Fikret Başkaya
“Amerikalıların istediği yegane
şey, bölgenin kaos ortamına sokulmasıdır...”
Fikret
Başkaya: Geçen yılın Eylül sonunda
Cezayir’deki kollokyumdan 11 ay sonra
seninle yeniden buluşmak güzel bir sürpriz oldu. Türkiye’ye hoş geldin.
İstersen şöyle başlayalım. Emperyalist savaşlar söz konusu ama aslında “emperyalist
saldırı savaşı” veya “emperyalist işgal” demek daha doğru. Sana göre bu
savaşların asıl nedeni ne? Emperyalist kamp bu savaşlarla neyi amaçlıyor? Bir
de bu savaşlar neden Orta-Doğu’da, Kuzey ve Doğu Afrika’da odaklanıyor?
Samir
Amin: Önce neden emperyalist müdahaleler var ve bunlar
neden Orta-Doğu’da odaklanıyor? Çünkü neo-liberal, neo-emperyalist yeni dünya
düzeni sürdürülebilir değil. Artık çevre ülkelerin büyük çoğunluğunda sosyal
planda tam bir yıkım tablosu söz konusu ve bu asla tahammül edilebilir bir
durum değil. Bir zamanlar Mao’nun dediği gibi, dünya kapitalist sisteminin
çevresindeki Güney ülkeleri, doğası gereği “fırtına bölgesi” (zone de tempête) olmaya
devam ediyor. Zira oralarda dünyanın geri kalanını sömüren emperyalist
ülkelerdeki gibi asgari düzeyde bile bir istikrarı sağlama imkânı yok. Emperyalizm
için çevre (periferi) her zaman tehlikeli ama bazen daha da tehlikeli olabiliyor.
Dolayısıyla sürdürülebilir olmayan bu durum ancak dünyanın militer denetimiyle
mümkün olabilir. 90’da Sovyet sisteminin çöküşünden beri bir “önleyici savaş”
stratejisi geçerli. ABD ve müttefikleri de [AB ve Japonya] bu politikayı
destekliyor. Ancak gezegenin militer denetimi sayesinde mevcut statükoyu
koruyabilirler ki, bu aslında daha da gerilere giden bir stratejinin devamı.
İşte NATO yeni bir şey değil. Ne demişlerdi NATO’yu kurarken? Saldırgan bir
Sovyetler birliği var ve ona karşı bir savunma ittifakı oluşturuldu ve sadece
Avrupa’nın savunması amacıyla... Tabii asıl amacın hiçte öyle olmadığı
ortadaydı... Sadece Avrupa’yı kapsayan bir “savunma ittifakı” değildi...
Sorunun ikinci kısmına gelirsek, neden bu
bölgeyi seçtiler? Aslında bu ABD’nin bilinçli bir stratejik tercihiydi. Dünkü
konferansta da söylediğim gibi, bunun bir çok nedeni var ve esas itibariyle de üç
nedeni var diyebiliriz: Birincisi, orası petrol zengini bir bölge. Bölgenin
doğrudan militer denetimi, sadece ABD için değil, müttefikleri için de büyük
önem taşıyor. Bu, petrol [enerji] kozunu elde tutmak demek. Tabii düşmanları
için de önemli sonuçları var. İşte ABD o kozu elinde tutmak istiyor; ikincisi,
özellikle coğrafi konumu kritik öneme sahip.
Jeotratejik önemi diyorsun?
Tabii, tabii, jeostratejik pozisyonu çok
önemli. Zira, orası Eski Dünya’nın kalbidir,
merkezidir. Dikkat edilirse, Bağdat, Moskova’ya, Pekin’e, Singapur’a, Johannesburg’a
eşit uzaklıktadır. Dolayısıyla bu bölgenin doğrudan militer denetimi,
emperyalistlere uzun mesafedeki bölgelere askeri birliklerini kolay ulaştırma,
kolay müdahale imkânı demek; Ve üçüncüsü de bölgedeki rejimler çok zayıf.
Yenmesi kolay ülkeler. Mesela Uzak Doğu dikkate alınırsa, orada kötü bir deney
yaşadılar. Vietnam’da ABD yenildi...
Ukrayna’da olup-bitenler Suriye’de, Irak’ta, Libya’da
olup bitenlerden bağımsız değil. Sana göre ABD başta olmak üzere Batılıların
Ukrayna’da peydahladıkları “krizin” başka yerlere sirayet etme riski var mı?
Evet öyle bir tehlike var ama önce neden Ukrayna
seçildi? Ukrayna çok suni, çok yapay bir ülke.. Aslında orada üç bölge var.. Bu
günkü Ukrayna’nın önemli bir bölümü eski Rus İmparatorluğunun bir parçası. Kırımı saymıyorum o zaten Rus’du ve Rusya’ya
dahildi. 1917 de devrim olduğunda bütün o bölgede bir iç savaş yaşandı, tabii
başka yerlerde de. Bölgedeki halk özellikle de Lenin’in “toprak ve barış”
vaadinden sonra, köylü kitleleri ve çok sayıda entellektüel devrimci Bolşeviklere
katıldı ve bunların çoğunluğu Yahudi’ydi.
Zira o bölgede önemli bir Yahudi azınlık
yaşıyordu. Öte yandan mülk sahibi sınıf, toprak sahipleri ve küçük burjuvazinin
önemli bir kısmı karşı devrim safında yer aldı ve küçük burjuvazide de köklü
bir antisemitizm söz konusuydu. O kadar ki, devrim safına geçen Yahudi
aydınlara Hitler, judeo-bolşevik [
Yahudi-Bolşevik] adını takmıştı. Ukraynalıların bir kısmı da Avusturyalıydı,
Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna dahildi. Onlar da Rus devrimine katılmadılar.
Sürecin dışında kaldılar. Ancak daha sonra önce 1939’da ve sonra da savaşta, 1945
de Ukrayna’ya katıldılar. Birinci mesele bu; ikinci nokta, bilindiği gibi
Sovyetler Birliğinin sınırları 1924 de çizildi. Bu sınır çizilirken Rus
olmayanlara Ruslardan daha çok toprak verdiler. Bununla Sovyetler Birliği’nin
Rus İmparatorluğunun bir devamı olmadığını göstermek istediler. Bu, ‘Büyük
Rusya’ egemenliği artık söz konusu olmayacak demeye geliyordu. Dolayısıyla
tarihsel olarak Ukrayna’ya dahil olmayan bölgeleri de Ukrayna sınırları içine
aldılar. Yeni Ukrayna denilen bölge Rus çoğunluğun yaşadığı yerdi. Aynı şekilde
Karadeniz sahilindeki Odesa bölgesi de Rus idi, Ukrayna değildi.
Neden böyle bir şey yaptılar o halde?
Bunu yaptılar çünkü Sovyet sisteminde etnik
unsurun önemli olmadığını düşünüyorlardı. Sınırların önemli olmadığı anlayışı
vardı. Şu veya bu etnik unsurun, azınlığın Rus veya değil varlığı önemli
değildi onlar için. İşte Yugoslavya’ya bak! Komünist rejim, onun lideri Tito, oradaki
cumhuriyetlerin sınırını çizerken, asla etnik sorunu esas almadı. Hristiyan
Sırp, Müslüman Sırp, Hırvat, vb. ayrımı yapmadı. Dolayısıyla sınırlar o dönemde
önemli değildi ve tamamiyle yapaydı. Ne zaman ki, o yapay sınırlar aniden bağımsız
devletlerin “gerçek” sınırı haline geldi, işte sorunlar da o zaman başladı...
İkinci Dünya Savaşında dünyanın her yerinde,
Türkiye’de de faşistler vardı ve ekseri pro-naziydiler. Bu faşistler Sovyet
devrimi yıllarındaki karşı devrimci kampı referans alıyorlardı. İç savaşta emperyalist kamp
tarafından desteklenenlere gönderme yapıyorlardı. İkinci dünya savaşı sona
erdiğinde, Naziler yenilgiye uğratılınca, Nazi Almanya’sı safında savaşan
faşistlerin liderleri Batı Cephesine transfer edildiler. Kitleler halinde
İtalya’ya taşınıp Amerikalılara teslim edildiler. Eğer Doğu’da Sovyetler
Birliğinde kalsalardı, hain Naziler olarak kurşuna dizileceklerdi. Ve
Amerikalılar, müttefikler arasındaki anlaşmayı ihlâl ettiler. Oysa o anlaşmaya
göre tüm savaş suçluları ait oldukları ülkelere iade edilecekti. Yani Sovyetler
Birliğine teslim edilmeleri gerekiyordu... Bunlar ABD ve Kanada tarafından
siyasi mülteci olarak kabul edildiler. Özellikle de Kanada çoğunluğunu kabul
etti.
Bunları sayısı ne kadardı peki?
Sayıları çoktu. Belki 10 binler. Bunlar aşırı
anti-komünist ve aşırı anti-Rus, pro-faşist unsurlardı. Mesela bunların
teorisyenlerinden biri, Donsof, -ki, Kanada’da 1975 de öldü- tüm hayatı boyunca jüdeo-bolşevizm söylemini
ısrarla sürdürdü... Ona göre iki ana düşman komünistler ve Yahudilerdi... Ve
onun anti-semitizmi hiç bir zaman sorun edilmedi... Ne zaman ki, Ukrayna
bağımsızlığını kazandı (1990) kitleler halinde geri döndüler, kitleler halinde...
Yani o tarihte kitleler halinde Kanada ve ABD’den
döndüler diyorsun. Doğrusu bu benim için tam bir sürpriz oldu. Zira sorunun o
boyutundan habersizdim!
Evet, evet aynen öyle. Kitleler halinde
Ukrayna’ya döndüler. Ve faşist milisler oluşturdular, örgütlendiler. Elbette
kitlelerde bir memnuniyetsizlik vardı ve dünyanın her yerinde var ama Maidan’daki hükümet karşıtı gösterileri
asıl örgütleyenler, Batı’nın devasa finansal desteğiyle, bu faşist
militanlardı. Oradaki göstericiler de Kiev halkı değildi. Onlar faşistlerin yoğun
olduğu bölgelerden Maidan’a
otobüslerle taşındılar, doyuruldular, hatta silahlandırıldılar. Bu vesileyle bu
operasyonda Polonya’nın katkısına ve desteğini de unutmamak gerekir... Bu
durum, hemen ülkenin güneyinde ve doğusunda müthiş bir tepkiyle karşılandı. O
bölgelerde yaşayan kitleler bu durumu kabullenmeye niyetli değillerdi... İlk
sloganları da zaten anti-faşist söylemleri içeriyordu. İşte olaylar böyle
gelişti... Batılılar Ukrayna’da bu faşist unsurları sonuna kadar desteklemede
karalı göründüler... Muhtemelen de Ukrayna’yı NATO’ya dahil etme niyetleri var.
Tabii Rusya’nın böyle bir durumu kabullenmesi mümkün değildi. Zira bu, Rusya’nın
kalbine nüfuz etmek gibi bir şey. Tabii Ukrayna nüfusunun önemli bir bölümünün
de bu durumu kabullenmesi mümkün değil. Faşistlerin vahşetinden maalesef pek
söz edilmiyor. Şu anda Ukrayna’da faşistler tarafından yapılan baskı tam bir
fecaat halini almış durumda: Gazetecileri öldürüyorlar, komünistleri, eski
komünistleri, sendikacıları katlediyorlar ve bütün bunlardan hiç söz edilmiyor
bile...
Peki bu saldırı karşısında Putin Rusyası ne
yapıyor? Batılılar Putin’i direnişçileri desteklemekle suçluyorlar. İyi de
desteklemeyip de ne yapacaktı? Karşı taraf tüm imkânları seferber ederek
faşistleri desteklerken, Putin ne yapsındı? Aynı zamanda ve dünkü konferansta
söylediğim gibi, Putin’in bir zaaf var ki, ben ona ‘büyük sapınç’ diyorum.
Gerçekten bir yandan emperyalist saldırıya karşı direniyor, kavramın olumlu
anlamında ulusal çıkarları savunuyor, anti-emperyalist bir duruş ortaya
koyuyor; öke yandan da içerde liberal bir politika uyguluyor ki, o liberal
politikalar tam bir yıkım tablosu ortaya çıkarıyor... Zira Rus halk kitlelerinin,
günlük başka sorunları, dertleri var... Bir de tabii yeni Rus burjuvazisini
destekliyor, güçlendiriyor. Oligarşik, Batı yanlısı komprador burjuvaziyi
destekliyor ve Batıyla cepheden bir çatışmaya girmekten çekiniyor. Aslında çok
nazik, çok kırılgan bir durum söz konusu ve kısa vadede kimin kazacağını
söylemek zor. Aldığımız sınırlı haberlere göre -ki, oradan haber almak çok zor-
Ukrayna ordusunun çoğunluğu savaş istemiyor. Savaş yanlısı olan küçük bir
faşist azınlık sadece... Kaldı ki, Rus ve Ukrayna halkları kardeş halklardır.
Birbirlerine çok yakındırlar. Ruslar ve Ukraynalılar arasındaki dil farkı da
çok önemsizdir. Sanki biraz kuzey-Güney Fransa, kuzey-güney İtalya farkı kadar.
Dolayısıyla bir ülkeyi zayıf bir dil farklılığından dolayı parçalamak abestir.
Bilmiyorum Türk dili için de benzer bir durum var mı? Mesela Rumeli Türkçesiyle
Anadolu Türkçesi arasında da benzer bir fark var mı? Dildeki sınırlı bir nüans,
bir bölünme ve parçalanma gerekçesi yapılabilir mi?
BRICS ve benzer blokların oluşması dengeleri
değiştirebilecek jeopolitik sonuçlar doğurabilir mi?
Evet ama sadece belirli derecelerde. BRICS,
yani Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika, bu beşli, birbirinden çok
farklı ülkeler ki, Batılılar onlara “yükselen ülkeler”* diyorlar. Bu şu demek:
Bu ülkelerin “özerk” [sauvereign] bir projeleri var ve bu proje, neoliberal yayılmanın mantığıyla
çelişiyor/çatışıyor. Bu sınırsız, dizginlerinden boşanmış neoliberalizmi sorun
ediyorlar ve küreselleşmenin koşullarını pazarlık konusu yapmak istiyorlar
demek... Yani neoliberal küreselleşmenin mantığına uyum sağlamayı
reddediyorlar. Ama bunlar içinde öyle gerçekten özerk, iç tutarlılığı olan bir
projeye sahip olan yegane ülke Çin.
Diğerleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil diyorsun?
Evet. Demek istediğim o. Rusya öyle değil.
Rusya’nın gerçek bir özerk [souvereign] projeye sahip olabilmesi için,
neoliberalizmin mantığının dışına çıkması gerekiyor. Sanıyorum şu sıralar
Rusya’nın Ukrayna’da yaşadığı sorunlar onu o yöne doğru itiyor ama durum
belirsizliğini koruyor. Gerçi Hindistan bir önceki hükümet zamanında özerk bir
projeye sahip olduğu izlenimi verdi ama bu gün iktidarda olan Hindistan
Milliyetçi Partisi (BJP] politik İslamcı parti gibi bir şey. Müslüman Kardeşlerin
öz kardeşi gibi sanki... Aşırı gerici, aşırı neoliberal, ve aşırı dinci
fanatik, Müslüman karşıtı, Hintçi bir parti. Böyle bir rejimden fazla bir şey
beklemek abestir. Bir kaç hafta önce bir
grup Hintli dostumla birlikteydik bu sorunu tartıştık. Onlar da BJP iktidarından
pek bir şey beklemiyorlardı, süreci daha ileriye taşıma kabiliyeti olmadığı
düşüncesindeydiler. Tabii bu durum hep öyle mi kalır... bu belli değil.
Brezilyanın da özerk [sovereign] bir projesi yok. Brezilya burjuvazisi çok
güçlü, özellikle de finans burjuvazisi çok güçlü. Fakat aynı zamanda Lula’yı
iktidara taşıyan bir halk hareketi var. Netice itibariyle bu ikisi arasında bir
kompromi (uzlaşma) var. Ve bu kompromi belirli dozda bir sosyal politika
uygulamasına imkân verdi. Aynı şekilde belirdi dozda bağımsız dış politikayı da
mümkün kıldı ve diğer Güney ülkeleriyle, Latin Amerika ve özellikle de Çin,
Rusya, Hindistan ve diğerleriyle yakınlaşma mümkün oldu. Fakat çok sayıda çelişki
var yani. Güney Afrika’ya gelince, Güney Afrika çok daha zayıf. Gerçi Apparteid (ırkçı) rejimine karşı büyük
bir zafer kazanıldı ama ekonomik alanda hiç bir şey değişmedi. Öyle bir
kompromi oluştu ki, ekonomi politikadan ayrıldı. Politik alanda Apperteid söz
konusu değil, işte hükümette çok sayıda Siyah bakan var, başkan da Siyah ama
ekonomik statüko aynen olduğu gibi yerinde duruyor.
Yani ekonomik planda en küçük bir değişiklik olmadı
diyorsun?
önceki duruma göre en ufak fark yok. Her şey
yerli yerinde duruyor. Mesela toprakların %83’ü bu gün de Beyazlara ait! Fakat
her şeye rağmen ve sonuç itibariyle bu beşlinin bir pazarlık gücü de var tabii...
ABD Irak’a karşı bir “önleyici savaş” ( guèrre preventive) açabiliyor ama aynı
şeyi, Hindistan, Rusya ve Çin için göze alamıyor. Netice itibariyle bir
kapasiteleri, potansiyelleri var...
Potansiyel bir kapasiteleri var!
Aynen öyle. Dolayısıyla çok kutuplu bir dünya
vizyonları var ama bu kapitalizm dahilinde bir çokkutupluluk. Kapitalizm
dışında ve kapitalizmle çatışma halinde bir çok kutupluluk değil... Fakat bu
kadarı bile Batılılar için kabul edilemez bir şey... Bu kadarını bile
kabullenmeye yanaşmıyorlar... Batılılar BRICS’i ve onların çok kutupluluk
projesini sulandırmak için önce G20’yi peydahladılar. Çin’i, Rusya’yı,
Hindistan’ı, Brezilya’yı ve Güney Afrika’yı G20’ye dahil ettiler ve dediler ki,
bakın artık siz medeni (civilisé) devletler oldunuz, kalkındınız, o halde siz
de bizim gibi yapın... Bırakın şu yoksul ülkeleri, kendi çıkarınızı gözetin...
Fakat bu girişim başarısız oldu, büyü paramparça oldu... Zira bunlar büyük
güçler sonuç itibariyle... Bu yılın Nisan ayında St. Petesburg’daki G20 toplantısı izlediğimde de onu fark ettim.
Tüm G20 üyeleri Batı’nın finansal
liberalleşme projesine karşı çıktılar. Çin daha önce G20’ye dahil değildi ve neoliberal
finanslaşmayı reddediyor. Onu ikna etme çabası işe yaramadı. Tartışma Suriye üzerine odaklandı ama bir
uzlaşma da hasıl olmadı. Bir yanda G7, yani emperyalistler artı benim “demokratik Suudi Arabistan” ve demokrasi
şampiyonu, “demokratik Katar Cumhuriyeti” dediklerim; öte yanda Rusya,
Brezilya, Çin, Hindistan, Güney Afrika... ve sonuç başarısızdı. BRICS
Batılıların planını reddetti...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder