Cemil Gündoğan
Birkaç ay evvel
HDP “Türkiye partisi” olarak seçime girip yüzde on oy alınca ne rüyalar
görülmüştü. Ana akım medyadan Türk solcularına kadar çok geniş bir kesim
(bunlara bir ölçüde Devlet Bahçeli’yi de katabilirsiniz), bu gelişmeyi Kürt
hareketinin “Türkiyelileşme”ye başladığının ifadesi olarak selamlamış ve bunun
devam ettirilmesinin Kürt sorununu çözeceğini vaz etmişti. PKK’ye muhalif Kürt
milliyetçilerinin Türkiyelileşme söylemiyle ilgili eleştirileri de aynı kanaati
paylaşıyordu. Bir farkla ki, onlar, bu gelişmeyi, PKK’nin Türk ajanı bir örgüt
olduğunun yeni bir kanıtı olarak propaganda ediyorlardı.
Kobani direnişi
vesilesiyle yaşananlar, bu tür analizlerin gerçekçi olmadığını ortaya koymuş
olmalı. Kobani’deki bir kıvılcım Kürtleri sokağa dökünce, devlet eli kanlı
katillerini ortalığa saldı ve böylece anlamış olduk ki, Türkiyelileşen kimse
olmadığı gibi, Kürtlerle Türkler arasında alttan alta ayrışma ve öfke birikimi
de devam ediyormuş.
Kendimizi kandırmaya
son versek iyi olur:
1) Türkiye’de bu
kafada egemenler,
2) Kürdistan’da
en doğal insani ve kültürel haklarından mahrum edilmiş bir toplum,
3) Ortadoğu’da bu
kaos,
4) “Ortadoğu’nun
Ufalanması” üst başlıklı yazı dizisinde(*) analiz etmeyi denediğim küresel ölçekli tarihsel-sosyolojik
eğilimler var olduğu müddetçe Kürtler Türkiyelileşmez. Türkleşme veya Türkiyelileşme hikâyesi, mevcut koşullarda İslamcı, enternasyonalist,
milliyetçi veya sosyal-şoven Türkler için boş bir umuttan, Kürt milliyetçileri
içinse boş bir korkudan ibarettir.
Anlaşılması için
karikatürleştirerek söyleyecek olursam, Türkiye’deki bütün Kürtler asimile
edilse, yani Türkiye’de Kürtçe konuşan insan kalmasa bile Kürtler Türkleşmez. Çünkü içinden geçmekte olduğumuz süreçte sorunu
belirleyen ana boyut, insanların Türkçe mi yoksa mı Kürtçe konuştukları
değildir. Dil farkı, mevcut koşullarda, sorunu ifade araçlarından sadece bir
tanesidir. Ortada bir dil farkı olmasa insanlar başka bir farka sarılırlar;
sarılacak sahici bir fark bulamasalar onu bir günde uydururlar.
Ortada gerçek bir
sorun olduğu müddetçe, bu sorunu ifade etmek üzere kullanılan şeyin uydurulmuş
olmasının bile bazen hiçbir önemi olmaz. O uyduruk farklılık, bir gerçek, hem
de en hakiki gerçek olarak algılanır, yaşanır ve tüketilir. Genel terimleriyle
düşünüldüğünde mesele bu kadar basittir. Bu nedenle bakılması gereken asıl yer,
farka ilişkin söylemden çok sorunun ana kaynağıdır. Sorunun asıl kaynağı ise Kürtlerin
kendi kendilerini yönetmek istemeleridir. Artık bu gerçeği anlayalım.
Sorun kendi kendini yönetme sorunudur, ama sadece
bu kadarla sınırlı değildir. Çünkü dün belli bir elitin kendine siyasal alanda(**)
yer açma meselesi olarak beliren bu sorun, bugün giderek bütün bir topluluğun fiziki
var oluş sorunu olmaya doğru gitmektedir. Dünden farklı olarak bugün haber
bültenlerinin başına üşüşen her Kürt’ün kafasındaki soru artık şudur: “Acaba yeryüzünde çocuklarımın ve
torunlarımın sadece Kürt oldukları için işkence görmeden, aşağılanmadan,
kendini gizlemeden yaşayabilecekleri bir metre karelik bir toprak parçası kalacak
mıdır?” Sincar’daki soykırım girişimi ve Kobani’de bütün dünyanın saat be
saat seyrettiği katliam, Kürt sorununun artık böyle ontolojik bir karakter
kazanmaya başladığını bir kere daha ortaya koymuştur. Böyle bir dönüşümün
yaşandığı bir süreçte bile sorunu hâlâ Türkleşmek veya Türkiyelileşmek
terimleri çerçevesinde tartışmaya çalışmak akıl kârı olmasa gerek.
***
Siyaset alanından
ontoloji alanına doğru bu dönüşümün derin anlamı üzerinde ciddi biçimde düşünmemiz
gerekiyor. Çünkü çok acılı sonuçları olacak. Ama bundan önce, her adımda
ayağımıza dolanan bir sorunu çözmemiz gerekiyor: siyasal aktörlerin sözleriyle
eylemleri ve hedefleri arasındaki ilişki. Çünkü bu noktadaki problemler, hem
PKK içindeki hem de PKK dışındaki bazı Kürt güçlerinin anılan dönüşümü fark etmelerinin
önündeki engellerden birine dönüşmeye başlamıştır. PKK tarafından dile getirilen “biz devlet istemiyoruz” veya “biz
iktidar istemiyoruz” türünden söylemler, bazıları tarafından bitmiş-kapanmış ifadeler
gibi algılanmakta veya öyle propaganda edilmekte ve bu durum, Kürt sorununun
esasının kavranmasını engelleyen bir rol oynamaktadır. Ama bundan da önemlisi,
bu eksende yürütülen tartışmaların, an itibarıyla, Kürtler adına bir varlık-yokluk
kavgasına kilitlenmiş olan PKK direnişçilerini arkadan hançerleyen bir rol oynamaya başlamasıdır. Bu nedenle bir sosyal hareketin alandaki konumu ve
hedefleriyle o hareketin kullandığı dil arasındaki ilişkiye biraz daha yakından
bakmamız gerekiyor.
Hikâye biraz uzun
olduğundan gelecek yazıda devam edeceğiz.
2014-10-29
-------------------------
(*) Sözü edilen yazı dizisini topluca şu adreste bulabilirsiniz:
http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan
(**) Bu yazıda kullanıldığı
anlamıyla “alan” kavramı, Fransız sosyoloğu
Pierre Bourdieu’ye aittir (champ/field/fält). Bourdieu’nün bu teoriyi geliştirip çeşitli alanlara uyguladığı bir düzine
kitabı çok sayıda dile çevrilmiştir. İnternet taramasında bunlardan yarım
düzine kadarının Türkçeye de çevrilmiş olduğunu gördüm. Konuyla ilgilenen ve
sadece Türkçe okuyabilen okurlara şu iki kitaptan başlamalarını öneririm: “Pratik Nedenler Eylem Kuramı Üzerine”
(Kesit Yayıncılık, 1995) ve “Dönüşümsel bir Antropoloji İçin
Cevaplar”(J. D.
Loïc’le birlikte, İletişim
Yayınları, 2003)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder