
kanlarıyla nehirlerin rengi değişir[xv]:
“Bağdâda eyle hücumlar oldu kim Kızılbaşların başları yine kaygulu işe uğradı. Gördiler kim gayri çare yok, hemân burc u bârûlar üzre beyaz emân bayrakları diküp,
“Bağdâda eyle hücumlar oldu kim Kızılbaşların başları yine kaygulu işe uğradı. Gördiler kim gayri çare yok, hemân burc u bârûlar üzre beyaz emân bayrakları diküp,
‘Amân
elamân ey güzidei Âl-i Osmân’ deyü feryâd u nâlâni sad-hezar etdiler.
Bağdat’ı tutan Şiiler pes edip teslim
olurlar.
…”… derûn-i askerden bir sada zahir olur
kim, Tîz Kızılbaş kırılsın derler.
Azâmet-i Hüdâ an saatde kırk bin piyade
şâh tolusun içmiş [iran şarabı içmiş] tülüngi Kızılbaş ve yigirmi bin de gayri
evbâş seyf-i miczem ile başları tırâş olup [keskin kılıç ile başları traş
edilip] derûn-i Bağdad’da hûn-i Râfiziyân nehr-i âb-ı revân gibi cereyân etdi
[zındıkların kanı akarsu gibi aktı] ve niöe bin atlı guzât cânib-i nehr-i
Diyâle’ye gitdi ve emân ile mukaddemce çıkan Kızılbaş’a yetdi ve bu perîşân
olmuş Kızılbaş’a girişdiler ve eyle kırdılar kim az Kızılbaş, ‘Feryâd-reses yâ
Ali’ deyüp nehr-i Diyâle’ye urdular.”
Şehir içinde kan oluk oluk akarken bir
kısım gaziler de Diyale nehrine kendini atmış olan Şiilere yetişir. Kızılbaşlar feryadımızı
duy ya Ali diye bağırırlar.”
“Düldül-süvâr
Ali de bu Havâricîn’in [Haricilerin] feryâdlarına
res olmayup cümle Diyâle’de gark-ı âb oldular [boğuldular]. Yetmiş bin
Kızılbaş’tan ancak altı bin mıkdârı tırkazlarda ve merhamet-i dest-i Osmanlı’da
hâlâs oldu deyü kendüleri nakl ederler.
Hakkâ
böyle bir kırgın dahi diyâr-ı Acem’de olmamışdır.”
Yetmiş bin Şii’den ancak altı bin kadarı
Osmanlı’nın merhametli ellerinde canını
kurtarır.
Şimdi devir değişmiş, üçyüz-beşyüz kişilik
kafa kesme vakaları dünya medyasına haber oluyor.”
“Düldül-süvâr
Ali de bu Havâricîn’in [Haricilerin] feryâdlarına
res olmayup cümle Diyâle’de gark-ı âb oldular [boğuldular]. Yetmiş bin
Kızılbaş’tan ancak altı bin mıkdârı tırkazlarda ve merhamet-i dest-i Osmanlı’da
hâlâs oldu deyü kendüleri nakl ederler. Hakkâ böyle bir kırgın dahi diyâr-ı
Acem’de olmamışdır.”
Yetmiş bin Şii’den ancak altı bin kadarı
Osmanlı’nın “merhametli ellerinde” canını kurtarır. Şimdi devir değişmiş,
üçyüz-beşyüz kişilik kafa kesme vakaları dünya medyasına haber oluyor.”
Emperyalizm ve 20. Yüzyılda Arap toplumsal
yapısının dönüşümü
Mağripten Maşrike Arap
coğrafyası geçmiş çağlarda uzak mesafe (uluslararası)
ticaret sayesinde yükselmiştir. Kentler bu sayede yükselip, durumun
tıkanmasıyla gerileyerek çöküntüye uğramıştır.
Bölgenin/havzanın gelişme ve yükselmesini
sağlayan, uzak mesafe ticaretini yürüten ve kontrol eden Hristiyanların Baas
milliyetçiliği tarafından yok edilmesiyle onulmaz yara almış. Bu yara yine uzak
mesafe ticareti olarak niteleyebileceğimiz fosil yakıtların ticareti bir süre
bölgede statükoyu koruyabilmiştir.
Ancak bu statüko yada
fosil yakıtların ticaretinden kaynaklı saadet
zincirinin ila-nihaye devamının garantisinin olmadığı,
Arap-İsrail Savaşlarıyla ortaya çıktığı gibi Körfez
Savaşlarıyla daha da belirginleşmiş ve derinleşmiştir.
Hristiyanların yok edilmesi, millet-i
mahkûmenin ortadan kaldırılmasına ve altın yumurtlayan
tavuğun kesilmesine yol açtı ve krize girildi. Bilindiği gibi, bu ticaret vemillet-i
mahkûme sonsuz diyebileceğimiz gelir kaynağıydı. Bu
ticaret zinciri bir çok grupların da gelir paylaşımına dâhil olmasını temin
ederek gelirin paylaşılmasının da önemli bir mekanizmasıydı.
Fosil yakıtların ticareti, sadece
iktidardaki aileye ve onun dar çevresine bir gelir sağlamakta, bunların isteği
halinde gelir halka sadaka kabilinden dağıtılmaktadır.
Bu imkânların ortadan kalkması ve içine
düşülen kriz ortamının dışsal etmenlerle çakışmasıyla İslam vahşete
dönüştü. Şimdi İslam Devleti’nin Müslüman olmayan son gurubunun elinden son
lokmasını alma peşinde olduğunu söyleyebiliriz.
Yakındoğu, Kolonyalizm
için stratejik bir bölgedir ve bu stratejik önem Batı için yaşamsaldır. Lozan
ile onaylanarak Anglosakson politikanın yani kolonyalizmin çıkarlarının
bölgedeki bekçisi olarak İngiltere ile Sovyetler arasında tampon bölge devleti
olarak organize edilen yeni Türkiye, boğazın
vasalı olarak Akdeniz’in 30. ile 36. paralel arasındaki yatay alanın doğu
ucundaki bölge ile bu paraleli Ege’den dikey olarak kesen bölgeyi güvenceye
almaktadır. Bu yatay alanın doğu ucu Suriye önlerine tekabül etmektedir. Bu
bölgenin jeostratejik önemi sadece günümüze özgü değildir. Akdeniz ticaret yolu
üzerindeki Kıbrıs ile birlikte bu bölgenin jeostratejik önemi, çok eski
tarihlere dayanır.
Samir Amin de bölgenin tarihsel ve
jeostratejik öneminin altını çizer: jeostratejik pozisyonu
çok önemli. Zira, orası Eski Dünya’nın kalbidir, merkezidir. Dikkat edilirse,
Bağdat, Moskova’ya, Pekin’e, Singapur’a, Johannesburg’a eşit uzaklıktadır.
Dolayısıyla bu bölgenin doğrudan militer denetimi, emperyalistlere uzun
mesafedeki bölgelere askeri birliklerini kolay ulaştırma, kolay müdahale imkânı
demek.[xvi]
Bölgenin stratejik önemine ilişkin
teoriler, Anglosakson (kolonyal) jeostratejik yaklaşımın önemli teorisyenleri
olan iki Anglosakson coğrafyacı ve jeopolitik uzmanı Sir Halford Mackinder
(1861-1947) ve Nicholas Spykman (1893-1943) tarafından formüle edilerek
geliştirilmiştir. Bölgenin jeostratejik önemi 20. Yy da yeniden dizayn edilerek
günümüze uzanır. Bu stratejik önem İsrail’in bölgede kurulmasıyla daha da önem
kazandığını söyleyebiliriz. Sürekli kriz İsrail’in de yaşam kaynağıdır. Bu dakurucu
kaosa denk geliyor.
Kolonyalizm, 1. Büyük Savaş sonrası
bölgedeki sömürge ve manda devletlerinden çekilirken, yarattığı kaos ile
birlikte bölgeye İsrail devletini armağan olarak
bıraktı.
Emperyalizmin yeni stratejisi öncelikle
devletin çökertilerek kaos ortamı yaratıyor, bunu yaparken iç çatışmaları ve iç
savaşı kendine yedekliyor. Körfez savaşı sonrasında bu çok daha belirgin.
Körfez savaşları ile bir anlamda devletin çökmesi ile birliktesaadet
zinciri de koptu. Sübvansiyonlar ortadan kalktı devletin
halkına rüşvet olarak dağıttığı paralar kolonyal bankalara akınca içeriye bir
şey kalmadı. Kaldı devlet de olmayınca bereketli bir zemin oluştu. Siyasal
İslam’ın bu toprakta serpilip gelişmesi kolay oldu.
Emperyalizm için bu çöküntü ortamında
kaynakların talanını kolay, maliyet yüklemeyen iç savaş da yeni bir yöntem.
Kaldı ki silahı sen temin ettiğinden baştan kar ederek başlıyorsun.
Bu bir anlamda bölgedeki özgürlükçü
taleplere, Arap baharına
Emperyalizmin verdiği bir cevaptır.
BM kararları ve Emperyalizmin bölgede
yeniden yapılanması:
Son günlerde bölge ile ilgili BM
nezdindeki yeni kararlar ışığında yeni bir koalisyon (siz bunu yeni emperyalist
ittifak olarak okuyun) kotarılarak bölgeye yeni müdahale olanakları
oluşturuldu. Bu toplantılardan dönen Vasal, toplantılardan ve kararlardan ne
anlaşılması gerektiğini özetliyor:
120
devlet başkanının katıldığı zirvede hangi adımların atılması gerektiği
düşünüldü. Zirvenin başarılı geçtiğini düşünüyorum. Bölgede kritik bir dönemi
yaşıyoruz. Kritik diyorum çünkü 1250 km yaklaşık sınırımız olan Suriye ve
Irak’ta terör eylemleri bizi ilgilendirmez veya bize ne deme lüksümüz yok. 1,5
milyon sığınmacı bizim ülkemizde. Bu sığınmacıların Türkiye’ye gelmiş olduğu
bir ortamda bize ne diyemeyiz. Atılan bu adımlarda başta Suriye rejimi olmak
üzere bu zalim rejimden kaçanların sığındıkları bir başka zalim olmamalı. Özgür
Suriye Ordusu da orada bir mücadele veriyorlar. Başka örgütler de var orada…
Şimdi ise durumun ne vahim olduğu, IŞİD’in Irak’ı işgal etmesi, Sünnilerin
Musul’u boşaltmış olmaları bunlar görünen gerçekler. Bir de çok acımasız devam
eden, bizim dinimizle alakası olmayan bir uygulamayı kabullenmek mümkün
değildir. Tüm yapılanlar İslam’a mal edilmektedir. Bizler Müslüman olarak
elimizden geleni yapmamız lazım. Hıristiyan dünyası böyle bir adım atıyorsa biz
buna seyirci kalmayacağız. İşte 49 kişi. İçeriden dışarıdan birçok
yakıştırmalar yapıldı. Biz sözün değil, eylemin tarafı olmak durumundaydık.
Bundan sonra atacağımız adımlar bizim aynı felaketleri tekrar yaşamamak. Onun
için atmamız gereken adımlarda ana başlık olarak; uçuşa yasaklı bölgenin ilan
edilmesi ve bu bölgenin güvence altına alınması. Güvenli bir bölgenin Suriye
tarafında tesis edilmesi. Güvenlik Üst Kurulu toplantısında konuşacağız ve adım
atacağız. Bu süreci kimlerle nasıl yöneteceğiz bunlar görüşme başlıklarımız
arasında[xvii]
Bu sözlerle, T.C. nin aldığı konumunun
180’ derece değiştiği izlenimi verilse de, yenikonum
2011 den farklı değildir. Erdoğan’ın sözlerinden Irak’ın yeni durumundan dolayı
bir endişe taşımadığı, sorununun sadece, Suriye ve Esad ile olduğunu net olarak
anlıyoruz.
İkincisi, Erdoğan, doğan sorunlardan
siyasal İslam’ı vareste tutmaya çabalamaktadır. Sözlerindeki Müslüman-Hristiyan
vurgusu ayrıca dikkat çekicidir.
Sonuncusu, Türkiye halen durumu
kavramaktan uzaktır. 2011’den bu yana durum oldukça değişmiştir.
Bu durumu BM genel kurulunun boş
sıralarından anlamak mümkündür. BM genel kurulu salonu yeterince açıklayıcıdır.
İslam Devletine yakın duran sünni
cephede Erdoğan tek başına kalmış gözüküyor. Suudi
Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri cepheden ayrılmışlardır. Kaldı ki,
son tahlilde İslam Devleti bunların rakibi durumundadır ve düşman kampta yer
almalarından daha normal bir şey yoktur. Bilindiği gibi Suudi Arabistan’ın
anayasası Kur’an’dır ve bayrağında da La
ilahe illalah yazar. İslam devleti ile sadece bayrağının rengi
farklıdır.
Koalisyon Güçlerinin yeni hava harekatları ve Suriye
BM toplantılarından ve alınan kararlardan
sonucun ne olacağını biz kestiremediğimiz gibi karar alıcılarının da bir
kestirimde bulunabildikleri şüphelidir:
Birincisi, Esad’ın düşürülmesinde Vasal
kadar istekli olmaları mümkün gözükmüyor. Esad’ı düşürüp düşürmeyeceklerini, bu
yönde girişimlerde bulunup bulunmayacaklarını bilmiyoruz. Kendilerinin de
bildiklerini sanmıyoruz. Bu konuda Irak’taki durumu saymasak bile, Libya
örneğinden yeterince ders çıkarmadıkları düşünülemez. Ayrıca Yemen’deki
gelişmelerin de istedikleri gibi gitmediği ortada…
İkincisi, ABD bölgeye asker göndermeye ve
hava harekatını kara harekatıyla desteklemeye hevesli değil. Kara harekatı olup
olmayacağını da bilmiyoruz. Olsa dahi bu harekat bölgedeki paryaların
üstesinden gelebileceği bir şey değil. Binlerce kilometre uzaktaki Yeni
Zelanda’dan gelecek askerin kendini riske atacak bir sebebi de yok.
Sonuncusu, emperyalizmin her şeye kadir
olduğunu düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
BM toplantıları ve görüşmeleri sürerken
ABD’nin Suriye’deki bazı İslam Devleti mevzilerini derhal bombaladığını ve
İslam Devletinin kontrol ettiği Der-Zor vilayeti çevresindeki petrol
tesislerini tahrip ederek İslam Devletinin ekonomik gücünü de hedeflediğini
görüyoruz.
Ancak, Kürt güçlerinin İslam Devleti‘nin
saldırılarına direnmeye çalıştığı, önemli direniş noktası Kürtlerin Kobani dedikleri Ayn-ül
Arab bölgesine müdahaleden gecikilmesi, Vasal’ın güvenli
bölge beklentilerine yol açtı.
Kobani/ayn ül Arab savaşının naklen
yayınlanması ile direnişte zaman zaman yetersizkalan
Kürt güçlerine vurgu yapılması, Ayn ül Arab’taki savaşın yeni insani
felaketlere sebep olduğunun gün yirmi dört saat ekranlardan tekrarlanması,
görüntülerinin ekranlardan inmemesi ve gelen mülteci sayısının olağanüstü
abartılmasındaki amaç, gerçekte bölgenin insansızlaştırılmasına, bunun meşrulaştırılmasına
ve güvenli bölgenin
alt yapısının de facto Suriye topraklarında oluşturulması
hevesine yöneliktir.
Vasal durumu yanlış
okumaktadır. Hazırlıkları da, sürecin ve bombardımanların
seyrinden, Suriye’ye yeni müdahale olanaklarının doğduğu anlamını çıkardığının
ip uçları olarak okumak mümkündür. Sanki bizi, İslam Devleti’yle ölümü
gösterip sıtmaya razı etmeye çalışmaktadır.
Yeni tezkereler, Vasal’ın yeniden
hevesinin kabardığını ve yeni maceralara hazırlandığını göstermektedir.
Yanılarak felakete sebep olması durumu fıtrattandır
nasıl olsa!
Ancak Ayn ül Arab’taki İslam Devleti
mevzilerine ve buraya lojistik destek verebilecek mıntıkalara yapılan hava
harekatı bu düşüncenin hayata geçmediğinin işareti olsa gerektir. Kaldı ki
Esad’ın bu bölgeden vazgeçtiğine dair bir işaret de yoktur. Koalisyondan önce
Ayn ül Arab yakınlarındaki İslam Devleti mevzileri Esad güçleri tarafından da
hedef alınmıştır. Olağanüstü bir durum olmazsa, Ayn ül Arab’taki Kürt direnişi
İslam Devleti tarafından kırılamayacak gibi gözüküyor. Kırılsa dahi
bu durum geçicidir.
Şunu unutmamamız gerekiyor:
İster BM’nin, isterse koalisyon
güçleri denilenlerin ve tabii Türkiye’nin de, bölgede
süregelen insanlık dramından zerrece kaygısı olmadığından şüphemiz yoktur. BM
bu konuda bir çaba harcamıyor demek için yeterince sebebimiz var.
Türkiye için ise, neredeyse her büyük
ilinin caddelerinde dilenci durumuna düşürülen Suriyeli sığınmacıların içler
acısı durumu yeterince açıklayıcıdır. Bu durumun Suriye’ye müdahaleyi
meşrulaştırıcı bir argüman yapılmak istendiğini, dolayısıyla bilinçli bir
tercih olduğunu düşünmek için de yeterli nedenimiz mevcuttur.
Dipnotlar:
[i] Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde Musul’u
ziyaret eden H.Charles Luke Musul’u ayrıntılı nakleder. Tasvirin bugüne kadar
değişmediğin söyleyebiliriz: “Dünyada (artık karmaşık bir ırklar mozaiğinin
olmadığı Kafkaslar dışında), etnografik harita çıkarmaya çalışanları şaşırtan
şehirler arasında Musul vilayeti gibisi pek az bulunur. Şehrin sınırları
dahilinde eski olduğu kadar pek az bilinen çok sayıda mezhep olmasının yanı
sıra, devasa Musul ovasını baştanbaşa gezerseniz, aynı ırktan, aynı dili
konuşan, aynı tanrıya inanan insanların oturduğu yan yana iki köy bulmanın
imkansız olduğunu görürsünüz. Musul şehrinde ve ovanın tamamında Arap nüfusu
çoğunluktayken, kuzeydeki ve doğudaki dağlarda Kürtler çoğunlukta. Ancak hem
merkezde, hem de dağlarla ovalarda diğer halkların kalıntıları da dağınık halde
yaşıyor. Bunların bir kısmı artık çok ender bulunsa da, bir zamanlar büyük bir
tarih yazmış halkların mensupları. Bir kısmı da çok gizemli bir tarihe sahip
olduğundan etnik kökenlerini ve dinlerinin doğuşunu çözmek çok zor.” H.Charles
Luke, Musul ve Azınlıklar, çev. Utku Kavasoğlu, Nesnel Y. 2007, s 29
[ii] Ezidilik, sadece Ezidi anne babadan
doğanların dine, dolayısıyla kimliğe kabul edildiği tikel bir dine sahip
özelliğiyle sınırlarını dışarıya kapatmış etno – dinsel bir halktır. Ezidiler
günümüzde, Suriye’den Irak’a, Türkiye’den Kaf- kaslar ve Rusya’ya kadar uzanan
bir coğrafyada yaşıyor olmakla birlikte, nüfusun büyük çoğunluğu, kutsal
merkezlerinin de yer aldığı Kuzey Irak bölgesinde yaşamaktadır. Bununla
beraber, özellikle Türkiye’den, başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa
ülkelerine göçmüş önemli bir Ezidi nüfusunun olduğu da bilinmektedir. Geniş
bilgi: Çakır Ceyhan Suvari, Ezidiler, Etnodinsel Bir İnanç Olarak Ezidilik,
Ütopya Y. 2013
[iii] et Tavil, Nusayriliğin ortaya
çıkışını hicretin 14. Yılına denk getirir. Ayrıca Gassani’leri Araplaştırdığı
gibi Nusayriliği islam’ın içinde düşünür. (Geniş bilgi: Muhammed Emin Galip
et-Tavil, Arap alevileri Tarihi Nusayrilik, çev.İsmail Özdemir, Chiviyazıları,
2004.) Nusayrilerin yaşadığı bölgede 7.Yüzyıla kadar Bizans imparatorluğunun
etkisinde Hırıştiyan Gassan Devleti bulunmakta ve bu devlet yöneticilerinin
Arap yarımadasının diğer köşesindeki Pers etkisindeki kardeş Hristiyan Lahm
devleti gibi Araplıkla bir ilgileri yoktur. İslam öncesi Ortadoğu’daki siyasi
bölünme için bkz.Charles Lindholm, İslami Ortadoğu, çev. Balkı Şafak, İmge
Y.2004, s 129
[iv] Kakailik dini kardeşlik ve
yardımlaşma, yarenlik temelleri üzerine yapılandırılmıştır. Toplumun dirlik
düzeni için herkes eşit olmalı, zengin-fakir ayrımcılığı olmamalı, kuvvetli ve
zayıf arasındaki fark ortadan kaldırılmalıdır. Kakailikte yardımlaşma esastır.
Birinin evi, herkesin evi, malı da herkesin malıdır. Bir Kakai diğer bir
Kakainin malına göz dikmez, çalmaz. Helal değildir. Sözlü veya fiili olarak
korkutmaz. Üzerinde baskı kurmaz. Kakai yani ‘’kardeşlik’’anlamındadır.
Dolayısıyla kakailer birbirinin kardeşidir ve aralarında kardeşlik hukuku
geçerlidir.
Kakailerin köklerinin Zerdüştlüğün ve
Miteraizmin köklerine çok yakın olduğunu görürüz. Kakailiğin kutsal kitabı
‘’Serencam’’dır. Sultan Sehak/İshak (San Sehak) tarafından yazılmıştır. 200
sayfadır. Tamamı Hawrami lehçesinde şiir ve metinlerden oluşur. Anlamak biraz
zordur çünküZerdüşt’ün‘’Avesta’’sına yakın bir dil
kullanılmıştır. Kakailiğin En büyük kitabı Serencam,
ancak başka kutsal kitapları da bulunmaktadır. Dileyen Kakai
olabilir. Kakailere göre Ezidilik Kakailiğin sonradan kopup ayrı düşen
koludur. Bir kısım Ezidiler de tersini düşünür. Irak’ta yaklaşık 200 bin
civarında Kakai yaşamaktadır. Kesin rakamını bilememekle beraber Suriye,
Afganistan, Tacikistan, Pakistan, Türkiye’de Kakai nüfusunun var olduğunu
biliyoruz ancak çoğundaki koyu taassub neticesi Kakailiklerini ifşa etmekten
korktukları da ayrı bir gerçek.
Hewreman Bölgesi Kakayilerin en eski
yerleşim birimi ve hareket alanıdır. Öyle ki Sultan Sehak “Hewreman Şahı”
olarak da bilinir. Hewraman’ın Doğusundan Becar ve Zencan’a kadar, Batısında,
Hawar ve Halepçe’den Serezur, Çemçemal ve Kerkük merkezi ve çevresine kadar,
Güneye doğru Dakuk, Hemrin Dağı etekleri, Kifri, Kelar ve Hanekin, Mendeli,
Bağdat ve Orta Irak’ın bazı yerleri (Diyala ve Bakube vilayetlerinde Arap
Kakayiler yaşıyorlar), Kuzeye doğru Hewler’e, Hebat kazası, Karakuş, Musul
merkezi, Tella’far ve Nemrud’a kadar olan coğrafya.
[v] Araplar tarafından “Sâbaî” (Subbi ya
da Subbâ) biçiminde adlandırılan bu topluluk, kendilerine “Mandenler” (bilgili
olanlar, arifler anlamında; İngilizcede Mandaeans) adını verir. Kendileri için
kullandıkları bir diğer ad “Nasuralar”dır (kutsal öğretileri koruyanlar
anlamında; İngilizcede Nasoraeans). Manden adı tüm topluluk üyeleri için
kullanılırken, Nasura adı yalnızca din adamları, topluluğun ileri gelenleri ve
ataları için kullanılır. Mandailer, Aramicenin bir diyalektini konuşurlar. Dini
metinleri Aramicedir. Asıl yurtları Şatt-ül Arab bataklıklarıydı Saddam
döneminde asimilasyonlarını kolaylaştırmak için bataklıklar kurutularak
dağıtılmaya çalışıldılar. Vaftizlerini nehirde yaparlar. Vaftizci
Yahya taraftarıdırlar. Mandailer, kendi dinlerinin
Adem’le birlikte başladığını ileri sürerler.
Aslında bu din, İ.Ö. 200 yıllarından
başlayarak, Filistin-Ürdün yöresinde yaşayan heterodoks Yahudi akımları içinde
filizlenmiştir. Bu dönemde Kudüs’teki egemen Yahudi anlayışına karşı çıkan bir
çok topluluk bulunmaktaydı. Bunlar arasında en önemlileri “Esseneler”,
“Vaftizciler” ve “Nasuralar” idi. Mandailer açısından bunların içinde en dikkat
çekeni Nasuralar’dır. Zira kendi kutsal metinlerinde Mandailer, Nasuralar’ı
Filistin’deki kendi ataları olarak kabul ederler ve Nasuralar’ın Yahudiler ile
yaptıkları mücadeleyi dile getirirler.
Her üyenin topluluğun gizlilik ilkesine
uyması en önemli görevidir. Manden dininin herhangi bir kuralı ya da
öğretisini, Mandai olmayanlara aktarmak en büyük günah olarak
değerlendirilir. Topluluk üyeleri için bir dine kabul töreni yoktur.
Mandai bir aileden doğan herkes topluluğun doğal üyesi olarak kabul edilir.
Mandai anne ya da babadan doğmamış bir kimsenin topluluğa kabulu olanaksızdır.
Her topluluk üyesinin bir dünyalık adı, bir de gizli adı olmak üzere iki adı
vardır. Gizli ad, doğumda din adamları tarafından yapılan astrolojik hesaplar
sonucunda verilir. Bu gizli ad yalnızca topluluk üyeleri arasında ve dinsel
törenlerde kullanılır.
Günümüzde Sabailer Dicle ve Fırat
kıyıları, Irak’ın güneyindeki eski Kuzistan’ın Karun Nehri Boylarında
yaşamalarına rağmen büyük bir bölümü Bağdat ve Basra’da yaşamaktadırlar.
Sabiiler kendileri dışında kimseyle evlenmeyen kapalı toplum olup Altın ve
Gümüş işçiliğinde oldukça ilerlemişlerdir. Irak’ın dışında İsveç, Avustralya,
ABD gibi ülkelerde de yaşayan Mandaistlerin Dünya’daki sayıları 30.000
kadardır.
[vi] Şabaklar, 5 asrı aşkındır Ninova’da
yaşıyor. Topluluğun kökenlerine dair kesin bir bilgi yok. Şabakların dili,
Hint-Avrupa dil ailesinden geliyor. Şabak topluluğu, Hristiyanlar, Yezidiler ve
başka azınlıklarla birlikte Taklif, Başika, Karakuş ve Musul’un kimi
banliyölerde yaşıyor. Gayrı resmi verilere göre sayıları 250 bini bulmakta ve
sadece Irak’ta yaşamaktadırlar.
Tarih boyunca, farklı Irak rejimleri
Şabaklara baskı uyguladı. Örneğin Baas rejimi, Şabaklara Arap kimliğini
dayatmaya çalıştı ve Şabak kimliğini unutacaklarını umarak onları Arap
aşiretlerine katılmaya teşvik etti.
Şabaklar, Irak toplumunun önyargılarından
da olumsuz etkilendi. Birçok insan, kimi kitap ve öğretilere dayanarak
Şabakların yanlış inanç ve tuhaf geleneklere sahip, sapkın bir topluluk
olduğuna inanıyor. Bu da Şabakların ötekileştirilmesine neden oldu. İslam
Devleti Şabakları gayrimüslim saydığı için Şabaklar dini ve siyasi nedenlerle
hedef alınıyor. İslam Devleti’nin Musul ve Ninova ovalarını ele geçirmesinden
sonra Şabak köylerinde büyük katliamlar yaşandı. Ölü
sayısına ilişkin kesin bir bilgi yok. Ancak katliamlardan yüzlerce insanın etkilendiği tahmin ediliyor. İD birkaç
aileyi de kaçırdı ve bu ailelerin akıbetleri hâlâ bilinmiyor.
Evini kaybeden 3 binden fazla aile, Irak’ın iç kesimlerinde, güneyde ve Irak
Kürdistan bölgesindeki Şii kasabalara kaçtı. Şabak Demokratik Topluluğu Genel
Sekreteri Hanin El Kaddo, 15 Temmuz’da yaptığı açıklamada, Şabakların soykırıma
uğradığını söyleyerek Şabakları ve Irak’ın diğer azınlıklarını kurtarmak için
bir an önce tedbir alınmasını istedi. Irak parlamentosundaki Şabak temsilcisi
Salim Cuma da uluslararası örgütlere müdahale çağrısında bulunarak Şabaklara
uygulanan kitlesel zulmün durdurulması için yakardı.
Sonuç olarak, hiçbir destekçisi olmayan
küçük azınlıklar başta olmak üzere Irak’ın zengin toplumsal dokusu yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya. Bu azınlıkların soykırımdan kurtulması için
uluslararası toplumun acil ve sınırsız desteğine ihtiyacı var. http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2014/08/iraq-minorities-shabak-extinction-islamic-state.html##ixzz3BsaYDOxg
[vii] Malula’da halen İsa’nın konuştuğu
Aramice konuşulmaktadır.
[viii] Azınlık terimi
muktedir olmayanlar anlamında kullanılmaktadır.
[ix] Musul’un 16 km doğusundaki Bahizan, Süryanice
ismi Beys Hıryani (bakmak görmek yeri) Ezidiler ve Hıristiyanlar yaşamaktaydı, Ba’vize Musul’un
5km kuzeyinde Ninova harabeleri üzerindedir. Köyün adı Aramice Bays Avviz’dir
(geçiş yolu) köyün tarihi Asurllular çağına uzanır. El- Kuş, Musul’a 50 km
mesafede bir kildani köyüdür.Karakuş,
Musul’dan 28 km uzaklıkta, Kadim halkı Hıristiyandı.Karakuş’a, Süryaniler
Bahdid (Baghdade) ismini verir. Bahdid, Süryanice Tanrının
evi anlamındadır. Köyde Ermeniler de yaşamaktaydı. Keremli
veya Geremlis, Musul’un 30 km güneydoğusunda, halkının
tamamına yakını Kildaniydi, Ermenilerin de yaşadığı köylerden biriydi. Bartulla, Musul’un
33 km doğusundadır. tarihi Asurlulara kadar uzanır halkı Süryaniydi. Anlamı
Süryanicede çocuklar evi, ölçü
evi anlamındadır.Batna,
Musul’un 15 km kuzeyinde, aramice’de adı Bays El- Tin veya Bays al Kıra –çamurdan
ev. Halkın çoğu Hıristiyandı. Bakufa, Aramice’de
Bays Kuya- Ağaç yeri.
Kadim Asur yerleşim yerlerinden biridir. Tarihi Asurlulara kadar uzanır. Ba’zıra,Musul’un
50 km kuzeydoğusunda, Ezidi köyüydü. Aramice’de adı Bays ‘Izra- ev
direği. Bahınduva, Musul’un
26 km kuzeyinde çoğunluğu, Ezidi, Hıristiyan Kildani nüfusun yaşadığı bölgeydi. Dayr-ı
Ba Yusuf yada Dayr-ı ya- Yusuf nüfusu Hıristiyan bir
yerleşim yeriydi ve büyük bir kilisesi vardı. Baysan yada
Bisan, Musul’un kuzeydoğusunda Aramice’de Bays Şan-sukünet
evi. Aramilerin yaşadığı bölgeydi.Muşarafi veya
Meşerefi, Musul’un batısındaki bu köy halkı Ezidiydi. Baş’ika,
Aramicede Bays Şahiki- talihsiz ev,
Musul’un kuzeydoğusunda köyde Ermeniler de vardı. Babent yada
Babıntı Musul’un 15 km kuzeydoğusunda Süryanice Bays Şıbına-yağma
evi. Köy aynı zamanda bir Şabak yerleşim bölgesiydi. Dayr
Miha’il veya mar Muha’il, Nuniya, Nunyavaya
Nineva. Baştepe yada Başmanya, Musul’a 25 km
uzaklıkta en önemli Şabak köylerinden biriydi. Barım yada Barıma Aramice’de
Bays Rime- yüksek ev. Tella’far yada
Talya’far, Aramice’de Tel Ağbar- toprak tepe,
Sincar ile Musul arasındadır. Basahra yada
Basafra, Süryanice’de Bays Sahraya- Kasr sahibi.
İmam- Fazliyya da Şabak yerleşim yerlerinden biriydi.Tilkef, Tel
Kef- Taştepe, nüfusu Kildaniydi. Hursabad yada
Horsabad, eski adı Sur olan bölge Ezidi yerleşimlerinden biriydi. ‘Ayn
Safna musul’un 50 km doğusundaki köy bir Ezidi
yerleşimiydi. Ermeniler de bulunmaktaydı.
[x] Ortadoğu’nun şu anda en vahşi
insanlık dışı gücü olarak tehlike arz eden IŞİD ile ilgili Gaziantep baro
başkan yardımcısı Bilgi Edinme Yasası’na dayanarak emniyet müdürlüğüne
Gaziantep’teki IŞİD faaliyetleriyle ilgili soru yöneltmiş. Verilen cevapta
‘devlet sırrı’ nedeniyle bilgi verilemeyeceği belirtilmiş. Her şey ne kadar
açık değil mi! IŞİD’i büyüten güçlerin sadece Katar, Suudi Arabistan ve
başlangıçta ABD olmadığı bu kervanda Türkiye’deki iktidarın da büyük bir
sorumluluğunun olduğu gayet açık. Ercan Kanar, Veziriazam’ın Ahlak
Mühendisliği, http://www.demokrathaber.net/veziriazamin-ahlak-muhendisligi-makale,7831.html
[xi] Eski Irak başbakanı Maliki’nin Sünni
politikasını Siyasal İslam’ın yada İslam Devleti’nin yegane sebebi göstermek
yanıltıcıdır. Bu argüman Maliki’nin tasfiyesine yöneliktir.
[xii] Siyasal İslam’ın yükselişinin bir Kurucu
kaosa ihtiyacı olduğu gibi bir diğer ibrahimi din devleti
İsrail’in de kurucu kaosa
ihtiyacı vardı. Bu kez hangi doğuma neden olacağını hep birlikte göreceğiz.
[xiii] Samir Amin’le Söyleşi, Fikret
Başkaya “Amerikalıların istediği yegane şey,
bölgenin kaos ortamına
sokulmasıdır…”http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/1584-samir-amin-fikret-başkaya-söyleişi
[xiv] Sevan Nişanyan, Beni Kureyza
Katliamı, http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/05/beni-kureyza-katliam.html
[xv] Sevan Nişanyan, Eski Zaman IŞİDleri,
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/08/eski-zaman-isidleri.html
[xvi] Samir Amin’le Söyleşi, Fikret
Başkaya “Amerikalıların istediği yegane şey, bölgenin kaos ortamına
sokulmasıdır…”
[xvii] Erdoğan: Artık şartlar değişti,
http://www.taraf.com.tr/haber-erdogan-artik-sartlar-degisti-164728/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder