26 Şubat 2015 Perşembe

DÜNYA KAMUOYUNA VE HALKIMIZA!




DÜNYA KAMUOYUNA VE HALKIMIZA!

Adnan Challma Kulhan

21. yüzyılda dünyanın üzerine kara bir gölge gibi düşen IŞİD terörizmi en çok mazlum halkları etkiliyor.
Daha Mısır'dan Libya'ya ekmek kazanmak için çalışmaya giden 21 Kıpti hıristiyan işçinin kanı kurumamışken yeni bir IŞİD vahşeti ile karşı karşıyayız.
Bu defa ve bir kez daha halkımız vahşetin kurbanı olarak seçildi. İnançları hıristiyan diye ve anavatanlarını terk etmiyorlar diye Asuri Süryani Keldani halkı bir kez daha bedel ödüyor. IŞİD'in Ninova, Şengal, Kerkük, Kobane etnik temizlik hareketi bu defa Habur'da kara yüzünü gösteriyor. 23 Şubat 2015'den beri süren saldırılarında IŞİD Suriye'de Habur nehri boyunca uzanan Asuri Süryani Keldani köylerinin bir kısmını işgal etmiş ve binlerce insanımız can havliyle yerini terk etmek zorunda kalmıştır. Kaçma fırsatı bulamayan ya da köyünü, evini terk etmek istemeyen yaklaşık 150-200 insanımız IŞİD tarafından kaçırılarak rehin alınmıştır. Kaçırılan insanlarımızın hayatından endişe ediyoruz. Bazı köyler ve tarihi öneme sahip iki kilise de yakılmıştır. 6 insanımız da bu caniler tarafından şehit edilmiştir.
Habur nehri boyunca uzanan 35 Asuri Süryani Keldani Köyü'ndeki halkımız için soykırım ilk değildir. 1915'de Hakkari'de yaşayan halk Sayfo adını verdiğimiz soykırıma maruz kalmış. 1924 yılında Irak'a sürgün edilmiş ve 1933'de Irak'da Simele katliamı ile tekrar soykırımı yaşamıştır. 1933 sonrasında bu defa Suriye'ye göç edip Habur nehri boyunca köyler kurmuş, çalışkanlıkları ile yaşadıkları yeri adeta cennete çevirmişlerdir. Ancak bu coğrafyada, kadim bir hıristiyan halk olmak onları tekrar hedef haline getirmiştir.
IŞİD kaynaklarına bakıldığında Kobane'nin intikamını almaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca stratejik anlamında Türk sınırındaki bu bölgenin ele geçirilmeye çalışılması kendilerine lojistik bir koridor açmaya çalıştıklarını gösteriyor. Bu cihatçılara kırmızı halı seren ve onlara yardım ve desteğini esirgemeyen yönetimlerin tüm bu katliam ve vahşette payları vardır. Tek marifetleri, tek bildikleri stratejik derinlik, halklara zulüm yapmak olanların anlayışı derinlere gömülecektir. Bu zulme sessiz kalanlar, mazlumun kanını döküp içerek ayakta kalacaklarını düşünenler, bilsinler ki sonları yakındır . Asuri Süryani Keldani halkı, tüm kardeş halklardan ve medeniyet yolunda yürüyen tüm yönetimlerden acil olarak yardım, dayanışma ve destek beklemektedir.
Her şeyin sonunda düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini hatırlayacağız
---
Platform Turabdin



Çiçek ve bal taşıyordum…



كنتُ أحمل الورد والعسل

Majed Abugosh

كنتُ أحمل الورد والعسل
التمر والنبيذ وأكياس القهوة
إلى بيت الملكة !
في كل ليلة
أسوق لها الموج
والقمر
ورائحة البرتقال
وأغني لها
حتى تنام !
كنتُ أظن
أن للملكة قلبا !
---
Çiçek ve bal taşıyordum…
Majed Abugosh

”Her akşam,
Çiçek ve bal
Ve en güzel ”daddel” (temr),  şarap ve kahve torbaları.
Taşıyordum
Kraliçenin  sarayına.
Dalgalı sokaklar
Ve ay
Ve portakal kokusu
Şarkı söylüyorum
Uyuması için.
Kraliçe kalbimizdir,
Sanıyordum!”
-----------

Arapça tercüme: Faiz Cebiroğlu

23 Şubat 2015 Pazartesi

Hastalıklı toplumun hasta insanları...




Fikret Başkaya

Artık Türkiye tam bir şiddet sarmalına hapsolmuş durumda: Polis şiddeti, subay şiddeti, öğretmen şiddeti, müdür şiddeti, erkek şiddeti, koca şiddeti, baba şiddeti, siyasetçi şiddeti, esnaf şiddeti (AKP esnafı tarafından hunharca katledilenleri hatırlayın) dinci yobaz şiddeti, işveren şiddeti, ekonomik şiddet, trafik şiddeti, mahalle şiddeti, medya şiddeti, rektör şiddeti, dekan şiddeti, "özel güvenlikçi" şiddeti, insanların doğal çevreye uyguladığı şiddet... Bu kadar şiddete maruz bir toplumda ve ortamda hala sağlıklı insana rastlamak ne kadar mümkün? Gün geçmiyor ki, bir vahşet yaşanmasın, bir katliam yapılmasın, bir kadın öldürülmesin, bir cinayet işlenmesin... Bu şiddetin "olağanlaşması", sıradanlaşması değil mi?

Bu sürekli şiddet hâli, bu cinayetler, bu insanı utandıran manzaralar hasta insanların eseri, o hasta insanlar da bu toplumun eseri. Gökten zembille inmiş değiller. Hastalıklı toplumun karnından çıkıyorlar. Şiddetin kökü derinlerde ama sorunun kökenini dert edinen, kaynağına inmeyi akıl eden pek yok... Yüzeysel söylemler ortalığı kaplamaya devam ediyor. Yeni kanunlar çıkararak, cezaları daha da artırarak sorunun çözüleceğini sananlar çoğunlukta... " Bir kaçını sallandırarak" işin içinden çıkılabileceği sanılıyor ve hâlâ idam cezasını bir çare olarak görenler az değil... Eğer idam bir çare olsaydı işler ne kadar da kolay olurdu. Bu, katledeni katlederek üstesinden gelinebilir bir şey midir? Eğer öldürmek kötüyse (ve kötüdür şüphesiz), aynı şeyi devlet yapınca iyi olur mu?  Bu bir şeyi olmadığı yerde aramak değil midir? Eğer bu durum, bu genelleşmiş şiddet hali, hastalıklı toplumun ortaya çıkardığı bir şeyse, o zaman işe, "bu toplum neden böyle oldu", "neden hastalandı", "neden bu hale geldik" sorusunu sormak gerekmiyor mu?  

Bir sorunu çözmenin yolu, önce onu anlamayı, bilence çıkarmayı gerektirir. Şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir, etrafında dolanmamayı gerektirir. Aslında şiddet toplumun derinliklerinde mündemiç olan bir şey ve asıl şiddeti yaratan da bizzat bu sistemin kendisi... Bu toplumun insanları  boşuna burnundan solur hale gelmedi ve artık burnundan soluyanlar çoğunluğu oluşturuyor? Şu ve bu aktörün işlediği cinayetler, katliamlar, aşırılıklar genel şiddet halinin emareleri, yüzeye çıkanı, görünen yüzü sadece. Asıl sorunu yaratan herkesi herkesin rakibi, dolayısıyla düşmanı haline getiren kapitalizm, onun neoliberal versiyonu. Yegane değerin para olduğu, mal-mülk olduğu, başkaca hiç bir değerin esamesinin okunmadığı bir toplumda, barıştan, huzurdan söz etmek mümkün müdür? Geçerli ekonomik- sosyal- politik sistem, yıkıcı "çılgın rekabete" dayanıyor. Zira, birinin başarısı başkasının başarısızlığı üzerine inşa ediliyor. Sizin başarılı olmanız, başkasının başarılı olmasını engellemeye endeksli. Merak edip sözlüğe bakanlar, rekabet kelimesinin bir anlamının da "birbirini çekememe, kıskanma" olduğunu görür. Sistemin normal işleyişi, insanların önemlice bir kısmını bir işten, bir gelirden mahrum ediyor, gelir dağılımı adaletsizliği insan havsalasını zorlayacak boyutlara çıkıyor, insan özel çıkar peşinde koşan "homo economicus" bir canlı olarak görülüyor ve bencillik insanlığın "normal hâli" sayılıyor... Her şey özelleştiriliyor, bir kâr aracına dönüştürülüyor, ortak yaşam alanları birer birer yok ediliyor, doğa tahribatıyla da ortak yaşamın da temeli aşındırılıyor.

Neoliberal küreselleşme çağında devlet de artık sadece sermaye sınıfının, (oligarşinin) veya aynı anlama gelmek üzere büyük hırsızların tek yanlı çıkarını gerçekleştirmeye koşulmuş bir aygıta dönüştü. Tabii bunu söylemek, devlet eskiden toplum yararının hizmetindeydi anlamına gelmez... Devlet oldum olası özel çıkarların hizmetinde olmuştur. Misyonu ve varlık nedeni mülk sahibi sınıfların servetini çoğaltmak, bir de onları "zararlı sınıflardan" korumaktır.... Velhasıl devletin varlıklı sınıfların, ve yeni yetme mülk sahiplerinin tek yanlı çıkarına hizmet etmekten başka bir kaygı taşımadığı koşullarda, toplumun bir şiddet toplumu haline gelmesine şaşmanın bir âlemi yok! Böyle bir sonuç neden şaşırtıcı olsun. Tuhaf gelebilir ama kapitalizm her bir bireyi bir kapitalist gibi davranmaya zorluyor ve onu doğa düşmanı haline getiriyor. Para ve maddi zenginlik yegane değer mertebesine yükseltiliyor, bir tapınma aracına dönüştürülüyor, başkaca hiç bir insanî değerin esamesi okunmuyor. Velhasıl insanın özünü aşındıran kör bir süreç söz konusu. İnsana ve yaşama dair ne var ne yoksa metalaştırılıyor, şeyleştiriliyor, paralılaştırıyor,  özelleştiriliyor, dejenere ediliyor. Ülke zenginliği dar bir oligarşi ve çevresi tarafından yağmalanırken, işsizlerin, yoksulların, yaşamak için gerekli asgari gelirden yoksun olanların sayısı çığ gibi büyüyor. Çalışanların da büyük çoğunluğu elde ettiği gelirle geçinmekte zorlanıyor. Zira geçerli sistem her geçen gün karşılanması gereken yeni ihtiyaçlar ortaya çıkıyor ve ihtiyaçlar hiyerarşisini dejenere ediyor... Her geçen gün hayat daha da pahalandırılıyor. Gelirler (ücretler) her seferinde erozyona uğrarken, bir yanda da reklamlar devreye sokularak, tüketim özendiriliyor, satın alma isteği kamçılanıyor. Sonuçta insanlarda "tatminsizlik duygusu", "eksiklik duygusu", "yoksunluk duygusu", "yeteneksiz" oldukları, çaresizlik  "bilinci (bilinçsizliği)" kökleşiyor. Velhasıl insanların psikolojisi tromatize oluyor, sarsılıyor, yara alıyor, geleceğe umutla bakma duygusu köreliyor. Çocuklarının geleceğine dair haklı bir kaygı duyuyorlar...

Şimdilerde rejim artık toplumun gerçek sorunlarına külliyen yabancılaşmış durumda. Bu rejim, bu AKP iktidarı artık meşruluğunu kaybetmiş durumda ve yönetemiyorlar. Daha çok baskıyı ve şiddeti devreye sokarak işin üstesinden gelebileceklerini sanıyorlar. İktidarlarını sürdürmek için toplumu kutuplaştırıp, toplumun bir yarısını diğer yarasına düşman ederek, iktidarlarını koruyabileceklerini sanıyorlar... Ateşle oynuyorlar... Toplumu biz ve onlar, AKP'ye oy verenler ve vermeyenler,  Müslüman- laik diye ayrıştırıyorlar. Aslında toplumun ezici çoğunluğu Müslüman ama kendileri gibi veya kendi istedikleri gibi Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ayrıştırmak istiyorlar. Ve "bizim gibi Müslüman olmayanlar bizden değildir, dolayısıyla, kötüdür, düşmandır" anlayışı geçerli... Bu, sanki İslâmda geçerli "dar-ül İslam, dar-ül harp" ayrımının ve karşıtlığının bu güne tercümesi gibi bir şey... Siz onların gerçekten dinle ilgili olduklarını sanmayın. Dini araçlaştırıp, iktidar olmak ve ülkenin zenginliğine el koymak dışında dinle uzaktan-yakından bir ilgileri yok. Onlar için din, çalıp-çırpmanın, insanları köleleştirmenin bir aracı sadece...  Dinci baskıyı artırıp, toplumu köleleştirerek iktidarlarını kalıcılaştırabileceklerini düşünüyorlar... Sonra da büyümeden, kalkınmadan, büyük devlet olmaktan, aslında birer yıkım projesi demek olan "çılgın projelerden" söz ediyorlar, Osmanlı İmparatorluğunu ihya etme hayalleri, hezeyanları içindeler... Bütün bu saçmalıklar 'olmayacak duaya amin demekten' öte bir şey değildir. Polis insanları öldürüyor ve cezalandırılmıyor. Ve bu hep böyleydi... Neden? Çünkü burada hâlâ "kutsal devlet" anlayışı geçerli olmaya devam ediyor. Şimdi o kutsallık, dinci kutsallıkla da tahkim edilmekte... Bundan sonra öldürmek daha kolay olacak. Onun için adı İç Güvenlik Yasası olan bir polis kanunu çıkararak, işi sağlama alma peşindeler. İyi de bu kimin "güvenliği" olacak? Bu memleketin varını yoğunu, bu ülkenin bütçesini, hazinesini yağmalayan, talan eden soyguncu çetesinin güvenliği değil mi?

Bu iktidar tam bir sekülarizm düşmanıdır, laiklik düşmanıdır. Sekülarizmin ve laikliğin olmadığı yerde kimse demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramları ağzına almasın, zira orada bir karşılığı yoktur. Bu iktidar varlığını sınırlı özgürlükleri de yok etmekte görüyor. Onun için yeni baskı yasalarını dayatmak için aceleci davranıyor. Cunta anayasasında "tanınmış", tarif edilmiş güdük hakları bile insanlara çok görüyor. Gerçi bu rejim oldum olası " muhalifi düşman, farklı düşüneni hain" sayan bir rejimdir ama AKP iktidarı artık kendine muhalif olan herkesi düşman sayıyor. Artık muhalif düşmanla özdeş... Muhalif olmak, "darbeci" olmakla da bir ve aynı şey sayılıyor. Ortalık "iç düşmandan" ve "darbeciden" geçilmez halde... Meğer memlekette ne kadar da çok iç düşman ve darbeci varmış... Çok şükür dış düşman ebed-müddet mevcut. Orada bir sıkıntı yok...  Hızlı bir tempoyla bir parti-devlet iktidarını yerleştirmeye çalışıyorlar. Yapmak istediklerine faşizmin bir versiyonu da diyebilirsiniz... Parti devlet demek, her türlü asgari hakka, hukuka, özgürlüğe  elveda demektir. Devletin tüm kurumlarının ve işlevlerinin siyasi partinin hizmetine sunulması, burjuva devletin "olmazsa olmazı" sayılan kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve pratiğinin yok edilmesi demektir. Kadını köleleştirmek istemeleri boşuna değil ve dini o amaçla sonuna kadar kullanmaya da  kararlı görünüyorlar. Kadının ortalıkta dolaşmasından, görünürlüğünden, eşit bireyler olması ihtimalinden çok rahatsızlar. Kadınının eve hapsedilmesi için bir dizi manipülasyon peşindeler...

Kapitalizmin krizi derinleşiyor, onunla birlikte şiddeti de derinleştirmeye, tırmandırmaya devam edeceklerdir. Zira ellerinde başka seçenek yok. Başka türlü yapmaları mümkün değil. Kimse kendini aldatmasın. Unutmamak gerekir ki, "kapitalist ekonomik sistem, kaybedeni tüm insanlık olan bir savaş halidir" denmiştir. Zira mülksüzleşmeyi, sömürü ve yağmayı derinleştirmeden, yoksulluğu ve sefaleti  azdırmadan, doğa tahribatını büyütmeden yol alması mümkün değil. Eğer sistemin normal hali öyleyse -ki öyledir-, ellerinde baskı ve şiddete baş vurmaktan, iç çatışmaları körüklemekten, savaşlar peydahlamaktan başka çare yok!


Şiddeti tartışabilmek, rejimi, sistemi, kapitalizmi, onun şimdilerde geçerli versiyonu olan neoliberalizmi tartışabilmekle mümkün. Artık yönetenlere değil yönetimlere odaklanma zamanı... Yönetenleri değil, yönetimleri, yani sistemi değiştirmek gerekiyor. Daha da ötede uygarlığı değiştirme zamanı gelip çattı. Zira, yaşanan sadece ekonomik-sosyal-politik  krizden ibaret bir şey değil, bir uygarlık krizi... Artık bu rotada yol almak mümkün değil. O zaman sürece vakitlice müdahale etmenin gerekli olduğu bir zamandayız demektir...  

19 Şubat 2015 Perşembe

Yaratan var oldu, bizimle birlik!




Haci Cirik / Fezali

Yaratan var oldu bizimle birlik
Katiller elinden yandık ha yandık
Evrenin içinde kurmuştuk dirlik
Katiller elinden yandık ha yandık

Var ile var olduk vücutta canlı
Başımızda bela elleri kanlı
İktidar bunlarla duruyor yanlı
Katiller elinden yandık ha yandık

Katilin güveni sistem içinde
Göbekten aşağı beyni kıçında
Kadının günahı neden saçında
Katiller elinden yandık ha yandık

Güzeli yaratan güzel yaratmış
Bir vücut eylemiş güle donatmış
Aşk ile sevgiyi canına katmış
Katiller elinden yandık ha yandık

Zevkinin şevkinin erkeği olan
Hayatı yaşamı her şeyi yalan
Her canın ölümü arkada kalan
Katiller elinden yandık ha yandık

Giyim kuşam ile beyni sulanmış
Erkeğin hakkını veren bir dinmiş
Ahlaksız kültürsüz genine sinmiş
Katiller elinden yandık ha yandık

Kadını öldürüp üstünlük kuran
Neden olmuyor hesabın soran
Toplumun yarası bu ne kan gınan
Katiller elinden yandık ha yandık

Toplumun dertleri yığılmış sorun
Çözümü bekliyor ha bu gün yarın
Kendini bilenler de karşı durun
Katiller elinden yandık ha yandık

Kadın ana sana kardeştir bacı
Cahillik yıkılsın olmasın acı
Hani nerde kaldı başımız tacı
Katiller elinden yandık ha yandık

Haykırsın analar bacılar candan
Temizle toplumu bu kirli kandan
Yeniden hayatı kuralım baş dan
Katiller elinden yandık ha yandık

Erkek kadın kalksın olalım bir can
Örgütlen savun ki dökemesin kan
Fezali'm seninle yanında her an
Katiller elinden yandık ha yandık




18 Şubat 2015 Çarşamba

Türkiye’de barışa hizmet, nasıl olur?




Dr. İsmet Turanlı

Almanya’nın müteveffa Başbakanı Willi Brandt, büyük siyaset yapmanın bir örneği mi olmuştu? Sosyal demokrat politikacı, Nobel ödüllü Günter Grass, onun siyaset yapımındaki başarısını şöyle tarif ediyor.  ‘’O muarızlarını düşman bilmezdi. Onlarla uzun tartışmalara gırmeden önceonları dinlemeği, düşüncelerini, fikirlerini anlamağa çalışırdı.’’ Onun Warşovada meçhul asker abidesinin önünde saygıyla diz çökmesi siyaset yapan liderlere en güzel örnek, en güzel bir mesajdı. Brandt’ın dinleme modelini bizzat, şahsen yaşadım. Düseldorfte Alman-USA ticaret birliğinin bir toplantısı vardı. Almanyada ticaret yapan bir Türk tüccar benide o toplantıya götürdü. Arkadaşım Brandtın konuşmasından sonra yanına gidip Alman- Usa ticareti hakkında ona fikirlerini anlattı. Belki yarım saat konuştu. İnşallah saçmalamıyor endişesiyle kulak misafiri oldum. O USA nın büyük satın alma potansiyeli, Almanyanında çok büyük ihracat yapma potansiyeli olduğunu rakkamlarla anlattı. Almanyanın sosyal demokrat sıkı kuralları maalesef bu alışverişi frenliyor. Daha liberal politikalar uygulansa USAnın ithal potansiyelinden faydalanması ve ticaret hacmını iki misline çıkarması mümkündür dedi. Sonra sozü Türkiyeye getirdi ve başbakan Bülent Eceviti gammazladı. Onun ticaret bilgisi olmadığını, dolayısı ilede gerek Almanya ve gerekse USA ile ticaret hacmini geliştiremiyor. Brandt sukunetle, ciddi ciddi onu dinledi ve Ecevitle görüştüğünde bu fikirleri onada aktaracağını söyledi.

 Brandt’ın Ostpolitik, yani doğu politikasını yürüten yetenekli bir dış politikacısı Egon Bahr                    idi ve doğublok ve bilhassa Rusya arasında mekik dokudu. Neticede soğuk harp sonrası müsbet adımlar atılmasını sağladı. Gorbaçın başa gelmesi ile Berlindeki utanç duvarı yıkıldı, komunizim çöktü. Avrupada barış rüzgarları esti. Vaktaki danışmanın bir rus casusu olduğu ortaya çıkınca Brandt başbakanlığı bıraktı. Bu tavrıda politikacılara güzel bir örnekti.

 Bir professor arkadaşım var. Kongrelerde ağır eleştiriler yapan kongre katılımcılarına güzel bir taktik uygulardı ve gergin havayı rahatlatırdı.Yaptığınız güzel eleştiler için size teşekkür ederim. FAKAT benim düşüncelerimi size dahada açıklamam gerek derdi. Neticede kendi fikrini kolayca kabullendirirdi.  Çünkü önce eleştirenin yelkenlerindeki havayı boşaltmış olurdu.

Bu verdiğim iki misalden sonra Türkiyedeki gergin havaya, kısır münakaşalara geleceğim. Eğer bu iki misalde açıkladığım taktik uygulanırsa Türkiyede barış rüzgarları neden esmesin ki. Salı günleri parti liderlerinin konuşmalarına bakın. Hep hakaret dolu. Ak partisi CHP yi düşman, MHP Kürtleri düşman görüyorlar. Brandtın yaptığı gibi evvela karşıtını düşman olarak algılamaktan vaşgeçmeliler. Çünkü yapılan ağır eleştiriler karşıtlarını dahada kışkırtmakta ve poltik gerginlik dahada sertleşmektedir. Hepimiz ayni yoprakların insanlarıyız. Birbirimizi aşşağılamanın, hırpalamanın sadece türübünlere mesajlar olabilir. Neticede milletin çıkarlarına faydası olamaz.

Kılıçdaroğlu lafa başlarken iktidarın müsbet icraatlarına teşekkür etse Erdoğanın öfkesini yok eder ve akabinde hataların hangi önerilerle düzelebileceğini anlatsa inanın ki Türkiye selamete varır. Yani önce teşekkür sonra FAKAT la devam emesi gerekir konuşmasında. Herşeyden öncede karşıtını vatan haini, yücedivanlık addetmesi hangi barışa hizmet eder ki? Her seçim sonrası hezimete uğrayan, %88 vatandaşın oy vermediği, desteklemediği MHP ve Bahçeli önümüzdeki seçimde Osmanlı tokatı yiyeceksiniz deyip kendisi o tokatı yediğini bir türlü farketmiyormu? Müsbet bir icraatı övmek illaki taviz olarak mı algılanır. Aksine doğru çözüm önerileri varsa ciddiye alınmalarını sağlar.

Mesela askeri cuntanın 80 de yaptığı anaysadan hiçbir parti memnun değil. Nedense seçim kanunundaki hataları düzeltmeğe hiçbiri yanaşmıyor. Müşterek bir buluşma zemini olamaz mı?

Komşularımızla barış içinde yaşamak müşterek bir arzu değil mi? Kürt sorununun çözümü’nü bütün partiler, vatandaşlar istiyor. Kadınlara yapılan şiddeti hepsi kınıyor. Bülenç Arınç % 50 vatandaşların Ak partisinden nefret ettiğini itiraf etti. Nefret duygusu bu milletin ayıbı olmaz mı? Brandt’ın yaptığı gibi karşıtını düşman olarak algılamanın barışa hizmeti olurmu?

Bazı devletlerdeki başkanlık uygulamasına karşı yüzlerce devletin parlamenter sistemi tatbik etmesi karşı argüman olamaz mı? Yeterki bizdeki parlamenter sistemdeki eksiklikleri düzeltmekle olumlu bir anlayışa varılamaz mı?

Ak partinin başlangıçta AB ye katılma girişimleri demokrasimize katkı sağladığını ve bundan böyle müzakerelerin olumlu seyretmesi için bütün partiler önerilerini meclise getirmeleri doğru olmaz mı?

Yurtta barışı sağlamak için bir çok imkanlar varken illaki karşılıklı zehir zemberek laflar etmenin faydası olabilirmi?

Evvela, tekrar ediyorum bu topraklar üstünde düşmanca algılamalardan vazgeçelim. Bu durum bence siyasi kültür kifayetsizliğinden ileri gelmektedir. Daha olgun, daha ağırbaşlı söylemlerden neden imtina edilir ki?

Barışa dönük gayretlerin faydasını neden idrak edemezler bizdeki ploitikacılar. Umarım bu kör döğüşünden fayda çıkmayacağının farkına varırlar.


Köln 16.02.12



17 Şubat 2015 Salı

Cemil Bayık'tan büyük gaf!





Demir Bilgin

Cemil Bayık, ”Abdullah Öcalan'ın 16. yıl komplosu” vesilesiyle, Özgür Gündem gazetesine verdiği röportajda; ”...Marx'ın komünist manifestosunun öldükten sonra yayınlandığı bilinmektedir...” (*)demesi gerçekten beni şaşırtı. Şaşırttı zira, Cemil Bayık, yani PKK kurucularından ve şimdi de KCK (Koma Civakên Kurdistan) Eşbaşkanı, nasıl böylesi bir ”gaf” yapabiliyor? Bu notum bunun üzerinedir.

Önce gaf nedir? Gaf, Fransızcadan Türkçeye geçen bir sözcük: Olmaması gereken hata oluyor. KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık olmaması gereken bir ”hata” yapmıştır. Nedir bu hatalar? Notlar halinde yazıyorum:

Bir: Bildiğim kadarı ile, Marx, tek başına bir ”Komünist Manifestosu” yazmamıştır. Komünist Manifestosu, Marx ve yoldaşı Engels ile birlikte kaleme alınmıştır; sene: 21 Şubat 1848'dir.

İki: Komünist Manifestosu yazıldığı zaman, Marx 30 yaşındaydı. Marx'ın ölümü: 5 Mart 1883 (64 yaşındaydı).

Üç: Marx'ın ölümünden sonra yayınlanan ”Komünist Manifestosu” değil, Kapital'in 2. ve 3. ciltleridir. Bu ciltleri toparlayan yoldaşı F. Engels'tir.

Dört: Marx'ın ölümünden önce, tek başına bir ”Manifesto” yazdı mı, bilmiyorum. Ben okumadım. Görmedim.Duymadım.

Beş: Marx'ın tek başına ve ölümünden sonra yayınlanan ”manifestosu” var mı? Ben de merakta kaldım!

Gaf, gaftır. Cemil Bayık'ın söyledikleri büyük gaftır.

Cemil Bayık, yazdıklarımızı okur da, gafını düzeltmez mi?

Notum, bunun içindir.

Notum, olmaması gereken hataları düzeltmek içindir.

Yolumuz, doğruda durmanın ve yürümenin felsefesidir.

Notumuz ve sözümüz: Daha temiz, daha iyi olmak içindir.


(*) Kaynak: Sendika Org:



Rojava devrimi, halkların ve uluslararası güçlerin Kürt özgürlük hareketine, Öcalan’a ve komploya bakışını nasıl etkiledi?
Rojava devrimi bu anlamda şüphesiz ki halklar ve güçler üzerinde olumlu bir ekti yapmıştır. Bu nedenledir ki, Reber Apo’nun özgürlüğü tüm halklar ve insanlık tarafından istenmektedir. Dolaysıyla halklar ve insanlıkla birlikte, bazı devletlerin bile uluslararası komploya bakışı değişmiş, ya da değişmek zorunda kalmıştır. Bunu yaratan Reber Apo’nun görüşleri ve bunu pratikleştiren halkımız ve özgürlük hareketimiz olmuştur. Tarihte tüm peygamberlerin, siyasi ve toplumsal liderlerin ilk ortaya çıktıklarında kolay anlaşılmadıkları, taşlandıkları, hatta lanetlendikleri bilinmektedir. Bunların büyüklüğü ne yazık ki daha sonra anlaşılmıştır. Marx’ın, komünist manifestosunun öldükten sonra yayınlandığı bilinmektedir. Bu da tarihsel büyük insanların bir şansızlığı mıdır, bilemiyorum. Reber Apo yarım asırlık mücadelesinden sonra ancak insanlık tarafından anlaşılmıştır. Bugün uluslararası komplocu güçler bile komployu savunamayacak kadar utangaç ve cesaretsiz bir duruma gelmişleridir. İnsanlığın yükselen demokrasi ve özgürlük değerleri Reber Apo’yu daha çok anlaşılır kılmakta ve komplocu güçleri daha çok zayıf düşürmektedir.

15 Şubat 2015 Pazar

Yaşar Kemal ve Müzeyyen Senar...



Dr. İsmet Turanlı

Musin Kızılkaya’yı ilk defa Diyarbakır Kitap fuarında görmüştüm. O günden sonrada TV tartışmalarındaki yorumlarını izledim. Yumuşak bir ifade tarzı onun sevilmesini sağlıyordu. Fakat Yaşar Kemalle Müzeyyen Senarı aynı solukta değerdirmesi beni hayal kırıklığına uğrattı. Hele hele Atatürküde ilave etmesi beni cidden hüzünlendirdi. Neden mi?

14 yaşında İstanbulda tatilde iken dayım beni Çiftesaraylardaki Müzeyyen Senarın konserine götürmüştü. Etkilenmedim değil. Hele ‚‘Keklik dağlarda çağılar‘‘ diye bir türküye başladığında alkış tufanı kopmuştu. Adeta gelinlik gibi beyaz bir giyimi vardı.Arkasından hemşerim Malatyalı Fahrı meşhur ‚‘SArıkordelam‘‘ türküsünü söylemişti. Onu bir Malatyalılar gecesindede dinlemiştim. O Müzeyyen gibi sadece yorumcu değil, ayni zamanda besteci idi. İyi bir müzisyendi. Halk çocuğu idi. Halkın yüreğine dokunan nağmeleri duyuruyordu. Aradaki farkı ortaya koymamız lazım. Sonra Fahri bir enstrüman çalıyordu. Türkilerine CÜMBÜŞÜnü refakat ettiriyordu. Hem kompozisyon yapıyor, hemde bir enstrüman çalıyordu. Muzükten biraz anlayanlar bu farkı değerlendirebilirler.

Müzeyyen Senara 40 sene sonra İstanbula geldiğimde Boğaziçindeki bir restoranda rastladım. Elini öptüm ve 40 sene evvelki hatıramı ona anlattım. O güler yüzü ile yanındaki kızı Ferayeye baktı ve ‚‘bak ne vefalı gençler var‘‘ dedi.

İsviçrede bir dağ köyünde Yaşar Kemalle karşılaştığımda ‚‘ Seni Kölnde aradım, kısmet burada buluşmakmış‘‘ dedi ve sonra kır çiçekleri topladık. Eşi Ayşe hanım birlikte idi. Sonra ‚‘ Şu Kelebeklere bayılıyorum, ne güzel mahluklar ‚‘ diyince ‚‘ Bende hep o kelebeklerden bahseden yazılar yazdım‘‘ dedi. Son buluşmamız da kendi eliyle Adana kebabı yapmıştı. ‚‘ Yaiar Kemal’i okuma keyfi diye kaleme aldığım denememi Ayşe hanım Yaşarın kasasında sakladım diyordu. Bilemem Rushi Su’nun Aşık Veysel hakkında söylediklerini hatırlıyormusunuz.? ‚‘Veysel’in kır şiceklerini melodileştirmesini klasik Muzükte bulamazsınız‘‘.İşte Yaşar Kemalde o kır çiçekelerini , kelebekleri konuşturan büyük bir yazardır. Aradaki farkı anlayabiliyormusunuz?. O yüzden ki Yaşar Kemal bütün Dünya entellektüellerinin hayranlığını kazanırken Müzeyyen hanım güzel sesi ile saray müzüği, rakı sofralarındakilerinin duygusallıklarına hitap etmiştir.

Yakında yayınlanacak ANILAR‘‘ kitabımda bu hatıralarımada değiniyorum. Onlar benim yaşamımda unutulmayacak saatlerdi. Benim bir değerlendirmem vardır hayatta.: ‚‘ yaşamı ‚‘ Errinerung Würdig‘‘ yani yaşamı hatırlanmağa değer‘‘ yapmak gerekir derim.

Muhsin Kızılkaya’nın elmaları, armutlarla karşılaştırdığı zehabı uyandı bende. Bu iki değerli insanı karşılaş tırmak, hele araya birde Atatürk’ü sokmak çok acaiyibime gitti. Atatürk klasik Türk Muziğini yasaklatmamış, ondan çok daha mühimi Kürtleri öylesine yok saymış, emileriyle yüzbinlercesini, Şeyh Sait ve Dersim özerklik çağrısında bonbalatmış, onların katliamına sebebiyet vermiştir. Bugüne kadar, yani seksen senedir çözülemiyen bir KÜRT SORUNUNA imza temiştir. Güneş dil teorisi ile en kabullenemez bir gaf yapmış. Şovenistik devrimleri ile Hitlerin, Nazilerin hayranlığını kazanmıştır. Bilhassa Rumları Yunanistana göndererek, Ermenilerin tehcirini onaylayarak Nazilerin Antisemitik katliamına örnek olduğunu ‚‘ Nazilerin Atatürk hayranlığı adındaki kitabında ‚‘ Atatürk ın the Nazi İmagination‘‘ Stefan Ihrıg teferruatıyla anlatıyor. Kızılkayanın neredeyse suret-i haktan görünme çabası beni üzmüştür.

Gençliğimizde şöyle bir inanış yaygındı sırf Ataürk’ün diktatörlüğünü sevdirmek için. ‚‘ Diktatörlük fena değildir, yeterki iyi bir diktator olsun.‘‘ Bu algılardan Kızılkaya elbetteki habersizdir. Şimdi Erdoğanvari Başkanlık hevesinin Atatürk’ün diktatorluğundan farklı olmadığının bir çok yandaş medya farkında değil. Atatürk’ün ve diğer tekadamların yaptıkları feci hataların vebalini halkları ödemektedir. 30 lu senelerde Avrupadaki birçok tekadamların (Diktatorların) yaptıklarının Erdoğanında yapabileceği korkusu aklıbaşında entellektüeller Türkiye de çoğalmaktadır. Onun hata yapmasını önlemesine maalesef muhalefetin kabiliyeti olmadığı aşikar. Gelecek makalemde hangi şartların oluşması o tehlikeden milletin korunması mümkün olabilir, siyasi ve sosyo-psikolojik algıların gelişmesini açıklayacağım. Maalesef hakiki ilimlerden nasibiplerini almayanların elmaları armutlardan ayıramadıkları hüzün vericidir.


Köln. 13.02.12. 

9 Şubat 2015 Pazartesi

Siyasi Partiler Ve Seçimlere Dair Retorik Ve Realite...




Fikret Başkaya
Siyasi partilerin topluma daha iyi kamu hizmeti sunmak üzere birbirleriyle yarışan demokrasinin vazgeçilmezleri olduğu, seçimlerin de halkın kendi kendini yönetmesinin bir yöntemi ve aracı olduğuna dair yaygın bir kabul, anlayış, öyle bir inanç geçerli. Dolayısıyla bu ikisi sayesinde demokratik bir işleyişin gerçekleştiği var sayılıyor ve ezici çoğunluk da öyle bir şeyin var olduğuna inanıyor... Tabii inancın olduğu yerde şüpheye ve tartışmaya yer yoktur... Artık "bu ne anlama geliyor", başka türlü olur mu, olmalı mı, neden olmasın?" gibi sorular sorulmaz...
Teorik olarak siyasi partilerin farklı halk kesimlerinin, halk sınıflarının arzu, istek ve çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla, halk tarafından kurulması gerekirdi. Lâkin gerçek durum hiç de öyle değil. Aslında siyasi partiler, mülk sahibi egemen sınıflar ve/veya onların devletleri tarafından kuruluyor veya kurduruluyor. Bu yüzden siyasi partiler hiç bir zaman demokrasinin gerçekleşmesinin araçları olmadılar. Halk sınıflarının çıkarını gerçekleştirmenin hizmetinde olmadılar. Sadece mülk sahibi egemen sınıfların bir "yönetme aracı", bir "iktidar" aracı olarak var oldular. Dolayısıyla, demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, katletmenin, yok etmenin hizmetinde oldular. "Modern zamanlarda" veya aynı anlama gelmek üzere kapitalizm çağında, siyasi partiler, mülk sahibi sınıfların, oligarşilerin densin, "bundan sonra nasıl yöneteceğiz" sorusuna verdikleri cevapla ilgiliydi... Tabii her seferinde  demokrasiden, demokratikleşmeden de çok söz edildi ama gerçek dünyada hiç bir zaman öyle bir şey var olmadı... Eğer demokrasi geçerli olsaydı, insanlık bu günkü sefil ve kepaze duruma düşer miydi? 
Eski Rejimler (Ancién Régime) yıkılıp, burjuva sınıfı iktidarı ele geçirince, ister istemez "bundan sonra nasıl yöneteceğiz" sorusu gündeme gelmişti. Artık eskisi gibi yönetilmeyeceği kesindi ama  "nasıl yönetileceği" belirsizdi. O zaman halk yönetsin ve yöneticiler de seçimle belirlensin dendi ama bu iş yoksul cahil halka bırakılabilir gibi de değildi... Koskoca devlet yönetimi cahil halk çoğunluğuna terk edilemezdi! Öyle bir şey, yeni sahneye çıkan burjuva sınıfı için intihar olurdu. Oysa "yönetenler değişmeli" ama "yönetim değişmemeliydi!"... Ve bunun çaresini buldular: Rejim temsil sayesinde işleyecekti. Bu iş "çapulcu" takımına da bırakılamayacağına göre, temsilciler varlıklı, zengin ve bilgili (eğitimli) olanlar arasında seçilmeliydi. Zira, sadece onlar bu işin üstesinden gelebilirdi... Dolayısıyla işçiler-işsizler, küçük çiftçiler, küçük esnaflar, yoksullar, köleler, ama asıl kadınlar veya aynı anlama gelmek üzere parası ve aklı olmayanlar denklemin dışına atıldı. Ve buna temsili demokrasi dendi. Denebilir ki, "ama bu gün artık öyle değil, 18 yaşın üstündeki herkes oy kullanıyor"... Aslında dananın kuyruğu öyle değil.  "Garp cephesinde yeni bir şey yok"...
 
Her ne kadar halk çoğunluğunun seçme ve seçilme hakkı için büyük mücadeleler verilse de, mülk sahibi oligarşiler tarafından bu hak, söz konusu toplum kesimlerinin artık "zararlı sınıflar" olmaktan çıktığına kani olduklarında tanındı. Öyle ki, artık yapılan seçimlerin, kullanılan oyun hiç bir zaman bir karşılığı olmayacaktı. Her şey ona göre kurgulanmış ve dizayn edilmişti. Seçimlerle hükümet değişebilmeli ama iktidar hiç bir zaman değişmemeliydi. Sadece mülk sahibi sınıfların ihtiyacına daha iyi cevap vereceği düşünülen bir parti, eskiyenin-aşınanın yerini alıyor. O da aynı kumaştan yapılmıştır netice itibariyle... Burjuva toplumunda seçimler işte bu işe yarıyor, daha fazlası değil... Aslında verilen her oy, siyasi partiler ve seçimler dolayımıyla mülk sahibi sınıflara verilmiş oluyor. Başka türlü söylersek, kitleler her seferinde oyuna getiriliyor. Ve bu sefil oyun her dört-beş yılda bir tekrarlanıyor. Aslında bu oyuna dahil olanlar için verilen oy  şu anlama geliyor: "Ey benim siyasi partim, sana oyumu veriyorum, artık dört yıl boyunca bütçeyi ve hazineyi istediğin gibi yağmalatabilirsin (tabii bal tutan parmağını yalar denmiştir), mülk sahibi sınıfın zenginliğini artırmak, bu amaçla sömürüyü derinleştirmek, yağma ve talanı büyütmek için ne gerekiyorsa yapabilirsin, mümkünse eşini dostunu da zengin edebilirsin, istediğin kanunları çıkarabilirsin, istediğin düzenlemeleri yapabilirsin, gelecek seçimlerde buluşmak üzere... "
Tabii yoksul emekçi çoğunluğun çıkarını gerçekleştirmek üzere de siyasi partiler kurulabiliyor, nitekim var ama onların iktidara tırmanma yolu sayısız tuzaklarla örülü. Yasaklar denizinde var olmaları, etkinlik  sağlamaları engelleniyor? Var olmayı başaran da iyice budanmış olarak varlığını sürdürebiliyor. Rejim için tehlike arz ettiği düşünüldüğünde de kapatılıp-cezalandırılıyor. Ancak rejim için "tehlikeli olmaktan çıkmışsa" yaşamasına izin veriliyor. Kaldı ki, parlamento, oraya giren "muhalifi" kendine benzetmede de pek mahirdir, bu işin inceliklerini çok iyi biliyorlar... Ne de olsa bir kaç bin yıllık yönetme deneyimine sahipler... 
Siyasi partiler güya demokrasinin gerçekleşmesinin aracı sayılıyor ama bizzat kendileri toplumun en antidemokratik kurumları. Antidemokratik siyasi partiler ve seçim kanununa göre ve demokrasi ve özgürlük bilincinin azgelişmiş olduğu koşullarda bu işi yapıyorlar... Misyonları ve varlık nedenleri oy almak için kitleleri aldatmak... Adı parti olsa da aslında söz konusu olan tek adamın şirketi ve şirket oy ticareti yapıyor. Kimin milletvekili, belediye başkanı, bakan, yönetici... olacağına şirketin  şefi (sayın genel başkan) karar veriyor ve şirkette farklı-aykırı düşünceye zinhar izin verilmiyor. Aykırı düşünen, tartışma açmak isteyen hemen partiden ihraç ediliyor. Asgari parti içi demokrasiye ve tartışmaya izin verilmiyor.
Böyle bir ortamda siyasetçi hangi düşünce ve saiklerle bu sefil oyuna katılmak, onun bir parçası olmak ister? Kamu hizmeti için mi? Genel toplum yararını gerçekleştirmek için mi? Daha iyi bir toplum için mi, topluma hizmet aşkıyla mı, demokratik standartları yükseltmek için mi? Bunların hiç bir değil. Kendini, ailesini ve çevresini zenginleştirmek için oyuna dahil oluyorlar... Bir koyup çok almak için... Zaten her isteyenin oyuna dahil olma şansı da yok. Seçimi finanse etmek herkesin harcı değil ve her seferinde daha çok harcama gerekiyor. Başka türlü söylersek, toplumun kahir ekseriyeti zaten oyunun dışına atılmış durumda... Tabii aralarında az da olsa gerçekten kamu yararını gerçekleştirmek isteyenler, şahsi çıkar kaygısı taşımayanlar da vardır ama onların halisane niyeti ve arzusu şeylerin seyri üzerinde etkili olma şansına sahip değildir. Malûm, "istisnalar kuralı doğrulamak içindir" denmiştir... Aslında ne demek istediğimi görmek için uzağa gitmeye gerek yok. Son 12-13 yılda yapılanlara bakmak yeterli. Kalkınma ve büyüme adına yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bıraktılar mı? Siyasi parti neye yarar sorunun cevabı orada mevcut değil mi?  
Söylediklerim kimilerine abartılı gelebilir. Belki bu satırları okuyanlardan bazıları "iyi de o kadar da değil" diyebilirler. Bu tür düşünenler varsa, geride kalan son dönemi şöyle bir hatırlasınlar. 150–200 yılda, başta Batı olmak üzere, dünyanın başka yerlerinde ve son 70 yılda Türkiye'de yaşanana baksınlar. Tabii önce "Batı demokrasisi" söylemi üzerinde kafa yormak şartıyla. Tüm dünya Batı'da oynanan temsil oyununu demokrasi sanıyor. Oysa her yerde geçerli olan sermayenin diktatörlüğü. Lakin oyun Batı'da daha "rafine" oynanıyor, kitabına daha iyi uyduruluyor... Aradaki fark bundan ibaret... Tabii dünyanın geri kalanının zenginliğini 500 yıldır sömüren, yağmalayan, talan eden "uygar Batı", oyunu daha kolay oynama ve kitleleri aldatma ve oyalama imkânına sahip... Emekçi çoğunluğa yapılan yağmadan pay verme imkânı var ve bu işlerini kolaylaştırılıyor. Tabii emperyalist-kolonyalist sömürü, yağma ve talan başka yerlerde işi daha da zorlaştırıyorlar ama bu nedense hiç bir zaman sorun edilmiyor...
Mesela ABD'yi alalım. Bu ülke "Batı demokrasinin" beşiği ve timsali sayılıyor. Aslında ABD'de  geçerli olan "ikili" tek parti isteminden başka bir şey değil. Demokrat Parti de, Cumhuriyetçi Parti de aslında  Amerikan oligarşisinin partileri. Ve rotasyon esasına göre biri inip biri çıkıyor. Neden iki yüz yıldır bir üçüncü parti ortaya çıkıp iktidar olamıyor? ABD Senatosuna seçilmek için kaç milyon dolar harcamak gerekiyor? O milyon dolarları kimler harcayabilir? İster Senato'da isterse Temsilciler Meclisinde olsun, hiçbir sıradan insana, bir emekçiye, işçiye, issize, yoksula rastlayan var mı? Öyle bir şey olabilir mi? İster Senato, ister Temsilciler Meclisi olsun, bunlar zenginler şurasından ibarettir...  Eğer ABD'de demokrasi olsaydı, birincisi bu kadar milyarder, bu kadar milyoner, bu kadar yoksul, aç ve evsiz olur muydu? Gelir dağılımı skandal hâl alır mıydı? Zenginlik-yoksulluk farkı insan havsalasını zorlayacak boyutlara çıkar mıydı?  Eğer ABD demokratik bir ülke olsaydı, Amerikan halkı ABD oligarşisinin çıkarları için savaş çıkarılmasına izin verir miydi? Vietnam'da, Afganistan'da, Irak'ta... Asya'da, Afrika'da Latin Amerika'da darbeler tezgâhlamasına, savaşlar çıkarmasına, insanlık suçu işlemesine izin verir miydi? Oligarşinin iktidarına bir kere demokrasi denmiş ve o yalana cümle âlem inanmış... İyi de demokrasinin bir tanımı yok mu, olması gerekmiyor mu? Hani demokrasi, " halkın, halk tarafından, halk için idaresiydi"... Gerçek dünyada geçerli olan "Oligarşilerin, oligarşi tarafından halka karşı idaresi" değil mi?  
Birincisi, Cornelius Costoriadis'in de dediği gibi, "demokratik bir toplum demek, her bir yurttaşın yönetme ve yönetilme yeteneğine sahip olması" demektir". Demokrasinin önkoşulu, topumun her bireyinin yurttaş olmasını, yurttaş davranışı ortaya koymasını, haklarının ve ödevlerinin bilincinde olmasını gerektirir. Ve ikincisi, demokrasi pratiği sadece temsilden ibaret değildir. Temsil de dahil, yerine göre kamusal görevlere getirilecek olanların kura ile belirlenmesi, rotasyon esası, doğrudan demokrasi, halk tartışma meclisleri, ön referandum ve referandumdan oluşan bir yelpaze pratiğine dayanması gerekir...
Bu günün dünyasında politika profesyonellerin işi... Yani politikacı diye bir meslek türü var... 30- 40 yıl milletvekilliği yapanlar var! Bu, halk çoğunluğunun politika dışına atılması demek değil midir? Politikanın profesyonellerin işi olduğu yerde demokrasiden söz edilebilir mi? Orada yapılan seçimlerin bir kıymet-i harbiyesi olur mu?
Türkiye'de yurttaş bilincinin yokluğu veya yetersizliği egemenlerin işini kolaylaştırıyor. Daha önce de defaten yazdığım gibi, Türkiye'deki ortalama bilinç, misafir, mülteci, sığıntı "bilincinin" ortalaması düzeyindedir. Bu yüzden kolay yönetebiliyorlar. Mesela, insanlar gerçekten yurttaş bilinci taşıyor olsalardı 1982 cunta anayasası 33 yıl sonra hâlâ yürürlükte olur muydu? Yurttaş bilincine sahip insanlar %10 seçim barajına razı olur muydu? Bu gün hâlâ o baraj geçerli olduğuna göre, bu aslında siyasi partilerin de cuntanın devamı oldukları anlamına gelmez mi?  Bu partilerin demokrasi kavramıyla uzaktan- yakından ilgileri yok ama kendilerini demokrasinin "vazgeçilmezleri" sayıyorlar... Düşünce (ifade) ve örgütlenme özgürlüğünün olmadığı yerde demokrasiden söz edilebilir mi?
Kaldı ki, demokrasi sosyal eşitliği varsayar. 80 ailenin 3.5 milyar insanının geliri kadar servete sahip olduğu bir dünyada, demokrasiden söz etmek abesle iştigal etmektir...  
Velhasıl kime niçin oy verdiğini bilmek önemlidir. Düzen partilerinin iyisi olamayacağına göre, insanlar "daha az kötüsünü" tercih etmeyi marifet sayıyor. "Daha az kötüye" neden mahkûm olalım? Ellerimiz daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek? Ne zaman haysiyetli insanlar olarak yaşamayı başaracağız, itilip-kakılmaktan, aşağılanmaktan, oyuna gelmekten, aldatılmaktan kurtulacağız?     

7 Şubat 2015 Cumartesi

Sosyo-Psiko-Biolojik bilgiler ışığında FELSEFEM...



Dr.İsmet Turanlı.

İnsan vücudunu teleolojik ( Canlıların faydasını ve önemini araştıran bir ilim alanı) yönden analiz yapacak olursak, vücudu 3 bölgeye ayırmamız lazım.

En alt bölge genital organların bulunduğu bölge, (Cinsiyet organları) bölgenin asıl görevi canlıların bekasını temin etmek için REPRODUKTİON ( Üretim)’u temin eder.  Bu görevi garantiye almak içinde seksualite mekanizma olarak araya girer. Gerek psikologlar ve gerekse sosyologlar seksualıteyi Üretimin dışında incelerler. Halbuki bu ikisini birbirinen ayırmak hatadır. Mesela eşcinseller üretimsiz seksualite yaşamı nı tercih ederlerki bu genital organların asli görevlerini ciddiye almamış oluyordur. Hernekadar o insanlara saygım sonsuzsada, tabiata aykırı bir deviasyon olduğunu açıkca söylemem gerekir.

Seksoloji mevzuunda ilk kafa yoranlardan biri FREUD’dur. Oda sadece sosyo-psikolojik yönden fikir yürütmüştür. Daha sonra  MASTER VE JOHNSON SEKSUALİTE MEVZUUNDA ARAŞTIRMALAR YAPMIŞTIR. Onlar biyolojiyide dikkate almışlardır. 1974 senesinde St.Luis’te onların enstitülerini ziyaret etmiş, Prof. Master’la bizzat görüşmüştüm. Kendisine şu düşüncemi söyledim. Freud seksualiteyi incelerken ŞUURALTI nın rölünden bahsetmişti. Sizse ilk defa biolojisinide katarak seksualite mevzuunun temellerini atmış bulunuyorsunuz.  Dünyanın her yanından kendisine hastalar gelirken, St.Luisden pek hasta gelmemekte ve kendisininde Universiteden dışlanmış olduğunu söyledi. Sebebide araştırmalarını Prostitüsyon yapan kadınlar üzerinde yapmış olmasıdır. Psikologların yanında endokrinologlarda çalışıyor ve steroid hormon labratuarındada araştırmalarına biyolojik nesnelerin etkisini ortaya koyuyordu.

Gövdenin başa kadar olan kısmındaki organlar fizyolojik çalışmaları sayesinde vücudumuzun yaşamını garantiye alıyorlar. Bu organları otonom (Özerk) bir sistem Nöro-vegetatif sistem düzenliyor.  Kalbin, midenin, barsakların çalışması bizim emrimizle değil otonom vegetatif sistemin kontrolu altındadır. Görevi her canlının vücüdunu n yaşamını sağlamasıdır.

En üst bölgede Baş ve onun içinde Beyin vardır. Beyin in bir çok vazifesi varsada en mühümü cemiyetin varlığını korumak için kararlar vermesi,duymayı, düşünmeyi, işitmeyi, görmeyi, konuşmayı sağlamaktadır. Her ferdin cemiyet içinde bir vazifesi varsa ve bu vazifesini yürütmesi beyindeki aklın emirlerini yerine getirmesi ile mümkündür.

Bu üç bölgedede normal bir çalışma düzeni varsa bununla cemiyetin, vucudumuzun nihayet genital organlar vasıtası ilede canlıların bekası sağlanmış oluyor.

Bu üç bölgedede çalışma bozuklukları olunca hastalıklar ortaya çıkıyor. Onların teşhis ve tedaviside biz hekimlere düşüyor. Fakat beynin normal çalışmadığı hallerde insanlık ve cemiyetler, milletler zarar görüyor. Politikacıların, devleti yönetenlerin hatalı kararları insanlara büyük felaketler doğuruyor, isanlar lüzümsuz yere canlarını kaybediyorlar. Bir Hitler, bir Stalin ve onun gibileri milyonlarca insanın hayatını yitirmesine sebep olyor.

Bugünkü Sözcü gazetesinde Soner Yalçın Amerikalı Prof.Jonathan David Haidt ın araştırmasına dayanarak insanların oy kullanırken sosy-üpsikolojik etkenlerden bahsediyor. Maalesef Sosyoloklar ve Psikologların biyolojik temel bilgileri olmadığı için Sosyo-psiko-Biyoloji yönden analiz yaparken biyolojiyi dikkate almadan kendi bildikleri sırf sosyo-psikolojik verilere ehemmiyet veriyorlar. Onun içinde masanın bir ayağı boşta kalıyor. Steroid kimyasının davranışları nasıl etkilediğinden bihaberdirler.

Bugün Türkiyede hekimler psikpsomatik yönden eğitim almıdıkları için hastaların sadece anatomisi ile ilgilenir ve teşhislerini ve tedavilerini ona göre yaparlar. Dolayısı ilede çok yanlış teşhislerin neticesinde yanlış tedaviler uygulanmaktadır. Ben kendi branşımda bu açığı kapamak için Türk-Psikosomatik Jinekoloji derneğini kurdum ve kongrelerde bu eğitimi vermeğe çalışıyorum. Hastaları çok pahalı MR muayenesine tutmaktan önce bir kaç sualle sosyo-psikoljik durumunu  öğrendikten sonra doğru tedavi imkanlarına kavuşurlar.

Sayın Soner Yalçın Haidt’ın analizlerine dayanarak Türkiyedeki seçimlerde oy kullananların akıla dayanan solcuların karşısında, bir takım sosyolojiksebeplerle sağcı blogta olanların hatalı kararlar vermesinin mukadder olması neticesine varıyor. Bence CHP nin ayni düşüncelerle 80 senedir seçim kaybetmesini anlayamıyorlar. Sağdaki partlere oy verenlere bir nevi suçlama yapıyırlar. Halbuki aklını kullanmayı bilemeyen, eğitimsiz kimselerin sağ duyuları ile hareket ettiklerini kabullenemiyorlar. Platon bile o zaman eğitimsizlerdede sağ duyu olduğunu söylemişti.  Türkiye de halk sağ duyusu ile hareket etmeseydi son koalisyon hükumetine mensup partileri meclisten kovmazdı. Ecevit % 20 den % 2,5luk bir oy nisbetine mahkum olmazdı. AKP partinin seçimlerdeki başarısı yaptığı hizmetlerden dolayıdır. Onun içnde % 50 yi aşamıyor. Muhalefet yapılan icraatlardaki, hizmetleri kaale almadan sırf önerisiz laf ebeliği yaptığı küddetçe Hazirandada hezimete uğrayacaktır. Soner Yalçında bir CHP li gibi halkı suçlayıcı, akıldan noksanlığına. Mantıki kifayetsizliklerine verecektir. Hele bu denli korrupsiyonlara rağmen CHP yahut diğer siyasi partiler oylarını artıramıyorlarsa kifayetsiz siyaset yapklarının farkına varmalıdırlar. Elbette % 88 halkın istemediği, Kürtleri  hala asli vatandaş kabul etmeyen Bahçeliden medet ummak akla ziyandır. Türkiyede bir tarih tekerrür etmektedir. Oda Almanyada Weimar cumhuriyetinde olduğu gibi sanatkarlar, entellektüeller, komunistler, universiteler Sosyal demokrat partyi yıkalım derken Hitlerin doğmasını sağlamışlardır. Bunun hata oldduğunu bugün Almanlar kabullenmekteler. Türkiyede de o safta olanların tek argümeni Erdoğanın gitmesidir. Erdoğanın tek adam olması katilektikçe , tarihteki tek adamların rolünü oynamağa başlaması tehlike arzetmektedir. Fakat önümüzdeki seçimlerde halk sağ duyusu lile ona meydan vermeyecektir. Onun otoriter dayatmaları arttıkca halkta direnç yaratacaktır. Halbuki demokrasiye ve özgürlüklere yönelik çalışmalarını yoğunlaştırsa millete daha hayırlı olacaktır.

Köln. 05.02.15


2 Şubat 2015 Pazartesi

GÜRBETİN KAHRİNİ ÇEKENLER BİLİR...



Haci Cirik / Fezali

İzinden dönmedi,  Almancı işci
Gürbetin kahrini, çekenlar bilir
Çalışır üretir, kimisi aşcı
Gürbetin kahrini çekenler bilir.

Yorgundu,  kırgındı,  gözleri yaşlı
Çalışır kadınlar, eşarplı başlı.
İnce,  uzun,  kimisi keman kaşlı
Gürbetin kahrını çekenler bilir

Oradan oraya koşup durdukca
Ayakta dolaşır sökülür ökçe
Eşini dostunu sanırdı pekçe
Gürbetin kahrını çekenler bilir.

İstasyonda bavul adres üstünde
Huzur bulamadı böyle bir günde
Silanın özlemi düşürdü derde
Gürbetin kahrını çekenler bilir.

Havalar soğudu,  içim sıkılır
Başıma gelir de,  usta dikilir
Dilsizim kardeşim,  belim bükülür
Gürbetin kahrını çekenler bilir

Kimi ölmüş,  kimi kalmış,  yine dostlardan
Başımız ağrıyor,  böyle yaslardan
Kiminin haberi olmaz küslerden
Gürbetin kahrını,  çekenler bilir

Tanıdık sesleri duymak isterim
Kendi ellerimle çizdim kaderim
Dertli dertli mektup yazar pederim
Gürbetim kahrını,  çekenler bilir

Merhaba,  sevinçli tatlı gülüşler
Gecede rüyalar,  korkulu düşler
Yüreği yaralı,  dert dolu başlar
Gürbetin kahrını,  çekenler bilir

Fezali yaralı,  yüreğin neden
Yıkılır bir günde,  taşıyan beden
Huzur, sevgi,  insanı insan eden
Gürbetin kahrını,  çekenler bilir.