Fikret
Başkaya
Siyasi
partilerin topluma daha iyi kamu hizmeti sunmak üzere birbirleriyle
yarışan demokrasinin vazgeçilmezleri olduğu, seçimlerin de
halkın kendi kendini yönetmesinin bir yöntemi ve aracı olduğuna
dair yaygın bir kabul, anlayış, öyle bir inanç geçerli.
Dolayısıyla bu ikisi sayesinde demokratik bir işleyişin
gerçekleştiği var sayılıyor ve ezici çoğunluk da öyle bir
şeyin var olduğuna inanıyor... Tabii inancın olduğu yerde
şüpheye ve tartışmaya yer yoktur... Artık "bu ne anlama
geliyor", başka türlü olur mu, olmalı mı, neden olmasın?"
gibi sorular sorulmaz...
Teorik
olarak siyasi partilerin farklı halk kesimlerinin, halk sınıflarının
arzu, istek ve çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla, halk
tarafından kurulması gerekirdi. Lâkin gerçek durum hiç de öyle
değil. Aslında siyasi partiler, mülk sahibi egemen sınıflar
ve/veya onların devletleri tarafından kuruluyor veya kurduruluyor.
Bu yüzden siyasi partiler hiç bir zaman demokrasinin
gerçekleşmesinin araçları olmadılar. Halk sınıflarının
çıkarını gerçekleştirmenin hizmetinde olmadılar. Sadece mülk
sahibi egemen sınıfların bir "yönetme aracı", bir
"iktidar" aracı olarak var oldular. Dolayısıyla,
demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, katletmenin, yok etmenin
hizmetinde oldular. "Modern zamanlarda" veya aynı anlama
gelmek üzere kapitalizm çağında, siyasi partiler, mülk sahibi
sınıfların, oligarşilerin densin, "bundan sonra nasıl
yöneteceğiz" sorusuna verdikleri cevapla ilgiliydi... Tabii
her seferinde demokrasiden, demokratikleşmeden de çok söz
edildi ama gerçek dünyada hiç bir zaman öyle bir şey var
olmadı... Eğer demokrasi geçerli olsaydı, insanlık bu günkü
sefil ve kepaze duruma düşer miydi?
Eski
Rejimler (Ancién
Régime) yıkılıp, burjuva sınıfı iktidarı ele geçirince,
ister istemez "bundan sonra nasıl yöneteceğiz" sorusu
gündeme gelmişti. Artık eskisi gibi yönetilmeyeceği kesindi ama
"nasıl yönetileceği" belirsizdi. O zaman halk yönetsin
ve yöneticiler de seçimle belirlensin dendi ama bu iş yoksul cahil
halka bırakılabilir gibi de değildi... Koskoca devlet yönetimi
cahil halk çoğunluğuna terk edilemezdi! Öyle bir şey, yeni
sahneye çıkan burjuva sınıfı için intihar olurdu. Oysa
"yönetenler değişmeli" ama "yönetim
değişmemeliydi!"... Ve bunun çaresini buldular: Rejim temsil
sayesinde işleyecekti. Bu iş "çapulcu" takımına da
bırakılamayacağına göre, temsilciler varlıklı, zengin ve
bilgili (eğitimli) olanlar arasında seçilmeliydi. Zira, sadece
onlar bu işin üstesinden gelebilirdi... Dolayısıyla
işçiler-işsizler, küçük çiftçiler, küçük esnaflar,
yoksullar, köleler, ama asıl kadınlar veya aynı anlama gelmek
üzere parası
ve aklı olmayanlar
denklemin dışına atıldı. Ve buna temsili
demokrasi
dendi. Denebilir ki, "ama bu gün artık öyle değil, 18 yaşın
üstündeki herkes oy kullanıyor"... Aslında dananın kuyruğu
öyle değil. "Garp cephesinde yeni bir şey yok"...
Her
ne kadar halk çoğunluğunun seçme ve seçilme hakkı için büyük
mücadeleler verilse de, mülk
sahibi oligarşiler tarafından bu hak, söz konusu toplum
kesimlerinin artık "zararlı sınıflar" olmaktan
çıktığına kani olduklarında tanındı.
Öyle ki, artık yapılan seçimlerin, kullanılan oyun hiç bir
zaman bir karşılığı olmayacaktı. Her şey ona göre kurgulanmış
ve dizayn edilmişti. Seçimlerle hükümet değişebilmeli ama
iktidar hiç bir zaman değişmemeliydi. Sadece mülk sahibi
sınıfların ihtiyacına daha iyi cevap vereceği düşünülen bir
parti, eskiyenin-aşınanın yerini alıyor. O da aynı kumaştan
yapılmıştır netice itibariyle... Burjuva toplumunda seçimler
işte bu işe yarıyor, daha fazlası değil... Aslında verilen her
oy, siyasi partiler ve seçimler dolayımıyla mülk sahibi sınıflara
verilmiş oluyor. Başka türlü söylersek, kitleler her seferinde
oyuna getiriliyor. Ve bu sefil oyun her dört-beş yılda bir
tekrarlanıyor. Aslında bu oyuna dahil olanlar için verilen oy
şu anlama geliyor: "Ey benim siyasi partim, sana oyumu
veriyorum, artık dört yıl boyunca bütçeyi ve hazineyi istediğin
gibi yağmalatabilirsin (tabii bal tutan parmağını yalar
denmiştir), mülk sahibi sınıfın zenginliğini artırmak, bu
amaçla sömürüyü derinleştirmek, yağma ve talanı büyütmek
için ne gerekiyorsa yapabilirsin, mümkünse eşini dostunu da
zengin edebilirsin, istediğin kanunları çıkarabilirsin, istediğin
düzenlemeleri yapabilirsin, gelecek seçimlerde buluşmak üzere...
"
Tabii
yoksul emekçi çoğunluğun çıkarını gerçekleştirmek üzere de
siyasi partiler kurulabiliyor, nitekim var ama onların iktidara
tırmanma yolu sayısız tuzaklarla örülü. Yasaklar denizinde var
olmaları, etkinlik sağlamaları engelleniyor? Var olmayı
başaran da iyice budanmış olarak varlığını sürdürebiliyor.
Rejim için tehlike arz ettiği düşünüldüğünde de
kapatılıp-cezalandırılıyor. Ancak rejim için "tehlikeli
olmaktan çıkmışsa" yaşamasına izin veriliyor. Kaldı ki,
parlamento, oraya giren "muhalifi" kendine benzetmede de
pek mahirdir, bu işin inceliklerini çok iyi biliyorlar... Ne de
olsa bir kaç bin yıllık yönetme deneyimine sahipler...
Siyasi
partiler güya demokrasinin gerçekleşmesinin aracı sayılıyor ama
bizzat kendileri toplumun en antidemokratik kurumları.
Antidemokratik siyasi partiler ve seçim kanununa göre ve demokrasi
ve özgürlük bilincinin azgelişmiş olduğu koşullarda bu işi
yapıyorlar... Misyonları ve varlık nedenleri oy almak için
kitleleri aldatmak... Adı parti olsa da aslında söz konusu olan
tek adamın şirketi ve şirket oy ticareti yapıyor. Kimin
milletvekili, belediye başkanı, bakan, yönetici... olacağına
şirketin şefi (sayın genel başkan) karar veriyor ve
şirkette farklı-aykırı düşünceye zinhar izin verilmiyor.
Aykırı düşünen, tartışma açmak isteyen hemen partiden ihraç
ediliyor. Asgari parti içi demokrasiye ve tartışmaya izin
verilmiyor.
Böyle
bir ortamda siyasetçi hangi düşünce ve saiklerle bu sefil oyuna
katılmak, onun bir parçası olmak ister? Kamu hizmeti için mi?
Genel toplum yararını gerçekleştirmek için mi? Daha iyi bir
toplum için mi, topluma hizmet aşkıyla mı, demokratik
standartları yükseltmek için mi? Bunların hiç bir değil.
Kendini, ailesini ve çevresini zenginleştirmek için oyuna dahil
oluyorlar... Bir koyup çok almak için... Zaten her isteyenin oyuna
dahil olma şansı da yok. Seçimi finanse etmek herkesin harcı
değil ve her seferinde daha çok harcama gerekiyor. Başka türlü
söylersek, toplumun kahir ekseriyeti zaten oyunun dışına atılmış
durumda... Tabii aralarında az da olsa gerçekten kamu yararını
gerçekleştirmek isteyenler, şahsi çıkar kaygısı taşımayanlar
da vardır ama onların halisane niyeti ve arzusu şeylerin seyri
üzerinde etkili olma şansına sahip değildir. Malûm, "istisnalar
kuralı doğrulamak içindir" denmiştir... Aslında ne demek
istediğimi görmek için uzağa gitmeye gerek yok. Son 12-13 yılda
yapılanlara bakmak yeterli. Kalkınma ve büyüme adına
yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bıraktılar mı? Siyasi
parti neye yarar sorunun cevabı orada mevcut değil mi?
Söylediklerim
kimilerine abartılı gelebilir. Belki bu satırları okuyanlardan
bazıları "iyi de o kadar da değil" diyebilirler. Bu tür
düşünenler varsa, geride kalan son dönemi şöyle bir
hatırlasınlar. 150–200 yılda, başta Batı olmak üzere,
dünyanın başka yerlerinde ve son 70 yılda Türkiye'de yaşanana
baksınlar. Tabii önce "Batı demokrasisi" söylemi
üzerinde kafa yormak şartıyla. Tüm dünya Batı'da oynanan temsil
oyununu demokrasi sanıyor. Oysa her yerde geçerli olan sermayenin
diktatörlüğü. Lakin oyun Batı'da daha "rafine"
oynanıyor, kitabına daha iyi uyduruluyor... Aradaki fark bundan
ibaret... Tabii dünyanın geri kalanının zenginliğini 500 yıldır
sömüren, yağmalayan, talan eden "uygar Batı", oyunu
daha kolay oynama ve kitleleri aldatma ve oyalama imkânına sahip...
Emekçi çoğunluğa yapılan yağmadan pay verme imkânı var ve bu
işlerini kolaylaştırılıyor. Tabii emperyalist-kolonyalist
sömürü, yağma ve talan başka yerlerde işi daha da
zorlaştırıyorlar ama bu nedense hiç bir zaman sorun edilmiyor...
Mesela
ABD'yi alalım. Bu ülke "Batı demokrasinin" beşiği ve
timsali sayılıyor. Aslında ABD'de geçerli olan "ikili"
tek parti isteminden başka bir şey değil. Demokrat Parti de,
Cumhuriyetçi Parti de aslında Amerikan oligarşisinin
partileri. Ve rotasyon esasına göre biri inip biri çıkıyor.
Neden iki yüz yıldır bir üçüncü parti ortaya çıkıp iktidar
olamıyor? ABD Senatosuna seçilmek için kaç milyon dolar harcamak
gerekiyor? O milyon dolarları kimler harcayabilir? İster Senato'da
isterse Temsilciler Meclisinde olsun, hiçbir sıradan insana, bir
emekçiye, işçiye, issize, yoksula rastlayan var mı? Öyle bir şey
olabilir mi? İster Senato, ister Temsilciler Meclisi olsun, bunlar
zenginler şurasından ibarettir... Eğer ABD'de demokrasi
olsaydı, birincisi bu kadar milyarder, bu kadar milyoner, bu kadar
yoksul, aç ve evsiz olur muydu? Gelir dağılımı skandal hâl alır
mıydı? Zenginlik-yoksulluk farkı insan havsalasını zorlayacak
boyutlara çıkar mıydı? Eğer ABD demokratik bir ülke
olsaydı, Amerikan halkı ABD oligarşisinin çıkarları için savaş
çıkarılmasına izin verir miydi? Vietnam'da, Afganistan'da,
Irak'ta... Asya'da, Afrika'da Latin Amerika'da darbeler
tezgâhlamasına, savaşlar çıkarmasına, insanlık suçu
işlemesine izin verir miydi? Oligarşinin iktidarına bir kere
demokrasi denmiş ve o yalana cümle âlem inanmış... İyi de
demokrasinin bir tanımı yok mu, olması gerekmiyor mu? Hani
demokrasi, " halkın,
halk tarafından, halk için idaresiydi"...
Gerçek dünyada geçerli olan "Oligarşilerin,
oligarşi tarafından halka karşı idaresi" değil
mi?
Birincisi,
Cornelius Costoriadis'in de dediği gibi, "demokratik
bir toplum demek, her bir yurttaşın yönetme ve yönetilme
yeteneğine sahip olması"
demektir". Demokrasinin önkoşulu, topumun her bireyinin
yurttaş olmasını, yurttaş davranışı ortaya koymasını,
haklarının ve ödevlerinin bilincinde olmasını gerektirir. Ve
ikincisi, demokrasi pratiği sadece temsilden ibaret değildir.
Temsil de dahil, yerine göre kamusal görevlere getirilecek
olanların kura ile belirlenmesi, rotasyon esası, doğrudan
demokrasi, halk tartışma meclisleri, ön referandum ve
referandumdan oluşan bir yelpaze pratiğine dayanması gerekir...
Bu
günün dünyasında politika profesyonellerin işi... Yani
politikacı diye bir meslek türü var... 30- 40 yıl milletvekilliği
yapanlar var! Bu, halk çoğunluğunun politika dışına atılması
demek değil midir? Politikanın profesyonellerin işi olduğu yerde
demokrasiden söz edilebilir mi? Orada yapılan seçimlerin bir
kıymet-i harbiyesi olur mu?
Türkiye'de
yurttaş bilincinin yokluğu veya yetersizliği egemenlerin işini
kolaylaştırıyor. Daha önce de defaten yazdığım gibi,
Türkiye'deki ortalama bilinç, misafir, mülteci, sığıntı
"bilincinin" ortalaması düzeyindedir. Bu yüzden kolay
yönetebiliyorlar. Mesela, insanlar gerçekten yurttaş bilinci
taşıyor olsalardı 1982 cunta anayasası 33 yıl sonra hâlâ
yürürlükte olur muydu? Yurttaş bilincine sahip insanlar %10 seçim
barajına razı olur muydu? Bu gün hâlâ o baraj geçerli olduğuna
göre, bu aslında siyasi partilerin de cuntanın devamı oldukları
anlamına gelmez mi? Bu partilerin demokrasi kavramıyla
uzaktan- yakından ilgileri yok ama kendilerini demokrasinin
"vazgeçilmezleri" sayıyorlar... Düşünce (ifade) ve
örgütlenme özgürlüğünün olmadığı yerde demokrasiden söz
edilebilir mi?
Kaldı
ki, demokrasi sosyal eşitliği varsayar. 80 ailenin 3.5 milyar
insanının geliri kadar servete sahip olduğu bir dünyada,
demokrasiden söz etmek abesle iştigal etmektir...
Velhasıl
kime niçin oy verdiğini bilmek önemlidir. Düzen partilerinin
iyisi olamayacağına göre, insanlar "daha az kötüsünü"
tercih etmeyi marifet sayıyor. "Daha az kötüye" neden
mahkûm olalım? Ellerimiz daha ne zamana kadar armut toplamaya devam
edecek? Ne zaman haysiyetli insanlar olarak yaşamayı başaracağız,
itilip-kakılmaktan, aşağılanmaktan, oyuna gelmekten,
aldatılmaktan kurtulacağız?