Fikret Başkaya
“Sadece kendi tahrif ettiğim istatistiklere inanırım”
Winston Churchill
Eğer resmi verilere
itibar edilir ve milli gelir denilen eşit bölüşülürse, Türkiye’de kişi başına yılda
10 744 dolar düşerdi. Bu her Türkiyeliye günde 29 dolar düşecek demektir. O
zaman üç çocuk, iki yetişkinden oluşan
beş kişilik bir ailenin günlük geliri de 145 dolar olurdu. Bu günkü
dolar kuruna göre günde 319 TL, ayda da 9570 TL, yılda 118 bin 184 TL (52 bin 200 dolar). Eğer dünyadaki zenginlik
eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19 dolar düşecekti. Beş kişilik bir
aileye de günde 95 dolar ve ayda 2850 dolar düşecekti. Bu rakamlar doğru
olsaydı (ki, doğru değil zira, sadece 85
milyarderin serveti, en yoksul 3.5 milyar insanın, yani dünya nüfusunun
yaklaşık yarısının toplam mal varlığına eşit) buradan iki kaba sonuç çıkarmak
mümkündür: Birincisi, Türkiye ortalaması dünya ortalamasından günde 10 dolar
fazla; ve ikincisi, ister bizde, isterse dünya ölçeğinde olsun gelir eşit
dağıtıldığında insanların maddi refah içinde yüzeceği, hiç bir geçim sorunun
olmayacağı kesin... Türkiye’de beş kişilik bir aile, yılda 52 220 dolar gelirle
-ki, bu TL cinsinden yaklaşık 118 bin 184 TL demektir,-asla geçim sıkıntısı
çekmezdi. Tabii o zaman hemen akla şu soru gelecektir: Türkiye’de yılda 118 bin
184 TL gelire sahip kaç aile vardır? Eğer öyle olsaydı, siyasi partilerin
programlarında yoksullukla, işsizlikle mücadele gibi maddeler yer almazdı... Herhalde yolsuzlukla
mücadele maddesi de yer almazdı...
Rakamlara,
istatistiklere istediğiniz yalanı söyletebilirsiniz...
Türkiye’de 2104 yılı
başında aylık asgari ücret net 846 TL,
yıllık 10 152 TL. Bu günkü dolar kuruna göre ayda yaklaşık 384 dolar, yılda da
4608 dolar. Ve Türkiye çalışanların %70’ini oluşturan 15 milyon civarında
işçinin asgari ücretle çalıştığı söyleniyor. Resmi rakamlara göre işsizlik
oranının %10 ve işsiz sayısının sayının da 3 milyon civarında olduğu
söyleniyor. Buna “kayıt dışı” çalışanları da dahil etmek gerekir. Ve tabii
resmi işsizlik oranı asla gerçeği ifade etmiyor. Dolayısıyla işsiz sayısının ve
oranının resmi olanın bir buçuk katı kadar olduğunu iddia etmek abartı olmazdı. Türkiye’de
emekli sayısı da 9 milyon 850 [yaklaşık 10 milyon] ve emeklilerin %85’i alt
sınırdan emekli maaşı alıyor. Başka türlü söylersek, gayri resmi açlık
sınırının altında “yaşıyor”... Bir fikir vermek için, geçen yıl [2013], 2008
yılından önce emekli olan işçilerin alt sınır aylığı 923 TL ve 2008 den sonra
emekli olanların aylığının alt sınırı da
714 TL idi. En düşük Bağ-Kur esnaf emeklisi aylığı 718 TL, en düşük Bağ-Kur
tarım emeklisi aylığı da 536 TL idi... Emeklilerin ezici çoğunluğu yoksullukla
boğuşuyor ve Türkiye’nin ekonomik plandaki başarıları dillerden düşmüyor.
Toplumun ezici çoğunluğu üç alt-gruba ayrılmış görünüyor: “Çalışan yoksullar”,
işsizler ve sürünen emekliler. Gerçek
durum böyle ama Türkiye’nin dünyanın en
büyük 17’inci ekonomisi olduğuyla öğünülüyor, büyüme şampiyonu olduğu, harikalar
yarattığı söyleniyor... Öyle bir 17’inci ekonomi ki, 76 milyon nüfusun yaklaşık
62 milyonu “gayri resmi” yoksul... Bir gazeteci benimle yaptığı söyleşide: “İyi de hocam, Türkiye dünyanın 17’inci büyük
ekonomisi, kişi başına da yaklaşık 10
bin dolar düşüyor” demişti, Ben de “nüfusunun
ezici çoğunluğu yoksullukla cebelleşen bir ülke dünya birincisi olsa ne fark
eder” demiştim.
Fakat kimin yoksul
olduğuna yeryüzünün egemenleri, küresel plütokrasinin “uzmanları” ve
oligarşilerin hizmetindeki “yüce devletler” karar veriyor. Velhasıl kimlerin yoksul
sayılacağına, kimlerin aç sayılacağına zenginler karar veriyor. Değerli
uzmanlar bu konuda canla başla çalışarak, yoksulluk sınırları çiziyorlar. İşte,
günde 1.25 doların altında geliri olanlara aşırı yoksul, 2.50 doların altında
yaşayanlara da yoksul deniyor. Mesela bu hesaba göre Türkiye’de yoksul sayılan
insan sayısı yok denecek kadar az. TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) hesaplarına
göre, 2012 sonu itibariyle yoksulluk oranın binde altıya (%06) gerilediği
söyleniyor. Neye göre mi? Günde 2.15 doların altında geliri olanların sayısına
göre. Utanmasalar yoksulluk diye bir şeyin söz konusu olmadığını bile ilân
edebilirler. Ah şu “uzmanlar” ! Bu şu demek: Türkiye’de topu topu 460 bin
civarında yoksul var ve bu sayı hızla azalıyor... 76 milyonluk bir ülkede 460
bin yoksulu sorun etmeye değer mi? Her
şeyi tepeden tırnağa yalan, ikiyüzlülük, sahtecilik ve yolsuzluk üzerine
kurulmuş bir sistemde, yalanın istisna değil kural olduğu bir rejimde rakamları
istedikleri gibi tahrif etmeleri, istedikleri gibi konuşturmaları, istedikleri yalanı
söyletmeleri neden şaşırtıcı olsun! Bu hesaba göre günde 2.15 doların üstünde
geliri olan, mesela günde 5 dolar geliri olan (günde 11 TL) biri, sadece yoksul değil, aynı
zamanda alt sınırın hayli üstünde sayılacaktır. Bu parayla mesela günde 11
simit satın alınabilir ve her öğünde 3 simit yense, iki simit de tasarruf
edilebilir öyle ya! İnsanlar kendileriyle alay edilmeyi, aşağılanmayı içlerine
sindirmeye devam ettikçe, alay edenler, aşağılayanlar da hiç bir zaman eksik
olmayacaktır...
Hesap
baştan yanlış yapılınca...
Milli gelir, genel olarak
gayri safi milli hasıla (GSYH] olarak ifade ediliyor ve ekseri bir yılda
üretilen mal ve hizmetlerin parasal ifadesi demek. Bir önceki yıla göre ortaya
çıkan değişime de “büyüme oranı” deniyor. Bu miktar ülke nüfusuna bölünerek de
‘kişi başına düşmeyen” milli gelire ulaşılıyor. Elbette bireysel ve toplumsal ihtiyaçların
karşılanması, tatmin edilmesi için üretimin artması, yani büyüme gereklidir ama
geçerli anlayışta neyin, nasıl, ne
pahasına üretildiği, nasıl bölüşüldüğü ve ne tür sonuçlar/sorunlar ortaya
çıkardığı dikkate alınmıyor. Aslında GSYH artışı paranın hareketi demek ve
parayla ölçülmeyen, ifade edilmeyen hiç bir faaliyet, hiç bir insan etkinliği
hesaba dahil edilmiyor. İşte aile içinde gerçekleşen üretim, bedava yapılan
işler, vb. Aslında üretimin birincil, “asıl” amacının insan ihtiyaçlarını
karşılamak değil, kâr etmek amacıyla değişim değeri üretmek olduğu kapitalist
sistemde, bir başına GSYH’yi bir gelişmişlik, kalkınmışlık ve refah unsuru
saymak saçmadır. Netice itibariyle kapitalizm demek, sermaye üretmek ve yeniden
üretmek demektir. Kaldı ki, nihai amaç sermaye üretmek de değil, yeniden üretmektir ki, bu üretimle
ihtiyaçlar arasındaki bağın koptuğu demeye gelir. İnsana ve yaşamın temeli olan
doğaya son derecede zararlı, tehlikeli ve gereksiz onca şeyin üretiliyor ve
tüketiliyor oluşu, bu sapmanın doğrudan sonucudur. Ekolojik tahribatın asıl
nedeni de söz konusu sapmadır. Aksi halde “iklim değişikliği, okyanusların
tuzlanması, ozon tabakasının zayıflaması, canlı türlerinin yok olması, nitrojen
ve fosfor dengesinin ve çevriminin bozulması, tatlı suların kıtlaşması, çölleşmenin
büyümesi, kimyasal/radyoaktif kirlenme... ortaya çıkar mıydı? Öyle ki, GSYH (zenginlik)
arttıkça, ekonomiler büyüdükçe, işler daha çok sarpa sarıyor ve dünya yaşanmaz
hale geliyor. Demek ki, bu hesapta bir yanlış var ve vakitlice sorun edilmesi
gerekiyor.
Sistemin (kapitalizmin)
işleyişi, kaçınılmaz olarak kutuplaşma yaratıyor, bir tarafta zenginlik [maddi
refah] yaratabilmesi, karşı tarafta yoksulluk ve sefalet yaratmaya dayanıyor. Sadece
bu kadar da değil, her ileri aşamada doğanın dengesi daha çok bozuluyor. Gelir
bölüşümü her seferinde daha da kötüleşmek durumunda. Oysa büyüme çarkının dönmesi, makinanın
işlemeye devam etmesi için, üretimin sürekli artması gerekiyor. Fakat üretimin
artması geniş toplum kesimlerinin durumunun kötüleşmesine, yaşamın temeli ve
kaynağı olan doğal çevrenin bozulmasına engel değil. Zira sistem göreli ve
mutlak yoksulluğu azdırmadan, doğa tahribatını derinleştirmeden yol alamıyor. O
zaman da üretimin yönü, lüks mallara, insan refahıyla pek ilgisi olmayan lüzumsuz
şeylere dönüyor. Bu kadar da değil,
üretim silah gibi zararlı şeylere yöneliyor. Üretilen ve para hareketine imkân
veren her üretim ve tüketim de GSYH’yi büyütüyor. Asıl gözden kaçan önemli bir şey
daha var: Şimdilerde, finansal tekelleşmenin
genelleştiği, devasa boyutlara ulaştığı koşullarda, “reel sektörle” finans
sektörü arasındaki bağ zayıflamış durumda. Başka türlü ifade edersek, artık
üretim dolayımı olmadan parayla para kazanmak mümkün. Velhasıl “ekonomik
büyüme” denilen bir tür parazit niteliği kazanmış durumda. Geçen yıl (2013)
dünyada 2170 dolar milyarderi vardı, bunların %17’si hiç bir üretici faaliyete
bulaşmadan, doğrudan finans alanında gerçekleştirdikleri başarılı manipülasyon sayesinde bu servete kondular. Son dört yılda
710 yeni dolar milyarderi türedi. Dünya ekonomisindeki durgunluğa rağmen
milyarder sayısının hızla artması, “krizin” herkes için aynı anlama
gelmediğinin de bir göstergesidir... Dünya’daki milyarderlerin sahip olduğu
lüks şeylerin ( yat, özel jet, antika sanat eseri, moda eşya, mücevher, araba
koleksiyonu) değeri 126 milyar dolar. Bu, Bengladeş’in milli gelirine eşit ve
Bengladeş’in nüfusu 150 milyon! Sadece New York’ta 96 milyarder var. Eğer
bunların serveti New York’ta yaşayan 1.7 milyon yoksula bölüştürülseydi, yoksul
başına 170.000 dolar düşecekti...
Hintli agronom Devinder
Sharma, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) ve “kişi başına düşmeyen milli gelire”
dair çarpıcı bir örnek veriyor: “ GSYH el değiştiren para miktarının bir
göstergesidir. Temiz bir nehir örneğini alalım. Temiz bir nehir GSYH
artışına bir katkı yapmaz. Buna karşılık kirlenmiş bir nehir ona üç aşamada
katkı yapar: Önce atıklar nehre atıldığında ki, para el değiştirmiştir. İkinci
olarak insanlar nehrin kirlenmiş suyunu içip hastalanıp, tedavileri
yapıldığında para el değiştirir, Ve nihayet eğer herhangi bir teknoloji nehrin
suyunu temizlerse yine GSYH de bir artış ortaya çıkacaktır”. Bir
ülkede kansere yakalananların sayısı 3 kat artarsa [ki, maalesef gidişat o
yönde] hapishane inşaatı 4 kat, kumar sektöründe dönen para 5 kat, boşanmalar 6
kat, trafik kazaları 7 kat, fuhuş sektörü 8 kat, birer gazı kullanımı 9 kat
artarsa, GSYH de o oranda büyür, tabii kişi başına düşmeyen milli gelir de...
Otomobil üretimi ve kullanımı müthiş bir refah unsuru olarak sunuluyor, her yıl
yeni modeller arz-ı endam ediyor. Bunca araba üretmenin bir refah unsuru
olduğuna inanıyor musunuz? Yoksa üretilen her araba doğacak her çocuğa karşı
mı? Mesela atmosferin ısınması felakete giden yolu kısaltan bir şey ve
otomobilin söz konusu ısınmadaki payı %25...
Bu
yazıyı, “Yeni Paradigmayı Oluşturmak-
kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve âciliyeti üzerine bir deneme” (1) başlığını taşıyan kitabımdan uzun bir
cümleyle bitirelim: “ GSYH büyüklüğünün, metalaşmanın, ithalat ve ihracatın çok
yüksek olduğu, karbon gazı salınımında birinci sırada olduğu, gelirin aşırı
adaletsiz dağıtıldığı, ‘ulusal gelirin’ %82’sine nüfusun ayrıcalıklı %12’si
tarafından el konduğu, evsizlerin ve bir gelirden yoksun olanların sayısının her
geçen gün arttığı, egzoz gazından zehirlenmeden sokakta yürümenin mümkün
olmadığı, sokakların ve kaldırımların arabalar tarafından ‘işgal edildiği’,
şiddetin istisna değil kural olduğu, insanlar arasındaki ilişkinin artık
bütünüyle meta ilişkisine dönüştüğü, paradan, mal-mülkten başka hiç bir şeyin
muteber sayılmadığı, ortak kullanım alanlarının yok olduğu, cinayetlerin, iş
kazaları başta olmak üzere her türden kazanın vaka-i âdiyeden sayıldığı, her
şeyin paralı hale geldiği, kamu hizmeti kavramının pek söz konusu olmadığı,
yegane insan ilişkisinin maddi-parasal nitelikte olduğu, yaygın bir yabancı
düşmanlığının (zenofobi) geçerli olduğu... “zengin” bir ülkede mi, yoksa,
mütevazı bir GSYH’si olan, metalaşma düzeyinin olabildiğince düşük düzeyde
olduğu, üretim ve tüketim etkinliğinin olabildiğince çevreye az zarar verecek
şekilde örgütlendiği, ithalat ve ihracatın düşük, ortak kullanım alanlarının
geniş, dayanışma-yardımlaşma duygusunun derin, sokaklarında rahatça yürünebilen
ve karşılaşılan insanlarla selamlaşılan, yaşlılara saygı, sakatlara ihtimam,
çocuklara sevgi gösterilen, başına bir iş geldiğinde yalnız olmadığı bilinci
taşıyan, sosyal risklere ve doğal felaketlere topluca karşılık vermesini bilen,
aç, evsiz ve gelirsiz kalma, muhtaç duruma düşme korkusu taşımadan yaşayan,
ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının olmadığı, toplumsal eşitsizliğin düşük
düzeyde olduğu, yediği şeyle zehirlenmeyen, temiz hava soluyup, temiz su içen,
hırsızlığın istisna olduğu, evlerin kapısında üç-dört kilit, pencerelerinde demir
parmaklıklar olmadığı, bölüşmesini, paylaşmasını bilen, farklı bir “zenginlik”
anlayışına sahip olan, asıl zenginliğin maddi olanın ötesinde olduğunu bilen,
yöneticilerin bir koruma duvarının arkasına gizlenmeden insanlar arasında
rahatça dolaşabildiği... pazarların, panayırların, parkların, kermeslerin
yaygın birer sosyal-kültürel etkinlik alanları olduğu, estetik etkinliğin ve
yaratıcılığın önemsendiği, “fakir” bir ülkede mi yaşamak isterdiniz? Ya da bu
iki ülkeden hangisi daha “zengindir” ?
--------
(1) Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak – kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve
âciliyeti üzerine bir deneme- Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2011,
ss, 91-92.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder