Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se
Bir önceki yazıda
MIT-Öcalan mutabakatıyla ilgili biçimsel eleştirileri ele almış, bunların en
azından bir kısmının aslında içeriğe dair eleştiriler olduğunu belirtmiştim. Elimde
olmayan nedenlerle yazının ikinci bölümü kaleme almak bugüne kaldı.
Mutabakatın içeriğiyle ilgili olarak altı çizilmesi gereken öncelikli
husus, devletin bazı birimleri dışında kimsenin bu mutabakatın içeriğini tam
olarak bilememesidir. Görüntülere bakılırsa bunlara bir ölçüye kadar PKK
yöneticileri de dahildir.
Bu durum barış sürecinin içeriğiyle ilgili değerlendirme yapmayı
zorlaştırıyor. Böyle olmakla birlikte, sürecin içeriği konusunda tümüyle
bilgisiz de sayılmayız. Öncelikle devletin, bu mutabakatın bizim bilmemizi
istediği bölümleriyle ilgili açıklamaları var. Bunlar sadece Başbakan ve
yandaşları tarafından ifade edilmiyor. PKK cephesinden yapılan açıklamalarda da
bu tür unsurlar görmek mümkün. Öcalan’ın Newroz konuşması böyle bir belgeydi
örneğin. İkinci olarak, tarafların kendi pozisyonlarını güçlendirmek amacıyla kamuoyuna
doğrudan aktardığı veya sızdırdığı haberler ve veriler var. Son olarak sürecin ruhundan
ve işleyişinden çıkan pratik veriler mevcut. Bu tür kaynaklardan şu ana kadar elde
ettiğim verileri alt alta yazıp tekrarları ayıkladıktan sonra mutabakatın temel
maddeleriyle ilgili elimde şöyle bir liste kaldı:
1) PKK Türkiye’de silahlı mücadele döneminin bittiği ilan edecek ve silahlı
güçlerini en kısa sürede dışarı çıkaracak.
2) Hükümet bunun karşılığında demokratikleşme başlığı altında Kürt
sorununda rahatlamaya yönelik bazı anayasal ve yasal düzenlemeler yapacak. Ancak
bu düzenlemeler kesinlikle etnik referanslardan arındırılmış bir tarzda ve grup
hakları prensibinden uzak biçimlerde ve zeminlerde gerçekleştirilecek.
3) Bu aşamayı takiben -uluslararası koşullar da elveriyorsa- PKK silahları
terk edecek. Fakat uluslararası koşullar gerektirdiğinde PKK, Suriye’de, İran’da
ve gerekirse Güney Kürdistan’da silahlı mücadeleye devam edebilir (Bu
mücadelenin hedefleri için 5. maddeye bakınız).
4) Silahların terk edilmesiyle birlikte PKK yöneticilerinin Türkiye’deki
normal vatandaşlar gibi siyaset yapmalarının önünü açacak yasal düzenlemeler yapılacak.
5) Bütün bunlar, özellikle de 3. Maddede sıralanan hususlar, Misak-ı
Milli’nin Sünni İslam kardeşliği esasına dayalı olarak güncelleştirilmesi
hedefine bağlanmış olarak gerçekleştirilecek.
Açık kaynaklardan izlendiği kadarıyla MİT-Öcalan mutabakatının ana maddeleri
bunlardır.
Kaçırdığım başka maddeler de olabilir mi?
Elbette. Mesela Başbakanın birkaç gün evvel, ortada çok özel bir sebep
yokken Öcalan’ın cezaevindeki diğer mahkumlardan rahatsız olduğunu söylemesi,
yukarıda sayılmayan bir mutabakat maddesine işaret edebilir. Çünkü bu tür bir
açıklama, Öcalan’ın, İmralı’da uygun bir eve nakledilerek yanına da arzuladığı
türden kişilerin gönderilmesiyle ilgili bir çalışma yürütüldüğüne işaret eder.
Özellikle de medyada daha evvel “Öcalan için bir villa hazırlanıyor” yolunda
haberler çıktığı göz önünde bulundurulursa. Eğer böyleyse bunu da temel nitelikte
bir mutabakat maddesi saymakta yanlışlık yoktur.
“Bir toplumsal mutabakat metninde
kişisel isteklerin ne yeri olabilir?” diye sormayınız; oluyor. Peru’daki Maocu Aydınlık
Yol örgütünün karizmatik lideri Abimael Guzman’ı
hatırlayınız. Guzman, arkadaşlarına silah bırakma çağrısı yaptıktan bir süre
sonra, örgütün iki numarası olduğu söylenen ve kendisiyle aynı cezaevinde
tutuklu bulunan Elena Iparraguirre’le evlenmesine izin verilmesini talep etti.
Bu istek, biraz sağa sola çekiştirildikten sonra kabul edildi ve Guzman cezaevinde
evlendi. Hem de 75 yaşındayken. Karizmatik liderlerin kişisel arzu ve
ihtirasları, bazen bir davanın ilkesel taleplerinin önüne geçebiliyor. Yeter ki
bu liderlerin doğduğu evlerin bahçesindeki toprağı yiyerek kutsanmaya çalışan topluluklar
bulunsun.
***
Guzman’ın öyküsünü bir kenara bırakıp, geçen soruda dile getirilen
mutabakatın içeriğinde neleri destekleyip neleri desteklemediğim sorusuna
dönelim. Yazılarımı izleyenlerin dikkatini çektiğini sanıyorum; bunların baskın
özelliği, olup biteni anlamaya ve analiz etmeye çalışmalarıdır. Bunun ötesine
geçmemeye çalışırım ve böyle davrandığım için eleştirildiğim çok olmuştur. Ne
var ki elinizdeki yazının devamında, ele aldığım konunun karakteri gereği her
zamanki tarzdan biraz ayrılmak zorunda kalacağım.
Bu notu yazma gereği duydum; çünkü bir olayı anlamaya, analiz etmeye veya izah
etmeye çalışmak ile o olay karşısında politik bir tavır inşa etmek, farklı iki
iştir. Birincisinde daha çok toplumsal olayları açıklamak amacıyla oluşturulmuş
aletleri kullanırsınız, ikincisinde ise siyaset felsefenizi oluşturan ilkeler,
ahlaki duruşunuz ve ideolojik tercihleriniz belirgin rol oynar. Birincisinde izah
etmeyi, ikincisinde etkilemeyi öne alırsınız. Ben de yazının devamında rotayı
kaçınılmaz olarak biraz ikinci tarafa doğru kıracağım. Alışık olmayan okurların
anlayışına sığınıyorum.
Sözünü ettiğim perspektiften baktığımda, yukarıdaki maddelerden sadece ilk
ikisinde desteklemeye değer bazı şeyler görüyorum. Diğer maddelerin barışla
ilgisi yoktur. Paketin ana hedefi ile paketi kuşatan ruh ise barışa değil bölgesel
bir savaşa meyillidir. İsterseniz madde madde gidelim.
Birinci maddede dile getirilen silahların susması halini destekliyorum. Savaşan
tarafların anlaşmazlıklarını çözebilmek için ateş etmeye ara verip konuşmaya
çalışmaları, savaşa tercih edilmesi gereken bir durumdur.
Ne var ki silahların susması ile silahların Türkiye’yi terk etmesi aynı
şeyler değildir. Dolayısıyla mutabakatın, desteklenmeyi en fazla hak eden
maddesinde bile sorunlar olduğunu eklemek zorundayım. Evet, silahların susması desteklenmelidir.
Fakat silahlı militanların ülkeyi terk etmeleri, Türk devletinin Suriye
denkleminde tuttuğu yerle ilgili bir hazırlık faaliyeti olduğu için ayrı bir değerlendirmeye
tabi tutulmalıydı. Çünkü devletin bu
yöndeki isteği, içerdeki barışla değil, dışardaki Yeni-Osmanlıcı yayılmayla
ilgili bir husustur. Devletin oynadığı oyunun kuralları çerçevesinde yapılacak bir
analiz sonucunda, dışarı çıkmanın Kürtlerin ve Kürt hareketinin lehine bir
durum olduğu anlaşılırsa çıkılır, değilse sadece silahları susturmakla yetinilirdi.
Ne yazık ki “Başkanım, uluslararası durum çok lehimize görünüyor, ama
isteğinize uyuyoruz,” cümlesi dışında bir değerlendirme duymadık. Anlaşılan o
ki, Selahattin Eyyubi olma rüyası görenler Öcalan’dan ibaret değilmiş!
Suriye denklemini yönlendirebilecek kabiliyete sahip büyük güçlerden en az
biri nezdinde resmi bir tanınma ve destek elde etmeden Türkiye’deki askeri
pozisyonunu sıfırlamanın nasıl parlak bir askeri taktik olduğunu bilmiyorum,
ama bunun bildiğimiz mantık kurallarıyla bağdaşmadığını biliyorum. Nitekim Barzani yönetimi de bu karar
karşısında bir şaşkınlık ifade etti. Hikmet Fidan ve ekibinin bu noktadaki
başarısına şapka çıkarmak gererkiyor.
İkinci maddede demokratikleşme yönünde atılacak adımlardan söz ediliyor.
Prensip olarak bunu da desteklerim. Ancak bu adımların neler olduğu somut
biçimde ifade edilmediği için bu desteğin, birinci maddedeki gibi bir destek
olması düşünülemez. Çünkü açığa çıktığı kadarıyla, yeni bir anayasayı da içeren
bu “demokratikleşme” paketi, Kürt kimliğini tanıyan ve grup hakları kavramını
kabullenen bir anlayışla hazırlanmamıştır. Yeni paket, söylem itibarıyla, muhtemelen
Habermas’ın “devlet vatandaşlığı ulusu” tanımına yaslanacaktır. Ancak pratikte Habermasçı
cumhuriyetçilik lafzının öngördüğü demokratikleşmenin bile yakınından geçmeyecektir.
Demokratikleşme paketinin, kıymeti kendinden menkul, Türk usulü bir başkanlık sistemine
eklenmeye çalışılması, bunun kanıtlarından biridir.
Habermasçı lafız, bu pakette, daha
çok Bosna’dan Kerkük’e kadar uzanması öngörülen Yeni-Osmanlıcı genişlemenin
önünde çoktandır engel olmaya başlayan devletin eski (Kemalist) etnik ilkesini sulandırmak
amacıyla kullanılacaktır. Bu yanıyla söz konusu girişim, eski cumhuriyeti yeni
bir kılıfla devam ettirmekten başka bir anlam taşımıyor. Turgut Özal da 1990’ların
başlarında Güney Kürdistan’ı yutmaya niyetlendiğinde, işe içeride Kürtçenin
kullanımıyla ilgili 12 Eylülün koyduğu yasağı kaldırarak başlamıştı. Yani
devletin bu işi planlama tarzında değişmiş bir şey yok. (Habermasçı
cumhuriyetçiliğin Kürt sorununun çözümü bakımından ne gibi imkânlar
sunabileceği ise ayrı bir tartışma konusudur. Bu mesele bazı Kürt yazarların
inanmaya meylettikleri gibi pürüzsüz değildir. İlgilenen okurlar, bir giriş
yazısı olarak Uğur Kara’nın Birikim dergisinin 289-290 numaralı bileşik
sayısında yer alan “Kürt Meselesine Çözüm Süreci: Anayasal Vatandaşlık mı,
Özyönetim mi?” başlıklı yazısına bakabilirler.)
MİT-Öcalan mutabakatının bunun dışındaki maddelerine gelince, benim
durduğum noktadan bakıldığında, bunlar, Türk devletinin Yeni-Osmanlıcı temellerde
yayılma çabalarının ifadeleri olarak görünüyor. Yeni-Osmanlıcı yayılmacılık bölgesel
savaşlar olmadan gerçekleşemeyeceği için de bu mutabakat, barıştan ziyade savaşa
dönük duruyor.
Programın Kürtler için öngördüğü şey bir başka problemli noktadır. Çünkü bu
programın Kürtler için öngördüğü modern bir Hamidiye sistemidir. TC Osmanlıya
dönüşürken, Kürtlerin de Hamidiye günlerine dönmesi öngörülmüştür.
Buradaki mantıki tutarlılığa bir diyeceğim yok. Ancak Haydaran Aşireti
reisi Kör Hüseyin Paşa’yı özleyen ve Hamidiye sisteminden büyük bir Kürt ulusu
çıkarmayı düşleyen Kürtlere söylenecek bir çift sözüm var: size uğurlar olsun,
sadece sonunuz onunki gibi olmasın.
Benim, şahsen Hamidiye taraklarında bezim olmaz. Kürt gençlerinin birkaç
kuşaktır modern bir Hamidiye sistemi kuralım diye mücadele ettiklerine de
inanmıyorum. Hamidiyeci bir sistem, Kemalist bir sistemden de beterdir.
Bunu dedim diye beni barış düşmanlığıyla, Kemalistlikle ya da Alevicilikle suçlayacaklar
çıkacaktır. Nitekim en azından bir tanesi kişisel hesaplaşmalarla ilgili
görünen bazı ön atışlar yapıldı bile. Ama bu atışlar, hareketteki Hamidiyeci
damarın nerelere kadar uzanabileceğini göstermek dışında fazla anlam ifade
etmiyor. Şafi Kürtlerle Hanifi Türkleri Sünni bir imparatorluğa taze kan oluştursunlar
diye birleştirmeyi öneren kendi liderinin MİT’le kotardığı proje hakkında tek
söz etmeden Dersimlileri Kemalizm hayranı, bu projeye itiraz eden solcuları da Ergenekoncu
olmakla suçlamak, eski dünyanın terimleriyle konuşmaktır. O dünyayı mezara gömdüğümüzü
üç yıl evvel yazmıştım. Mezardaki sözlerden umulan yardım imdada
yetişmeyecektir.
Türk devletini Ortadoğu’da büyütmenin karşılığında bir Hamidiye beyliği
kapmak şeklinde tarif edilebilecek yeni stratejiden barış çıkacağına inanan
Kürtler için söylenebilecek şey şudur: Mevcut savaşta, iki taraftan yılda
toplam olarak 1000 ila 2000 kişi kaybetmekteydik. Fakat yeni programda
belirlenmiş hedefler uğruna mücadeleye başladığımızda, pogromlardan ve belki de
soykırımlardan bahsetmeye başlayacağız. Bunu anlamak için günümüz Suriyesi’ne on
dakika göz atmak yeterlidir. Bunun neresi akan kanı durdurmak oluyor?
Hayır, bunun barışla filan bir ilgisi yoktur. PKK savaşı bitirmek istiyorsa
bitirsin. Destekleyen destekler, desteklemeyen eleştirir ve becerebilirse
kendisi yeni bir savaş örgütler. Benim sorun ettiğim, PKK’nin silahlarıyla
birlikte Türk devletinin yeni Ortadoğu stratejisine tabi olma girişimini barış diye
propaganda etmesidir.
PKK, düne kadar birçok kez İranlı mollalarla, Saddam’la ve Hafız’la aynı
mevzileri paylaştı. Bu tür işbirliklerinin Kürtler tarafından fazla sorun edilmemesinin
asıl nedeni, PKK’nin adı geçen güçlerden aldığı desteği asıl düşmanım dediği
Türkiye’ye karşı mücadelede kullanmasıydı. Tıpkı Barzani ve Talabani’nin Saddam
yönetimine karşı Türkiye, İran ve Suriye ile gerçekleştirdiği işbirliklerinin büyük
sorun edilmemesi gibi. Ama PKK’nin bugün yapmayı prensipte kabullendiği şey, bunlardan
farklı bir şey. PKK bu kez, asıl düşmanım dediği devletin yayılma planının bir
parçası olarak bölgesel savaşa dahil olabileceği sinyalini veriyor. Bu, oldukça
farklı bir durum ve eskinin terimleriyle değerlendirilemez.
PKK içinden ve dışından bazıları böyle bir bölgesel savaştan bize de bir
devlet düşer diye düşünüyor olabilirler. Açık söylüyorum: İstemez, kalsın!
Çünkü bölgesel savaşlarla oluşacak bir devlet, soykırımların çocuğu olacaktır. Yeni
bir Yugoslavya’ya gerek yok.
Yaşadığımız bölge hızlı bir altüst oluşun konusudur. Bu süreç, kim ne derse
desin ve kim ne yaparsa yapsın Türkiye’yi de kapsayacaktır. Devletin Yeni-Osmanlıcı
hamleleri, bu süreci bir süre sağa sola bükebilir; ama son kertede hızlandırmaktan
başka bir işe yaramaz. Bu, işin doğasından gelen bir şey. Siz, Libya’dan
başlayarak eskinin devletlerini kıtır kıtır doğrayarak ilerleyen bir sürecin
sıra Türkiye’ye geldiğinde birden tersine dönüp onu büyüteceğini mi
sanıyorsunuz?
Boş hayaller bunlar.
Böylesine çalkantılı bir süreci Yeni-Osmanlılara tetikçilik yaparak
karşılamak, hapisteki birisine çıkmazdan kurtulmanın biricik yolu gibi
görünebilir. Özellikle de altı ay öncesine kadar örgüt üzerindeki etkisi de azalma
eğilimi gösteriyorken. Ama Kürtlerin genel pozisyonu düşünüldüğünde bu tutum kesinlikle
rasyonel bir hareket çizgisi olmadığı açıktır. Kürtler, başkaca hiçbir şey
yapmadan, sadece kendi iç bütünlüklerini sağlamaya yönelik adımlarla takviye etmek
şartıyla kendi mevcut pozisyonlarını korumayı başarsalar, bu kadarı bile Yeni-Osmanlılara
tetikçilik yapma seçeneğinin sunabileceğinden çok daha başarılı ve şerefli sonuçlar
elde etmelerine yeter. Birçok açıdan buna benzer bir strateji Suriye Kürdistanı’nda
uygulandı, sonuçları görüyorsunuz. Barzani bile bir süre sonra stratejinin
doğruluğunu pratikte teslim etmek durumunda kaldı. Bir diğer uygulanışı
AKP-Ergenekon çatışması döneminde Türkiye’de takınılan tavırdı. Bu bağımsız
tavrın hareketi ne kadar güçlendirdiğini herhalde kimse inkâr edemez. Bu
stratejilerden ne zarar gördük ki Yeni-Osmanlıların savaş arabasına eklenmeye
karar verdik?
Bütün bu boyutlarıyla bir arada düşünüldüğünde yapılmakta olan şeyi barış
olarak tanımlamak imkânsızlaşmaktadır. Benim barış denilen şeye karşı tavrımı
belirleyen işte buradaki yalandır. İstiyorsanız silahlarınızı susturabilirsiniz,
bunun için yalan söylemeniz gerekmiyor. Doğruluk ve haklılık, bir direniş
hareketinin temel sermayesidir. Yeni-Osmanlılara tetikçilik yaparsanız ikisini
de yitirirsiniz.
***
Özetlersem, Kürtleri veya Kürt hareketini, Sünni İslam kardeşliği bayrağı
altında devletin Yeni-Osmanlıcı yayılmacı stratejisinde bir koçbaşına dönüştürme
eylemine itiraz ettiğim için adım “barış düşmanı”na çıkacaksa bunu şerefle kabul
ederim. Toplumun ezici çoğunluğunun barışın büyüsüne kapılmış olmasını
anlıyorum. Otuz yıl savaşla boğuşmuş bir toplumun normal reaksiyonudur bu.
Fakat toplum böyle bir büyüye kapılarak Yeni-Osmanlıcı stratejiye ilişkin en
basit gerçekleri dahi göremiyor diye onlara yalan söyleyecek halim de yok. Bunun
yerine –eğer o sonucu verecekse- tecrit olmayı yeğlerim. Korkulacak bir şey yok,
duvar eğri değilse yıkılmaz. Her devrin adamı olmak dışında hiçbir özellikleri
olmayan bazı okuryazarların barış adı altında ortalığı velveleye vermelerine
aldırmayın. Hakkaniyetli ve tarafların onurunu çiğnemeyen bir çözüme
yaslanmadığı müddetçe silahları susturmak barış anlamına gelmeyecektir. İşimiz
bu gerçeği anlatmak olmalıdır, barış adına maval okumak değil.
2013-05-11
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder