Fikret Başkaya
Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime
ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi
büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim
artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha
da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine
bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de
ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında
kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu
yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha
çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el
koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise,
rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı
kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür.
Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin
kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o
zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün
olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin
üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.
Bir insan ihtiyacı olmayan şeyleri satın almaya, her seferinde
daha çoğunu satın almaya nasıl ikna edilebilir? Eğer refahın ve
mutluluğun daha çoğa sahip olmaktan geçtiğine inanırsa... Refah
ve mutluluğa ulaşmanın daha çok maddi şeye sahip olmaktan
geçtiğine dair bir yanılsama içindeyse. Tabii, kapitalizm
dahilinde herkesin üretilen ve satılan her şeye sahip olması
mümkün değildir. Zira birilerinin (azınlığın) daha çoğa
sahip olması için, başkalarının (çoğunluğun) satın alamaz
duruma getirilmesi gerekiyor. Sistemin işleyişinin bir sonucu
olarak, zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanıyor.
Çoğunluk yeterli bir gelire ve dolayısıyla satın alma gücüne
sahip olamıyor. Netice itibariyle, toplum çoğunluğu sürecin
dışına atılıyor. İşte üretimin her seferinde “lüks
mallara”, gereksiz ve zararlı şeylere yönelmesinin, insanların
da ihtiyaçları olmayan şeyleri satın almasının sebebi bu. Ve
sonuç ortada: Bir tarafta en hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz
durumda olan, açlıkla, yoksullukla cebelleşen, sefalet ortamına
itilmiş milyarlarca insan, diğer tarafta dünyanın zenginliğine
el koyan ve yön veren dar bir küresel oligarşi ve çevresi ve onu
taklit edebilen bir küresel orta sınıf... İşte “büyüme”,
“kalkınma”, “ilerleme”, “demokrasi’, “hukuk devleti”,
“hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, vb. dedikleri
böyle bir şey...
Fakat hepsi bu kadar değil, aşırı düzeyde zenginlik ve
yoksulluk üreten ve aradaki uçurumu derinleştiren bu süreç, bir
de ekolojik bozulmaya neden oluyor. Başka türlü ifade edersek,
insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atacak düzeyde
canlı yaşamın temelini aşındırıyor. Her geçen gün sosyal
mahiyetteki sorunlar büyüyor, ekolojik riskler derinleşiyor ve
insanlara “ilerde” işlerin yoluna gireceği” söyleniyor... Ve
hedef ufukta bir çizgi gibi uzaklara kayıyor... Küresel
oligarşinin adamları ve onların uzantıları ve müttefikleri olan
“yerel” mülk sahibi sınıfların sözcüleri, “yoksulluğun
kökünü kazımaktan” söz ediyorlar. En son verilen tarih 2015’ti
ve 6 ay sonra doluyor. Lâkin vaad edilen sürede yoksulluk daha da
artmış bulunuyor. Hem neoliberal çılgınlık, saldırganlık ve
küstahlık pupa-yelken yol almaya devam edecek, her şey
özelleştirilecek, metalaştırılacak, parayla alınır-satılır
hale gelecek ve hem de yoksulluğun kökü kazınacak! Bu, insanlarla
alay etmek değil midir? Eğer gerçekten yoksullukla mücadele diye
samimi bir kaygı olsaydı, açlık 6 ay içinde insanlığın
gündeminden çıkardı. Zira dünyada akıl almaz bir “zenginlik”
stoku var. Ve yapılacak iş de çok basit... Nasıl, bir zamanlar
kölelik yasaklanmıştı, o zaman hemen yoksulluğu da
yasaklarsınız, aşırı gelir dağılımı adaletsizliğine son
verirsiniz, olur- biter. Herkesin olan, hepimizin olan, toplumdan
gasp edilen, asıl sahiplerine iade edilir! Birilerinin yoksulluğu,
başkalarının herkese ait olana ve olması gerekene el koymasının
sonucu olduğuna göre... Daha önce de yazdım, eğer dünyadaki
zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19,
ayda 570, yılda 6840 euro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye
yılda 34 200 dolar [yaklaşık 95 760 TL] düşecek demektir...
Öyleyse neden yoksullukla mücadele söylemi hep gündemde? Böylece
küresel oligarşi ve bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri
kendi konumlarını “meşrulaştırmak” istiyorlar. Asıl amaç
asla yoksullukla mücadele değil... Amaç oyalamak için aldatmak...
Bu nedenle, “yoksullukla mücadele söylemi” yoksullar cephesini
değil, zenginler taifesini angaje ediyor!
Aşırı üretim ve tüketime endeksli geçerli neoliberal kapitalist
işleyiş, akıl almaz bir israf ve yok etmek anlamına geliyor.
Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satın
alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme
hızını artması gerekiyor. Bu amaçla da reklamlar devreye
sokuluyor. Tabii medyanın ve moda endüstrisinin rolünü de
unutmamak gerekir. Aksi hale sistemin işlerliği mümkün olmazdı.
Satın alınan şeyler, eskimeden kullanımdan düşüyor, normal
ömrünü doldurmadan çöpe atılıyor. Bu amaçla modeller sürekli
olarak yenileniyor. Ürünlerin, eskime/demode olma ömrü önceden,
üretim aşamasında programlanıyor. Bir ürünün ne kadar zamanda
kullanılamaz hale geleceğine üretici şirket karar veriyor. Buna
“programlanmış eskime” deniyor... Bir insanın sapa sağlam bir
aleti, kullandığı bir nesneyi atıp, yenisini alması, bu tür bir
saçmalığa tevessül edebilmesi ancak düşünme yeteneğini
yitirdiğinde, sorumluluk duygusundan arındığında mümkündür.
Yedek parça üretimi bilinçli olarak savsaklanıyor ve yedek
parçaya ulaşım zorlaştırılıyor. Dört yaşındaki arabasını
yenileyen birine: “Neden böyle bir şey yaptığını”
sorduğumda, “bundan sonra çok masraf çıkarır...” cevabını
vermişti... İnsanlar öyle bir reklam bombardımanı altında,
öylesine reklam kölesi olmuş durumdalar ki, elindekini atıp
yenisini almadan edemiyor... Buna çöpe atma-satın alma
refleksi de diyebilir siniz... Yani tam bir “şartlı refleks
hâli”! Her yıl cep telefonunu değiştirmenin mantığı nedir?
Her üç-dört yılda yeni bir araba satın almak ne anlama geliyor?
Kapitalist sistem insanı insanlıktan çıkarmış durumda. Yepyeni
pencere perdeleri neden değiştirilir? Ortalama insan, artık ne
yaptığını, yaptığının ne anlamıma geldiğini bilmiyor. Bir
şey üretmek için hammadde, enerji ve emek gerekir ve bir şeyi
kullanım ömrü dolmadan çöpe atmak, hammadde, enerji ve emek
israfı demektir. Daha da ötede doğayı kirletmektir. Her yıl çoğu
plastik su ve süt şişesi olmak üzere doğaya 260 milyon ton
plastik atık (çöp) atılıyor. Bir plastik torbanın ortalama
kullanım zamanının 12 dakika olduğu tahmin ediliyor, lâkin
toprakta çözülebilmesi için 400 yıl gerekiyor... Ve yerin
altından çıkarılan madenler, enerji kaynakları, topraklar, vb.
sınırsız değil. Bu tempoyla kullanım devam ederse [zira genel
eğilim daha da artacağını gösteriyor], bu saçmalık daha ne
kadar sürdürülebilir ?
O halde bu sefil durum nasıl mümkün oluyor? Değirmenin suyu
nereden geliyor ve yapılanın anlamı nedir? Malûm, üretmek ve
tüketmek aynı zamanda yok etmektir... Emperyalist oligarşinin ve
“yerli oligarşilerin” bu şımarıklığı ve hovardalığı,
şimdilerde Güney denilen dünya sisteminin çevresinde yer
alan ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin aşırı sömürüsü
ve yağması sayesinde mümkün oluyor. Ve bu yeni ortaya çıkmış
bir durum da değil... Kristof Kolomb’un macerasına kadar gerilere
gidiyor. Eğer yoksul ülkelerin madenlerine, enerji kaynaklarına,
emeğine, tarım ürünlerine, emperyalist devletler ve onların
çokuluslu şirketleri tarafından yok pahasına el konmasaydı, bu
günkü üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu?
Gardroplar yılda bir kaç defa yenilenir miydi, cep telefonları,
araba modelleri, vb. bu kadar hızlı değişir miydi? Bir cep
telefonunun bir buzdolabından daha çok enerji tükettiğini biliyor
musunuz?
Eğer Güneyin doğal kaynaklarına, maden ve enerji
varlığına, biyolojik çeşitliliğine Batı tarafından el
konulmamış olsaydı, topraklarında neyin nasıl yetişeceğine
emperyalist odaklar karar vermeseydi, söz konusu ülkeler
kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için kullanmış
olsalardı, bu günkü saçma üretim ve tüketim çılgınlığı
mümkün olur muydu? O ülkelerin onca insanı açlık ve yoksullukla
cebelleşir durumda olur muydu? Mallar bu kadar ucuza üretilebilir
ve bu kadar ucuza satılabilir miydi? Dünyanın beşinci büyük
çokuluslu şirketi oyan Total, ortaklarına yılda 10 milyar
dolar kâr payı dağıtıyor. Bu rakamın bir çok ülkenin milli
gelirinden fazla olduğunu unutmamak gerekir. Bu şirket eğer
Kongo’nun, Gabon’un, Nijerya’nın petrolünü, Birmanya’nın
doğal gazını, vb. ve diğerlerinin enerji kaynaklarına el
koymamış olsaydı, bu mümkün olur muydu? Eğer bu şirket, o
ülkelerin yöneticilerini satın almamış olsaydı, bu talan mümkün
olur muydu?
Oldum olası ucuza üretip, ucuz satmak bir marifet sayılıyor. Bir
şeyi “ucuz üretmenin” ve “ucuza satmanın” ne demeye
geldiği neden hiç bir zaman tartışma konusu yapılmıyor. Ucuza
üretmenin ne demeye geldiğini merak edenler Soma’ya baksınlar.
ABD’nin, Avrupa’nın, Japonya’nın, bir bütün olarak
sanayileşmiş ülkelerin II. Dünya savaşı sonrasındaki ekonomik
başarısı, yoksul (yoksullaştırılmış demek daha doğru)
ülkelerin petrolünü, stratejik öneme sahip madenlerini ve
biyolojik çeşitliliğini sudan ucuza kullanmaları sayesinde mümkün
olmuştu... Üçüncü Dünya ülkelerinin o zamanki yöneticileri,
yağma ve talanı sınırlama girişiminde bulunduklarında başlarına
neler geldiğini meraklılar biliyor...
Tuhaf bir şekilde “ucuza üretme” adına insanlar aşırı
sömürüye maruz bırakılıp, yoksullaştırılıyorlar. Aslında
ucuza üretmek kârı büyütmektir. Kapitalizm dahilinde ucuzun
öteki adı yüksek kârdır... Kârın büyüyebilmesi için
ücretlerin olabildiğince düşürülmesi gerekir. Sonuçta geniş
emekçi kesimler yoksullaşıyor ve üretilen “ucuz” malları
satın alamaz hale geliyor. Bu sefer de bankalar devreye girip
insanları borçlandırıyor. Şu ünlü “tüketici kredisi”...
Ve herkesin cebinde bir kaç kredi kartı... Fakat gözden kaçan bir
şey var, insanlar karınlarını doyurmak için bile bankalar
tarafından rehin alınıyorlar ama üretilen gıda maddelerinin
yaklaşık yarısı çöpe atılıyor... Ve bu skandal nedense pek
tartışma konusu yapılmıyor! Velhasıl dünya nüfusunun %20’sinin
maddi refah içinde yüzebilmesi, geri kalan %80’nin yaşam için
gerekli şeylerden mahrum olması sayesinde mümkün oluyor!
Aslında durum çok açık ve çözümü de sanıldığı kadar
karmaşık ve zor değil. İşlerin sarpa sarmasının, insanlığın
bir bütün olarak sayısız sorunlar, kötülükler, riskler,
belirsizliklerle yüz yüze gelmesinin, yaşamın anlamsızlaşmasının
ve gezegen riskinin ortaya çıkmasının biricik nedeni, herkesin
olana, herkesin olması gerekene birileri tarafından el
konulmasıdır. Şimdilerde “Büyük İnsanlık” küresel bir
çitlemeye maruz bırakılmış durumda. O halde bu yanlış,
haksız ve mantıksız durumu aşmaktan başka çare yok.
Yoksullaştırılmış çoğunluk maruz kaldığı bu adaletsizliği
hiç bir zaman kabullenmedi. Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatına
de aykırı olurdu. XVII. yüzyılda, İngiltere’de ortak
topraklara (common land) yeni yetme kapitalistler tarafından el
konulduğu ünlü çitleme yıllarında, halkın itirazı bir
anonim şiirin birinci dörtlüğünde şöyle ifade edilmişti:
Çaldı
diye herkesin olan kazı
Adamı
asıp kırbaçladılar kadını
Saldılar
lâkin zalimin büyüğünü,
Herkesin
olanı kaz kafalıdan çalanı (1)
Gerçi itiraz hiç bir zaman eksik olmadı ama geride kalan dönemde
bu yanlış ve haksız durumu düzeltmek de mümkün olmadı. Şimdi
bu işi başarmayı zorunlu kılan başka bir neden de söz konusu:
Vakitlice bu yanlış düzeltilmez ise, insanlığın ve uygarlığın
bir geleceği olmayabilir. Zira, toplum-doğa metabolizması artık
sorunlu hale gelmiş bulunuyor. Başka türlü söylersek, kapitalizm
dahilinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini
yenilemesine mâni.
----------------------------------------------------------------