Fikret Başkaya
“Dil sorununun şu ya da bu biçimde başgösterdiği her durumda, bu bir
dizi başka sorunun kendini dayattığını gösterir: yönetici sınıfın biçimlenip
genişlemesi, yönetici gruplarla ulusal halk kitlesi arasında daha yakın
ilişkiler kurma gereksinimi, yani kültürel hegemonyanın yeniden örgütlenmesi…”
Antonio Gramsci
Her ne kadar kısa bir yazıda, TC’nin (Türkiye
Cumhuriyeti) neden ve nasıl TİHC’
ye (Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti)
dönüştüğünü anlatmak zor olsa da, bu bir deneme girişiminde bulunmamıza, bir
başlangıç yapmamıza engel değil.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında, özellikle de 1830’lu
yıllardan başlayarak, çekingen, ikircikli ve güdük de olsa bir sekülerleşme
süreci yol alıyordu. Cumhuriyet’e geçişle bu süreç hızlandı. Özellikle eğitim
ve hukuk alanlarında olmak üzere, önemli gelişmeler sağlandı. Velhasıl TC, laiklik
tercihi yaptığını ilân etmişti. Fakat tevatür edildiğinin aksine, retorik
realiteyle pek örtüşmüyordu. Hilafetin ve onun temel aracı olan “Meşihat
Makamı” ve Şeyhülislamlık tasfiye edildi ama onların yerini Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Başka
türlü söylersek, din, devletin göbeğinde yer almaya devam etti.
Oysa, gerçek anlamda laiklikten söz edebilmek,
üç koşulun varlığıyla mümkündü: 1. Devlet tüm dinler, mezhepler, inançlar,
kültürler ve etnik unsurlar karşısında nötr ve eşit mesafede durmalıydı –
Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum devletin merkezini işgal ederken, bu
koşul gerçekleşmezdi- ; 2. Emekçi halk kitleleri lehine dönüşümler gerekiyordu,
politik-ideolojik planda yapılan reformlara, sosyal reformların eşlik etmesi,
insanların yaşamında bir iyileşme yaratılması gerekiyordu. Topraksız az
topraklı köylüleri topraklandırmak, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını
iyileştirmek, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önünü açmak gibi; ve 3. Geleneksel
ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma gerekiyordu. Başka türlü söylersek, dinde
bir reformasyon yapılması gerekiyordu. Son tahlilde din de bir ideolojidir ve
bu niteliğinden ötürü de yoruma tabidir. Zamanın ihtiyaçlarıyla uyumlu,
toplumun önünü açıcı yeni bir din (İslam) yorumu gerekiyordu. Öyle bir şeyin o
zamana kadar yapılmamış olması, onun imkânsız olduğu anlamına gelmezdi... Aksi
halde yalpalamalar ve geri dönüşler kaçınılmazdı.
Cumhuriyet rejimi ilk yıllarında ikircikli bir
yol izledi ve seçici davranma yolunu seçti. Hilafetin ve Saltanatın
tasfiyesiyle ayrıcalıklı statülerini, pozisyonlarını ve prestijlerini kaybeden
unsurların muhtemel etkinliğini kırmak amacıyla, yer yer dini baskı altına alınırken,
rejim yanlısı din uleması da ödüllendiriyordu. Nitekim, Mustafa Kemal
tarafından mebus (milletvekili) tayın edilen şeyhler vardı... 1945-50’den sonra
dine yaklaşım değişti. 1948 yılında ilkokulların 4 ve 5’inci sınıflarına isteğe
bağlı din bilgisi dersi ve aynı yıl İmam Hatip Yetiştirme Kurslarıyla başlayan
süreci, ilahiyat fakültelerinin açılışı izledi. 1949 yılında da 10 ilde 10 ay
süreli İmam Hatip Kursları açıldı.
1950’de tüm vaizler maaşa bağlandı. Ayı yıl Arapça ezan okuma yasağı kaldırıldı
(aslında ezanın nasıl okunacağına devletin değil, ilgililerin karar vermesi
gerekirdi, dolayısıyla ezana karışmak yanlıştı), devlet radyolarında Kur’an-ı
Kerim yayınları başlatıldı. İlkokul öğretmenlerine Din derslerini verme
mecburiyeti getirildi... Ve 1951’de 4 ilde 7 İmam Hatip Okulu açıldı. 1953’de
Ankara Radyosunda “Din ve Ahlâk Saati” başlatıldı. 1954 yılında 4 yıl olarak
tasarlanan İmam Hatip Okulları’na 3 yıllık lise kısımları da eklenerek, öğretim
yılı 7’ye çıkarıldı... 1959 yılında Yüksek İslam Enstitüsü kuruldu. 1961’de de
Din Eğitimi Müdürlüğü kuruldu... 1976 da bir “yenilik” daha yapılarak kız
öğrenciler de İmam Hatip Okullarına alınmaya başlandı...
1970 yılından itibaren, din temelli siyasi
partilerin faaliyetine izin verildi. 12 Eylül askeri darbesiyle de Türk-İslam
Sentezi, devletin başat ideolojisi haline getirildi. Zorunlu din dersi
dayatıldı. O zamandan sonra rejimi [devlet aygıtını] ve toplumu dinîleştirmek
üzere sinsi ve açık bir rota izlendi. Türkiye Cumhuriyeti islâmi rejim hüviyeti kazanma yolunda hızlı
bir tempoyla yol almaya devam etti. Artık İhvan’ın [
Müslüman Kardeşler] Türkiye versiyonu gerçekleşme yolundaydı...
28 Şubat “post-modern” darbesi sonrasında 8
yıllık temel eğitime geçişle, İmam Hatip Okullarının ve öğrenci sayıları azalsa
da, bu geçici bir durumdu. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelişiyle süreç hız
kesmeden devam etti. 2013-14 eğitim yılında İmam Hatip Ortaokulu ve
liselerindeki öğrenci sayısı yaklaşık 700 bini, okul sayısı da 2 bin 300’’aşmıştı...
İmam
Hatip Okulları, sadece İmam ve Hatip yetiştirme amacıyla açılmadı!
Eğer amaç gerçekten İmam-Hatip ihtiyacını
karşılamak olsaydı, o zaman ihtiyaca cevap verecek kadar okul açılır ve öğrenci
alınırdı ama asla kızlar bu okullara alınmazdı. Söz konusu olan bir meslek
okuluysa ve kızların İmam-Hatip olmaları da dinen mümkün olmadığına göre... (Aslında
kızların bu okullara alınması, toplumu dinîleştirmenin etkin bir aracı olarak
görülüyordu). O halde bu abartılı
yaklaşımın asıl nedeni ne idi? Asıl
amaç, özellikle 1950’li yılların sonralarından itibaren toplumun sola
meyletmesini engellemek, eşitlikçi, özgürlükçü bilincin yeşerip-filizlenmesini,
toplumsal uyanışı engellemek, civcivi yumurtadayken ezmekti. İmam Hatip
Okullarının açılması ve sayılarının hızla artmasıyla, devlet destekli “Komünizmle
Mücadele Dernekleri” kurulmasının aynı zamana rastlaması bir tesadüf değildi...
Böylece Türkiye’nin gerici mülk sahibi sınıfları kendilerini güvenceye almak istiyorlardı.
Amaç genç nesillerin bilincini köreltmek, onları eleştirel düşünceden uzaklaştırmak,
itaatkâr, soru sorma, şüphe etme, gerçeğin peşine düşme yeteneği olmayan,
egemen sınıfların ihtiyacına cevap veren bir nesil yetiştirmekti... Elbette o zaman “asıl amaç” bu günkü netlikle
ifade edilmiyordu. Açıkça “dindar bir nesil yetiştiriyoruz” demiyorlardı...
Fakat dinin solun ve demokratik yükselişin
önünü kesmek üzere ‘araçlaştırılmasını’ isteyen sadece Türkiye’nin mülk
sahipleri sınıfları değildi. Dönemin yeni hegemonik gücü olan ABD’nin de, sola
yönelişin engellenmesi için, dinin araçlaştırılmasında çıkarı vardı. Zira,
Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü “soğuk savaşın” bir de “sıcak ayağı”
vardı: Üçüncü Dünya’da kabaran ulusal bağımsızlık mücadelelerini, özerkleşme
iradesini ve kalkınma çabalarını engellemek, dolayısıyla emperyalizmden kopuş
girişimlerinin önünü kesmek... Bunun için de tüm Müslüman ülkelerde dinin
emperyalist çıkarlar için araçlaştırılmasını ve kullanılmasını sağlamak! İçerde
bu amaca uygun hareket eden bir kesim de, dini [İslam’ı] bir kâr, kazanç,
rant ve servet edinme aracı olarak gören
ve o amaçla kullanmak isteyen, İslamcı ve/veya “Siyasal İslamcı” denilen unsurlar,
tarikatlar, cemaatlerdi... Bunların ortak amacı seküler-laik-özgürlükçü-eşitlikçi-demokratik
yükselişi etkisizleştirmekti... Bu vesileyle , “Siyasal İslam” denilenin
aslında bir ABD-Suudi ortak yapımı olduğunu da unutmamak gerekir
Laiklik pratiğinin sakatlığından kaynaklanan
bir dizi uygulama da, oportünist dincilerin ve dini kullanarak siyasi iktidarı
ele geçirmek isteyen unsurların işini kolaylaştırdı...Yetişkin bir üniversite
öğrencisinin başını örtmesini yasaklamak gibi... Fakat “Türban kozu”, toplumu
kutuplaştırmanın bir aracı haline getirilmişti. Böylece Türban tartışmaları hem
ülke gündemini meşgul etmenin, asıl sorunların tartışılmasını engellemenin
etkin bir aracıydı ve hem de oportünist dincilere iktidar mücadelesinde önemli
bir avantaj sağlıyordu (1). Aslında türban bu kesimler için çok zengin bir
maden cevheri keşfetmek demekti... O kadar ki, 9-10 yaşındaki kız çocuklarına türbanı dayatırken, bunu hâlâ özgürlük adına
savunabiliyor olmaları ibret vericidir. Aslında bu çocuklar için değil anne ve
babalar için bir “özgürlüktür”... Ve kadını bir cinsel obje olarak görmek, ayrımcılığı
ilkokul çağından başlatmaktır. Üstelik başını açıp-kapatmanın da özgürlükle
uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur... Sadece bireysel bir tercihtir son
tahlilde... Fakat hızları bir türlü kesilmiyor. Nitekim opera ve bale
sanatçılarının kolsuz penye, şort ve tayt giymelerini yasaklamaları, daha
nereye kadar gidebileceklerinin de bir
göstergesi sayılmalıdır. Oysa türban takmayı bir “özgürlük kategorisi” olarak
sunmaya çalışanların bu dünyada ve hiç bir zaman, özgürlük, sosyal eşitlik, kadın
hakları, demokrasi diye bir sorunları olmadı ve zaten olması da mümkün değildi.
Zira varlıklarını ancak bunların yokluğuna borçlu olduklarını çok iyi
biliyorlar... Türkiye’de kadınların yegane sorunu türban mıydı? Kadınların
maruz kaldıkları onca ayrımcılığı, haksızlığı ve eşitsizliği, aşağılanmayı hiç
sorun ettiklerini duydunuz mu? Oysa, asıl
amacın kadınları özgürleştirmek olmadığı, eve hapsetmek, köleleştirmek olduğu ilgili
herkesin malûmudur... Amaç kadınların sosyalleşmesini, sosyal yaşama aktif ve
etkili katılımını, görünürlüklerini engellemektir. Akılları-fikirleri cins
ayrımını kaşımak ve dayatmak, toplumu kutuplaştırarak iktidar olup, ranta el
koymak... Malûm, iktidar olmanın öteki adı bütçeyi ve hazineyi yağmalamaktır. 12
yıllık AKP iktidarına bak anlarsın denecektir...
İmam Hatip Okulları’ya ilgili “resmi söylem”,
asıl niyeti gizliyordu. İşte “İmam Hatip, ihtiyacını karşılamak”, “Aydın din
adamı yetiştirmek!”, vb... Süleyman Demirel 1960’lı yıllarda başbakan iken, hızını
alamayıp, bu okulların “taassuba karşı açılmış aydınlık pencereler”
olduğunu söylemişti... Eğer
öyleyse tüm okulların İmam Hatibe dönüştürülmesi iyi bir fikir olmaz mıydı?..
Nitekim bu gün bu yönde çabaların yoğunlaştığını söylemek mümkün... Cumhurbaşkanının
oğlu Bilal Erdoğan ve ekibinin Türkiye’yi “aydınlık pencerelere açma”
konusundaki gayretleri biliniyor...
Aslında İmam Hatip Okulları aracılığıyla
“bilinç dünyasının” biçimlendirilmesi, Türkiye’deki mülk sahibi tüm kesimlerin
ve yönetici politik sınıfın bilinçli bir tercihiydi... Nitekim, 1960- 1966
yılları arasında Genel Kurmay Başkanı, 1966- 1973 yılları arasında da
Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay: “Bu günkü okullar birer anarşi yuvası haline
geldi. Bu okullardan mezun olan gençlere Devlet idaresi teslim edilemez. On yıl
sonra bunların hepsi iş başına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz
laik okullara karşı İmam Hatip Okullarını bir “alternatif” olarak düşünüyoruz.
Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda
yetiştireceğiz”, demişti... Netice itibariyle yetiştirdiler ve
yerleştirdiler... Devlet aygıtına öylesine yerleştirildiler ki, şimdilerde
“yerleşikler” arasında şiddetli bir iktidar ve rant savaşı devam ediyor... Birlikte
“yerleşenlerin” bir bölüğü diğerini tasfiye etmeye çalışıyor. Bu iktidar
mantığının bir gereğidir... Cumhurbaşkanı olan bir zâtın, bu ülkenin gençlerini düşman
olarak görüyor olması acaba hiç sorun edilmiş midir?
Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’ da Amerikancı cunta
yıllarında (1981) etkin bir mevkide iken, şöyle diyordu: “ Din adamı tipinde değişikliğe
gidilmeli, her türlü meslekten; hakimden, savcıdan, avukattan, lise
öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından, yeni tür bir din adamı
yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan İmam Hatip Okulları
reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik, vs. hüviyetler
kazandırılmalıdır”... Aslında artık generalin arzusunun
gerçekleştiğini, reel olarak tüm okulların
adı konmamış birer İmam Hatip Okulu’na dönüşmekte olduğunu söylemek bir
abartma sayılmaz... Eğer bu rotada ve bu hızla ilerlenirse, yakın bir gelecekte
Cami ve mescitlerle okullar arasındaki ilişki bütünüyle değişecek ve okullar
camilerin birer mütemmim cüzü haline gelecek...
Din, inanç, bireyin özelini, kişisel alanı
angaje eden bir şeydir ve öyle kalması gerekir. Dinin başka amaçlar için
araçlaştırılması kabul edilebilir değildir. Din kamu alanına “karıştığında”,
işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. İşte bu nedenle laiklik ilkesi son
derecede önemli ve vazgeçilmezdir. Laikliğin olmadığı yerde özgürlükler güvence altında olmadığı gibi,
demokrasi de mümkün değildir. Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek
önemlidir...
Demokrasi
diye diye: Faşizme koşar adım...
AKP, 2010
anayasa referandumundan sonra artık gerçek niyetini gizlemeyi bir yana bıraktı
ve rejimi hızla bir parti-devlet rejimine dönüştürdü. Zaten etkisiz olan parlamento
bütünüyle by-pas edildi ve TBMM bir tür parti-devletin yasa fabrikası haline
getirildi... Parti-devlet rejimi geçerliyken, kuvvetler ayrılığının da artık
esâmesi okunmaz. Özgürlükler de parti-devletin ağzıyla konuşanların özgürlüğüne indirgenir. Basın özgürlüğü
“birlik ve beraberliğin” ve “istikrarın” düşmanı olarak görülür. Yargı, parti
yargısına dönüşür. 17-25 Aralık rezaleti sonrasında yargının ne menem bir şey
olduğu âyan-beyan ortaya çıktı... Artık tek adam, tek parti rejimi çoktan
yerleşmiş bulunuyor. Gerçek durum böyleyken, parti-devletin adamları ve
akademinin bazı çok ünvanlı üyeleri, her ağızlarını açtıklarında “demokrasiden”
söz ediyorlar ama “her söz her ağıza yakışmaz” denmiştir. Türkiye’nin içine
sürüklendiği durum artık, “sivil vesayet”, “otoriterleşme” gibi kavramlarla
ifade edilebilir cinsten değil. Hızla faşizme doğru yol alınıyor. Gerici, halk
düşmanı neoliberal politikalarda böylesine bir inatçı ısrar söz konusuyken,
faşizme yelken açmak kaçınılmaz ama bu gidişatın karşısına dikilmek ve oyunu
bozmak da gayet mümkün... Bunun için de gerçekten sorumlu yurttaşlar gibi
davranmak ve haysiyetli bir tavrın gereğini yapmak yeterli... Eğer birileri
böyle yapıyorsa, siz de neden başta türlü yapmayasınız? Böyle kritik bir durum
söz konusuyken, iki türlü tavır mümkün: Şeyleri, olup-bitenleri uzaktan
seyretmek, “istikrarlı” birer sayın
seyirci olmaya devam etmek; veya bu kepazeliğe müdahale etmek üzere ayağa
kalkmak... Velhasıl bir üçüncü yol yok!
(1). Bkz: Fikret Başkaya “Başörtüsü üzerinden yürüyen iktidar mücadelesi veya Siyasal
İslam’ı anlamak! ”,
www.ozguruniversite.org