Fikret Başkaya
TBMM'den HDP
milletvekillerini atma operasyonu haklı olarak şaşkınlık ve öfke yarattı. Oysa
TBMM'nin ve siyasi partilerin ne mene şeyler olduğu bilinirse, öyle bir şaşkınlığa
kapılmaya yer olmazdı... Benzer bir operasyon bundan 20 yıl kadar önce de
yapılmıştı ve henüz belleklerden silinmiş değil... Aslında sorun rejimin
niteliğine dair bir dizi yanlış anlamayla ilgili. O halde bir kaç kısa hatırlatma
durumu netleştirmeye yarayabilir:
1. Resmi ideolojinin yüz
yıldır yaymaya çalıştığının aksine 1923 yılında devlet kurulmadı. Adı değiştirildi.
Bu devleti Türklerin ve Kürtlerin birlikte kurduğu söylemi de tam bir yalandı.
Devletin kurulmaya ihtiyacı yoktu. Biraz sarsılmış olsa da yerli yerinde
duruyordu. O süreçte bırakın Kürtlerin bir dahli olmasını Türklerin dahi bir
dahli olmadı.
2. Türkiye Büyük Millet
Meclisi [TBMM] ne büyüktü ve ne de 'milletin meclisiydi'. Baştan itibaren mülk
sahibi egemen sınıfların ve devletin meclisiydi ve hep öyle kaldı. Oradaki
"millet" dedikleri de kendileriydi. TBMM'nin halkla reel bir ilişkisi
yoktu, İleri sürüdüğü gibi CHP devleti kuran parti değildi. devleti devralan
devlet partisiydi. Nasıl TBMM'nin "milletle" bir ilgisi yok idiyse,
CHP'nin de halkla reel bir ilişkisi yoktu. Tamı tamına bir devlet partisiydi ve
hep öyle kaldı. Zaten 1923-1946 aralığında parti, hükümet ve devlet bir ve aynı
şeydi. Şimdilerde de bu üçü yeniden birleşmiş bulunuyor... Bu gün artık iktidar partisi, hükümet ve devlet arasındaki
'sınırlı ayrım' ortadan kalkmış bulunuyor. Böyle bir durumda burjuva anlamda
bir siyasi partiden söz etmek artık mümkün değil. Bu "az gittik, uz gittik ama sonunda başa döndük" demeye
gelir...
3. Geride kalan 97 yılda
halk kitleleri şeylerin seyri üzerinde yeteri kadar etkili olamadı. Tüm düzenlemeler devlet (memleketin
sahipleri) tarafından dayatıldı. Bu
durum siyasal kültürün azgelişmişliğin sonucuydu. İmparatorluk döneminin tebâsı,
kulu modern bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Bütün bu zaman zarfında kolayca
itilip-kakıldı, aşağılandı... Demokratik-sol muhalefet bu yüzden akıl almaz
bedeller ödemek zorunda kaldı. Geniş halk kitlelerinde 'aydınlanma' bir
karşılık bulabilmiş değildi... Elbette bu hep böyle olacak diye bir kural yok.
Şeylerin seyri eninde sonunda değişecektir. Zira, özgürlük mücadelesi söz
konusu olduğunda kaybetmek diye bir şey yoktur
4. Siyasi partiler halkın
değil, devletin ve daha genel bir çerçevede mülk sahibi egemen sınıfların
(oligarşinin) partileridir ki, zaten bu ikisi bir ve aynı şeydir... Mülk sahibi
sınıflar devlet, devlet de mülk sahibi sınıflar demektir... Bütün bu zaman
zarfında ezilen ve sömürülen halk sınıflarının kendi iradelerini temsil eden
siyasi partiler kurup, sürece müdahale etmelerine izin verilmedi. Her şeye
rağmen kurulanlara da yaşama şansı tanınmadı. Sanılanın aksine siyasi
partilerle halk arasında, seçenle seçilen arsında bir temsil ilişkisi söz
konusu değildir. Siyasi partiler halktan oy alıyorlar ama aslında mülk sahibi
oligarşiyi ve devleti temsil ediyorlar! Bizde siyasi partiler devletin diğer
kurumları gibidirler, devletin uzantısıdırlar. Dolayısıyla kullanılan oyun bir
karşılığı yoktur...
5. 1946 yılında "çok
partili sisteme" geçiş, iktidarın (devletin) bir manipülasyonuydu. Sadece
birden çok devlet partisinin kurulmasına izin verilmişti. İşçilerin, küçük
çiftçilerin, daha genel olarak ezilen ve sömürülen sınıfların örgütlenmesi
yasaktı. Kurulanların tamamı kapatıldı ve cezalandırıldı. 1962 yılında kurulan
Türkiye İşçi Partisinin ve 1990'lı yıllardan beri kurulan Kürt partilerinin
başına nasıl çorap örüldüğü biliniyor...
6. Türkiye'de siyasi
partilerin iki işlevi var: a. rejimi meşrulaştırıp-dayatmak, bu amaçla
kitleleri aldatmak- oyalamak, sisteme 'demokratiklik' süsü vermek ve b. bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak ve
yağmalamak, eşi- dostu zengin etmek... Halkı aldatıp oyunu alıyorlar, sonra da
"milli irade" tecelli etti diyorlar! Şeylerin seyri üzerinde halk
kitlelerin gerçekten bir dahli olsaydı bu gün burası böyle mi olurdu? Siyasi
partiler aslında benim "asıl devlet partisi" dediğim güç ve iktidar
odağının (memleketin sahiplerinin) taşeronudurlar. Sınırı aştıkları
düşünüldüğünde bir darbeyle veya 'mevzuat gereği' kapatılırlar,
"sözleşmeleri" feshedilir... Zira devlet partisi de olsalar oy almak
için halka bir şeyler vadetmek zorundadırlar. Bu onları kendilerine tanınan
sınırı geçmeye, güdümlü olmaktan çıkmaya
zorluyor. Yaşanan gerilimin nedeni budur.
7. Türkiye'de
"demokrasi" denilen tam bir sirk oyunudur. Siyasi partiler de zaten
bir devlet kurumudur ve öyle işler... İç işleyişlerinde demokrasinin kırıntısı
bile yoktur. Tek adam şirketidirler. Her şey bir tek adamın iradesine bağlıdır.
Ve o tek adam bir kere partinin tepesine çöreklendi mi, öyle kolay kolay orayı terk etmez . Osmanlı İmparatorluğunda
padişahların tahtta kalma ortalama süresi (aritmetik ortalama) 17,3 yıldı.
Bizde sadece siyasi partilerin değil, derneklerin, sendikaların, odaların,
vb. 30-40 yıl başkanlığının yapanların
sayısı az değildir... 30 yıl belediye başkanlığı, 40 yıl muhtarlık yapanlar var...
Velhasıl anti-demokratizm tüm örgütlerin
'normal işleyiş halidir"!
8. "Türkiye laiktir
laik kalacak" sloganının da bir karşılığı yok. Türkiye'de din hiç bir
zaman devletten ayrılmadı. Devlet oldum olası dine karışmaya devam etti. Eğer
siz dine karışırsanız. din de size karışırdı ve karıştı... Bütün bu zaman
zarfında bu rejim, dozunu kendi ayarladığı bir dinci gericiliğe ihtiyaç duydu.
Şimdilerde bir 'doz aşımı' durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Rejim hızlı bir
tempoyla Suudi Arabistanlaştırılıyor... Hilafeti ihya etme planları var... Zira
mülk sahibi sınıfların sadece
yalan-tahrifat ve yok saymaya dayalı uyduruk resmi ideolojiye dayanarak yönetebilmeleri,
iktidarlarını koruyabilmeleri mümkün değildi.. Toplumsal uyanışı engellemek,
demokratikleşme taleplerini etkisizleştirmek, sol muhalefeti bir alternatif olmaktan çıkarmak için dinci
gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Aslında o sloganı şu şekilde formüle
etmek gerekiyor: " Türkiye laik değil ama mutlaka laik olacak"!
9. HDP'li milletvekillerini
Meclis dışına atma operasyonunun terörle mücadeleyle uzaktan-yakından bir
ilgisi yok. Tam tersine savaşı şiddetlendirmek ve faşist tırmanışı
kurumsallaştırmak için öyle bir yola giriliyor. Asıl amaç tek adam diktatörlüğünü
tesis etmek! Savaş ve çatışma ortamı egemen sınıflar için bulunmaz bir nimettir.
Savaş ve çatışma dönemleri sömürü, yağma, talan, çalıp-çırpma için son derecede
uygun bir zemin oluşturur. Kimseye hesap vermeye ihtiyaç kalmaz. Her türlü hukuksuzluk,
ahlaksızlık mümkün hale gelir... Öyle
bir 'parlamento' ki, bir çoğunluk güruhu
milyonlarca insanın oyunu alarak seçilmiş başka milletvekillerini oradan
atmaya cüret edebiliyor.... Bunun dünyanın başka bir ülkesinde bir benzerini
var mıdır? Kendilerine savunma hakkı bile tanınmadan milletvekillerinin
meclisten atılması ne demektir? Bu, Türk
demokrasinin bir marifetidir. Tabii böylece TBMM'nin ne mene bir gericilik
yuvası olduğu, nasıl bir devlet kurumu olduğu, aslında kimin 'meclisi' olduğu
da netleşmiş olmalıdır! HDP'li vekilleri oradan atmak, milyonlarca insanın iradesini yok saymak değil
midir? İşlerine gelince "milli irade" diyorlar ve utanmadan
milyonlarca insanın iradesini yok sayıyorlar...
10. O halde neden bu
kadar kolay yönetebiliyorlar, bu kadar küstahlaşabiliyorlar?
"Hırsızın
kabahati" arş-ı alayı geçti de ondan. İnsanlar kolay aldanıyor,
aldatılıyor, kandırılıyor... Aksi halde bunca zamandır hırsızlara oy vermezler,
onları iktidara taşımazlar, yağma ve talana yol vermezlerdi... Tabii
kapitalizmin kültürü çürüttüğünü, insanların tam birer tüketim nesnesine
dönüştürüldüğünü de dikkate almak gerekiyor. Artık her türlü, değerin, değer ölçüsünün,
nirengi noktasının yok olduğu bir zamandayız... Geride kalan yaklaşık yüz yılda
ezilen-sömürülen kitleler, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi bahsinde başarısız
oldular. Daha da ötede bu kavramlar geniş halk kitlelerinde yeterli karşılığı
bulamadı, kök salamadı. Bu ülkeyi yönetenler öyle olması için ellerinden geleni
yere koymadılar. Elbette bu hep böyle gidecek diye bir kural yok. İçine
sürüklendiğimiz bu durum, solun, ilericilerin, demokratların, faşizme karşı
olanların, dinci gericiliği sorun edenlerin, gerçek laiklerin, gerçek cumhuriyetçilerin, anti-kapitalistlerin...
rüştünü ispat etmesi için bir fırsat sunuyor.
Başka türlü söylersek aslında şeylerin seyrini değiştirmek için önümüze bir fırsat çıkmış bulunuyor. O halde
bütün mesele bu fırsatı kullanıp-kullanmamakla ilgili demektir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder