‘Devrimin
bizi ve halk yığınlarını eğiteceğinden kuşku yoktur. Şimdi karşı karşıya olduğu
sorun, bizim, devrime herhangi bir şey öğretip öğretmeyeceğimiz sorunudur’
Lenin
Bu yazının büyük bir kısmı önceden yazılmıştı. Ama
olayları yakından izlemek için Almanya’dan İstanbul’a uçarak Taksim-Gezi
direnişini yakından solumak istedim. Burada hem
analiz yapmaya, hem de izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım.
Uzun bir dönemdir reel politik sürece ilişkin çok sık
yazmıyorum. Zira belirli konularda geniş
inceleme ve araştırma yapmaya giriştim. İnceleme ve araştırma yapmanın bedeli
var: Az yazıyorum. İnceleme ve araştırmalarımla yazı üretimi arasında bir
oransızlık var, farkındayım. Ama Türkiye’deki gelişmeler nedeniyle, artık
kütüphaneden çıkarak, devrimci-demokratik isyan havasını solumak gerekirdi.
Toplumsal isyanların veya ayaklanmaların ne zaman
ortaya çıkacağını ya da nitel sıçramalar göstereceğini önceden gören ve kesin
yargılarda bulunan bir bilim ne yazık ki henüz ortaya çıkmamıştır. Tarihteki en
dahi insanlar bile toplumsal ayaklanmaların geleceğini önceden görememişlerdir.
Mesela, Fransız Aydınlanmacılarından ilkin çok iyimser olan Voltaire(1694-1778), ‘7 Yıl
savaşları’ından (1756-1763) sonra kötümserliğe kapılarak, devrim umutlarını
yitirir. Ne var var ki, ölümünden on yıl sonra büyük ihtilal olan 1789
Fransız Devrimi gerçekleşir. Keza Lenin
1917 Ocak ayında Zürih Halkevi'nde genç İsviçre işçilerinin düzenlediği
toplantıda Almanca bir konuşma yapar: ‘1905 Devrimi Üzerine’ yapılan konuşmada
şunları söyler: ‘Biz eski kuşaktan
olanlar, bu yaklaşan devrimin belirleyici muharebelerini görecek kadar
yaşamayabiliriz. Ama, ben inanıyorum ki, İsviçre'nin ve bütün dünyanın
sosyalist hareketinde böylesine mükemmel biçimde çalışan gençlik, yaklaşan
proleter devriminde yalnızca savaşacak kadar değil, kazanacak kadar da talihli
olacaktır. Bu umudumu güvenle ifade edebilirim.‘
Lenin, devrimi belki görmeyeceklerini, ama ancak genç
nesillerin bunu görebileceğini söyledikten bir ay sonra Rusya’da 1917 Şubat
Devrimi olur. Toplumsal hareketlerde olsun, isyanlarda olsun determinizm
yoktur; olayların ne zaman nerede patlayacağı bilinemez. Çünkü
kollektif akıl, kollektif eylemler ve davranışlar, önceden bilinemeyen
parameterlere sahiptirler. Önemli olan programatik, örgütsel ve pratik
bakımdan, daha önceden hazırlıklı olmaktır. Bunun için de halka güven duygusunu
yitirmemek gerekir.
İNSANA VE HALKA GÜVENMEK
Baskı
ve haksızlığın olduğu her yerde halklar günün birinde mutlaka ayaklanırlar.
Burada geleceğin siyasal mimarları olacak gençliğin dikkatini iki noktaya çekmek isterim.
Birincisi, halka, insana güvenmek çok önemlidir. Halka ve
insana güvenen ve güvenmeyi öneren ilk filozof Rousseau (1712-1778) idi. Alman filozofu Kant (1724-1804), Rousseau sayesinde insana saygı duymayı öğrendiğini yazdı. Burada küçük bir parantez
açalım. Kant, insana önem verdi ama insana önem vermeyen kapitalizmi anlamadı. Bu
nedenle insanın kapitalizme karşı isyanını anlayamadı. Anlayabilir miydi? Bu
sorunun cevabı konumuzun dışında.
Kapitalizmin insanları sürüleştirmeye çalıştığı
dönemde insanlara güvenmeyi öğrenmek sabır gerektirir. Kapitalizm, toplumu
atomize ederek, insanları birbirinden soyutlar. Bir çok insan eskiden ‘bu halktan adam olmaz’ derdi. Bu şekilde
düşünmek için elbette bazı nedenler olabilir. Ama insanın sabrının sınırı
vardır. AKP hükümeti ve özellikle Erdoğan’ın kendi dünya görüşünü topluma
dayatmasındaki ısrarı bu sabrı taşırmıştır. Geleceğin siyasal mimarlarının
dikkat etmesi gereken ikinci nokta ise şudur: Geleceğin
isyan ve ayaklanmalarına programatik, stratejik ve örgütsel açıdan hazırlıklı
olmak gerekmektedir. Ancak hazırlıklı olmak, isyanı ileri ve belirli hedeflere
götürebilir.
DEMOKRATİK İSYAN ve DİRİLİŞ
İstanbul’un merkezi noktalarından biri olan
Taksim-Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesine karşı direnen küçük bir grubun
direnişi, kısa zaman içinde ülke çapında bir direnişe, demokratik içerikli bir
isyana dönüştü. Bu demokratik isyan ve direniş ülkemiz coğrafyasında yaşanan
son 100 yılın en büyük kitlesel demokratik isyanı ve dirilişi olarak
görülmelidir. Kanaatimce onu yalnızca bir direniş hareketi olarak değil aynı
zamanda bir diriliş hareketi olarak da görmek gerekiyor. Bu demokratik
ayağa kalkışın bende yarattığı duyguları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Alman TV. kanallarında durumla ilgili haberleri
dinlediğimde ve fotoğrafları gördüğümde, büyük bir direnişin gelişmekte
olduğunu hissediyordum. İstanbul’da yaşayan bir dostum Mehmet Akkaya’dan gelişmelere dair daha
ayrıntılı haberler alıyordum telefonda. Mehmet, ‘ilginç şeyler yaşanıyor‘
deyince, böyle demokratik bir isyan
ortamını bizzat yaşamak için İstanbul’a uçtum. Bavulumu bıraktıktan sonra
soluğu Taksim’de aldım. Hem coşkuyu hem de küçük bir hayal kırıklığı yaşadığımı
ifade etmek zorundayım. Gezi’de direnenler arasında, müthiş bir direnme azmi ve
karşılıklı dayanışma duygularını hissettim. Yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak
için ‘Devrim Market’leri oluşturulmuştu ve yiyecek-içecekler ücretsiz
dağıtılıyordu. Ayrıca bazı doktorlar, hafif yaralıları tedavi etmek için
revirler kurmuşlardı. İnsana çoşku veren bir ortam yaratılmıştı.
Üstelik direnişin ilk haftasında Taksim meydanı ele
geçirilmişti. Kurulan barikatları gördüm. Barikat kurmak için muazzam bir
dayanışma yaşandığını anlattı bir tanıdığım. İnsanların korkularını barikatlara
gömdüklerini anlıyorsunuz. Taksim
dayanışma komitesi, 9 Haziran günü, Taksim’de bir miting düzenleyerek halkı
mitinge çağırdı. Pazar günü katıldığım o mitinge, 1,5 milyon insanın katıldığı
söylendi. O gün, böyle bir çoşku ve bir direniş azmini gördüğüm için, içime su
serpilmişti, sevincimden göz yaşlarım akıyordu. Her
taraf pankartlarla donatılmıştı. Mahir
Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in ve İbrahim Kaypakkaya’nın çok büyük posterleri Taksim alanını çevreleyen binalarda asılmıştı.
Hayal kırıklığına gelince, var olan potansiyelden iyi
faydalanılmadığını gördüm. Niçin geniş toplantılar yapılmıyor?
Niçin kitlelere hitap edilmiyor? Niçin gelecek adımın ne olması
gerektiği üzerine tartışma yürütülmüyor? Bu soruları kendi kendime sorup
duruyordum. Geçmişteki başka ülkelerdeki devrimci isyan dönemlerinin öğrettiği
bir ders var: Direniş ve isyan anlarında
günler ve hatta saatler olayların akışını değiştirecek kadar önemlidir. . Doğru
taktikler, hayati önem taşır.
İlk günlerin direnişi, yerini festival havasına bırakmış
gibiydi. Çadır kuran
bir kaç direnişçiyle konuşma fırsatı buldum. Önümüzdeki günlerdeki planınız
nedir? Muhtemel gelişmeler karşısında nasıl davranmayı düşünüyorsuz? Bu
sorulara aldığım cevaplar, olayların kendiliğindenci bir sürece bırakılmış
olduğu izlenimini bırakmıştı bende.
(Son dönemlerde
sevindirici gelişmeler var. Daha önceden beklediğim şey gerçekleşiyor:
Parklarda geniş katılımlı forumların düzenlediğini duyuyorum. Böylesi bir
gelişme, halk demokrasinin nüvelerini oluşturabilir. Taksim Dayanışması, ‘büyük
ve merkezi forum‘ düzenleme çağrısı yapıyor. İşte Türkiye’ye özgü halk
Sovyeti örgütlenmesi. Böylesi forumlar
vb, kitlelerin
siyasal
örgütlenme ve siyasal mücadele araçları olabilirler.)
Büyük bir kitle toplanmıştı, ama örgütleyenlerin gücü
ve boyu küçüktü. Sol örgütler, kendiliğinden başlayan harekete uzak duruyorlarmış gibi bir izlenim edindim.
Katılanlar sol örgütler, grup zihniyetini aşamamıştı, herkes kendi flamasını
göstermeye özen gösterir gibiydi. Ortak
hareket edemedikleri göze çarpıyordu. Ama bu direnişin bundan sonra onları
silkeliyeceğini ve ortak hareket etmeye zorlyacağını tahmin etmek zor olmasa
gerek. Erdoğan’ın
tahrik edici ve meydan okuyucu konuşmaları, direnme duygusunu güçlendirdi.
Türkiye’nin her yanında büyük kitlesel direnişler yaşandı.
Görünüşte ağaçların korunmasına yönelik çevreci bir hareketin,
böylesi geniş çapta demokratik isyana dönüşmesi üzerine düşündükçe şu sonuca
varıyorum: Bu hareket, özünde (direnen kitleler bilincine
henüz varmamış olsa da) talancı kapitalizme karşı bir direniştir. Bu
ölçüde, sosyalist bir devrimin nüvesini taşımaktadır. Gerçi bu direnişte henüz eşitlik düşüncesi egemen değil, ama özgürlük istemlerinin
gündeme gelmesi, eşitlik istemlerine zemin hazırlar.
Doğayı ve insanı tüketen kapitalizm, insanın fiziği ve
özellikle psikolojisi üzerinde giderek
daha fazla yük olmaya başlamıştır. AKP’nin uyguladığı neoliberal politikalar,
emekçilerde, belirli bir güvensizlik, gelecek korkusu, önemli ruhsal sorunlar
yaratmıştır. İnsanı kendine ve topluma
giderek yabancılaştıran neoliberal
talancı kapitalizm ve AKP iktidarı, Taksim-Gezi direnişine toslamıştır.
Evet, işçi sınıfı kendi programıyla direnişe katılmıyor, ama katılanların büyük
çoğunluğu modern işçi sınıfının bir parçasını oluşturuyor. Liberal basında,
orta-sınıf hareketi olduğu konusundaki iddialar üzerinde düşündükçe, böylesi
iddiaların görüntüye saplanıp, özü gözden kaçırdıklarını düşünüyorum.
İSYANIN ANALİZİ KONUSUNDA YÖNTEM
Küçük bir grupla, sınırlı bir hedefle başlayan bu
hareketin analizi önemlidir. Önümüzdeki süreçte bu analizin çok kapsamlı
yapılacığını düşünüyorum. Analiz yapılırken izlenmesi gereken yöntem sorununa
kısaca değinmek istiyorum. Türkiye’de
neler oluyor? Yaşanan olayların gerçek nedeni nedir? Toplumsal hareket nereye
kadar gidebilir?
Her şeyden önce
siyasal durumun doğru değerlendirilmesi gerekir. Demokratik isyan olarak değerlendirilebilecek bu hareketin
arkasında yatan sınıfsal, ekonomik, politik, sosyolojik, toplumsal, psikolojik
vb. nedenleri açığa çıkarmak gerekir. Burada Alman filozofu Hegel’in bir
özgünlüğüne değinmeden geçemeyeceğim. Hegel’in belirgin özgünlüğü, olayları bütünlüklü bir bakış
açısından ele almasıdır. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü konusundaki yaklaşımı
bir örnektir. Örneğin Montesquieu, Roma’nın çöküşünü yalnızca siyasal nedenlere
bağlıyordu. Montesquieu’ya göre Roma
İmparatorluğu’nun çöküşünün nedeni, İmparatorun sınırsız ve otoriter bir
iktidara sahip olmasıydı. Tarihçi Gibson’a göre Roma’nın çöküşünün nedeni, Roma toplumunun içinden çürümesiydi. Hıristiyanlığın
gelişmesi de çöküşte önemli rol oynamıştır. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü
konusunda, 18. yüzyılda en yaygın görüş Gibson’un görüşüydü. Bugün, Gibson’un
teorisinin eskimiş olduğunu ileri sürenler var. Bu yeni görüşlerden birine göre
Roma’nın çöküşünün nedeni, kültürün yozlaşmasıdır. Burada Hegel’in bakış açısı
önem kazanmaktadır. Çünkü Hegel, sorunlara tek-yanlı yaklaşmaz. Sorunları
ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel, etik-ahlak ve felsefe açısından olmak
üzere çeşitli perspektiflerden ele alır.
Yöntem açısından, teori ve pratik arasındaki ilişki konusunda açık
görüşlere sahip olmak gerekir. Teori ve pratik arasında uyumsuzluk olduğunda
ilk düşünülen şey şudur genellikle: Teori gözden geçirilmeli ve revize
edilmelidir. Böylesi yaklaşım, empirist,
pozitivist, yani her türlü pratiği teori düzeyine yükselten, teoriyi küçümseyen
bir yaklaşımdır. Bu bakış açısında pratik, verili gerçek olarak, hep yanılmaz
ve doğru olarak kabul edilir. Ama verili olan gerçeğin veya pratiğin, belirli
bir teorinin sonucu olduğu gözlerden kaçırılır. Oysa çoğu durumda, pratiği
doğru teoriyle, doğru bakış açısıyla gözlemlemek gerekir. Her insan, kendi
bakış açısına ve teorisine göre pratiği yorumlar. Hegel’e şöyle bir eleştiri
yöneltilir: ‘Sizin teoriniz olgulara
uymuyor’. Hegel, ‘olgular kötü, yazık olsun olgulara’
diyebiliyor..
Taksim-Gezi direnişini, sınıfsal boyutu da dikkate alacak
bir biçimde tüm boyutlarıyla ele almak gerekir. Ama bu yazıda bütün boyutlarıyla
sorunu ele alma iddiasında değilim, bu nedenle esas olarak siyasal, toplumsal
ve kısmen felsefi açıdan ele almakla yetineceğim.
GEZİ PARKI DİRENİŞİNİN GERÇEK
NEDENİ NEDiR?
İstanbul
Bilgi Üniversitesi’nin, 20 saatte 3 bin eylemciyle yaptığı ankete göre Gezi Parkı direnişçilerinin eyleme
başlamalarının en önemli nedeni “Başbakanın otoriter tavrı” imiş. Bu anketin
sonuçları şöyle ifade ediliyor: ‘Direnişçilerin
yüzde 70′i Başbakan’ın iddia ettiği gibi kendisini herhangi bir siyasi partiye
yakın hissetmiyor. Yapılan anketten çıkan bir diğer sonuç da Gezi Parkı
eylemlerine neden olan asıl konu Başbakan Erdoğan’ın otoriter tavrı…
Direnişçiler kendilerini daha çok “Özgürlükçü” olarak tanımlıyor. Anketten
çıkan sonuçlardan bir diğeri de direnişçilerin protestoların sonunda beklediği
en önemli şey “Özgürlüklere saygı”.
Ankette
direnişçilerin yaşı konusunda ise şu bilgilere yer veriliyor: Direnişçilerin yüzde 39.6′sı 19-25; yüzde 24′ü 26-30 yaşları arasında ve
yüzde 75.8′i eylemlere sokağa çıkarak katıldı. Yüzde 53.7′si daha önce hiç bir
kitlesel eyleme katılmayan direnişçilerin yüzde 70′i kendini hiç bir siyasi
partiye yakın hissetmiyor. Yüzde 14.7′si bu konuda kararsızken yalnızca yüzde
15.3′ü ise kendini bir siyasi partiye yakın buluyor.
Anket, protestolara destek verenlerin çoğunluğunun görüşlerini aktarıyor: Başbakan’ın
otoriter tavrının etkili olduğuna kesinlikle katılanlar yüzde 92.4′le birinci
sırada.
Anketlerden, istatistiklerden her zaman doğru sonuçların çıkartılmadığını biliyoruz. Eğer doğru bir
bakış açısına, doğru bir teoriye ve doğru kavramlara sahip değilseniz,
istatistikler ve anketler yanıltıcı olabilir. Anketleri yapan bakış açısı da
önemlidir. Örneğin başka bir anket,
direnişi başlatanların % 50’sinin bir işte
çalıştıklarını ortaya koymaktadır. Buradan daha önceki anketten farklı bir sonuç,
yani emekçilerin direniş içinde olduğu
sonucu çıkarmak mümkündür. Elbette, çeşitli örgütler, gruplar, kişiler
olayların nedenini kendi bakış açılarına göre farklı biçimde yorumlamaya çalışacaklardır.
AKP: POLİTİK DESPOTLUK VE EKONOMİK EŞİTSİZLİĞİN BİLEŞİMİ
Erdoğan’ın otoriter tutumu, elbette önemli rol
oynamıştır. Ama Taksim-Gezi direnişini, yalnızca otoriter siyasete bağlamak
tek-boyutlu bir açıklamadır. Akademik dünyanın, siyasal bilimcilerinin büyük
çoğunluğu, at gözlükleriye dünyayı
gözlemliyorlar. Sadece görüntüye vurgu yapıyor, görüntünün arkasındaki özü
göremiyor veya görmek istemiyor. Şu basit soruyu soramıyorlar: Başbakan’ın
otoriter tavrının arkasında yatan gerçeklik nedir? Otoriter rejimler, yalnızca kişilerin otoriter
tavırlarıyla izah edilemez. Finans kapitalin, otoriter rejimlere eğilim
göstermesi gerçeği de dikkate alınmalıdır. Bu nedenle, yaşanan direniş, genel
olarak finans sermayenin, demokrasiyi dışlayarak siyasal gericiliğe eğilim
göstermesinden ayrı ele alınamaz. Rant için, doğayı ve insanı sömüren
kapitalizm, özü gereği otoriterliğe eğilim gösterir. AKP, tüm kamusal
varlıkları, tekellere, yandaşlarına peşkeş çekmektedir. Rant peşinde koşanlara,
kentin yeşil alanları feda edilmektedir. Dolayısıyla Erdoğan’ın otoriter rejime
eğilim göstermesinin arkasındaki finans sermaye görmezlikten gelinemez.
Dolayısıyla dolaylı olarak bir sınıf mücadelesi gündemdedir. Çünkü direniş, rant peşinde koşan çekirge
sürüsüne, finans sermayeye ve onun siyasal iktidarı olan AKP’ye karşı duruştur.
Nasıl ki, bilimin ve bilimsel düşüncenin, üretici güçlerin ve
teknolojinin gelişmesinin motoru olduğunu ileri sürmek yanlışsa, olayların
gerçek nedenini yalnızca
siyasal otorite ile izah etmek de o kadar yanlıştır. Bilim, üretici güçleri
geliştirmez, tersine üretici güçler, bilimi geliştirir. Engels, modern
sanayinin bilimin gelişmesinin temeli olduğunu vurgulamıştı. AKP ve Erdoğan’ın
otoriter eğiliminin arkasında, hem uluslararası finans kapital, hem de AKP’nin
muhafazakar ideolojisi yatmaktadır.
Son 10 yılda iki gelişme daha belirgin oldu: AKP, büyük tekellere kar
olanakları sağladı; Türkiye, alt-emperyalist olarak sermaye ihraç eder hale
geldi. AKP’nin politikaları, işçi sınıfını ve diğer emekçi kesimlerini ezdi.
Ama izlediği otoriter politikalarla tüm ezilenleri ve hükümet karşıtlarını
biraraya getirdi: AKP, hem kar hırsından başka bir şey bilmeyen kapitalizmin
ezdiği işçileri hem kapitalizmin doğayı tahrip etmesine karşı olan çevrecileri,
yeşilleri hem T.C’nin otoriter düzeni
altında ezilenleri (Kürtleri, Alevileri, özgürlük isteyen gençliği), hem de
stadyumlarda polis copuna maruz kalan futbol severleri bir araya getirdi.
Kısacası AKP, hem kapitalizmin azgınca sömürdüğü emekçi sınıfları hem de
otoriter bir düzen nedeniyle toplumun geniş kesimlerini (Kürtleri, Alevileri, kadınları, çevrecileri,
gençleri) ezen bir politika izledi.
Şöyle bir yorum yapmak mümkün: Finans kapitalin
ekonomik haksızlık ve eşitsizlik üreten
eğimiyle, AKP’nin siyasi ve ideolojik gericiliği çakışmıştır. Bir başka
deyişle AKP, politik despotizmi ve ekonomik eşitsizliği birleştiren bir partidir. Bunun karşıtını Gezi-park direnişçilerinde
görmek mümkün. Gezi parkı direnişi, hem AKP’nin politik despotizmine karşı
olanları, hem de bu sistemin ekonomik eşitsizliğinden acı çekenleri bir araya
getirmiştir.
AKP, polis terörüyle direnişçilerin üstüne gidince, sistemden sorunu
olan toplumun hemen hemen bütün kesimleri ayaklandı. Direnişi duyan Taksim’e
geldi. Gezi-direnişi bu sistemden sorunu olan herkesi topladı. Derdi olan
herkes solcusu, işçisi, işsizi, anti-kapitalist müslümanı, feministi,
eşcinseli, doktoru, avukatı, mühendisi Taksim’e yürüdü. Yapılması düşünülen 3.
Boğaz Köprüsü’ne, Yavuz Sultan Selim adının verilmesine karşı olan Aleviler direnişe destek verdiler. Direniş kısa süre
içinde bütün Türkiye’ye yayıldı. Bir isyan
havasına büründü.
Taksim-Gezi direnişi, toplumda birikmiş gazı ateşleyen bir kıvılcım
oldu. Polis devleti ve otoriter devlete karşı birikmiş tepki, kendi ifadesini
ilkin gençlerin ağaçları savunmasında buldu. Bu birikmiş kin, barikatlar
kurdu, polisi püskürttü. Kitleler 2
hafta boyunca polisin olmadığı özgürlük alanları yarattılar. Böylesi siyasal
hareketlerin en belirgin özelliklerinden biri de, direnenler arasında destek,
dayanışma ve paylaşma duygularını geliştirmesidir. Bu hareket, hiçbir örgütün
etkisi olmadan kendiliğinden patlayan bir hareket olmuştur. Gezi-direnişi ve
daha sonrası gelişen direniş, kendiliğinden bir süreç olarak başlamıştır.
Elbette, örgütler şu veya bu şekilde hareketler içinde yer almıştır.
Lenin, kendiliğinden hareket ve ayaklanma konusunda
Kautsky’nin şu sözlerini aktarır: "… Yaklaşan devrim… hükümete karşı kendiliğinden bir ayaklanmaya daha
az ve uzayan bir iç savaşa daha
çok benzeyecektir." Ve Lenin şunu ekler: ‘1905 devriminde böyle oldu ve gelmekte olan Avrupa devriminde şüphesiz
böyle olacaktır!‘ Ama her ne
kadar, kitle ayaklanmaları kendiliğinden bir şekilde başlasalar da, devrimci
bir önderliği yoksa başarılı olamazlar.
Kendiliğinden hareket çok önemlidir, ama aşırı abartıp kuyrukçuluğa düşmemek
gerekir.
Gezi direnişi, sistemle sorunu olanları ve ezilenleri bir araya
getirdi. Erdoğan, otoriter tarzıyla, bu direnişin büyümesine katkı sağladığını
görmeyecek kadar, gerçeklikten kopmuş bir Başbakan, ya da toplumu bilinçli
olarak germeye çalışarak emperyalist müdahaleye olanak sağlayan bir provokatördür; bu da değilse akılsız bir Başbakan olmalıdır.
Hegel, eserlerinin birinde şu anlama gelen sözler
yazmıştı: Genellikle çürümüş veya birikmiş sorunları olan toplumda sorunları
çözecek ‘büyük adamlar’ yoksa böylesi toplumlarda, iktidarın tepesine eğitimsiz
, çapsız ve kendini bir şey sanan ‘küçük insanlar’ gelir. Bu,
siyasal tarihin özgün bir yasası olsa gerek. Siyasal tarihten iki örnek
vermek gerekirse, biri Fransız Devrimi öncesinde iktidarda bulunan Kral Lui,
(XVI. Louis), öteki soğuk savaş döneminin devşirmesi olan çapsız Gorbaçov.
Erdoğan, ne oldum delisi küçük adam, Türkiye’nin siyasal tarihinin bu
döneminde, bu yasayı doğrulayan bir aday
gibi görünüyor. Hiç bir alt-yapısı, eğitimi olmayan çapsız biri olarak Başbakan
olmuştur.
T.C’nin merkeziyetçi otoriter geleneğini, İslam yağıyla
parlatmaya çalışan Erdoğan; toplumu, kendi kafasındaki gerici hayallere göre
otoriter bir şekilde düzenleyeceğini sandı. Siz bakmayın, Erdoğan’ın Avrupa’ya ABD’ye meydan
okuyan şovlarına. 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra tüm emperyalist ülkelerin,
özellikle ABD emperyalizminin izlediği bir politika var: ABD yönetimi, Türkiye
gibi ülkelerde iktidarda olanların ABD karşıtı sözlerini anlayışla karşılıyor.
ABD’ye ‘bağımlı iktidarların kitleleri kendi kontrol altında tutmasına yardım
ettiği’ gerekçesiyle böylesi ABD karşıtı sözleri ciddiye almıyorlar, hatta
böylesi şovları sahneye koyarak destekleyebiliyorlar. Çünkü böylesi şovlar,
ABD’ye vb. bağımlı bir Başbakanın kitleleri kontrolü altında tutmaya yarıyor.
Ancak burnunun ucunu göremeyen gazeteciler, görüntüye saplanıp kalanlar bu
şovlara inanırlar.
AKP nasıl bir partidir? AKP’nin
siyasal felsefesi nedir? Demokratik İsyan hareketine girişenler ve bu isyana
destek olan milyonlarca insan, AKP’nin nasıl bir siyasal yapı olduğunu kendi
deneylerinden öğrendiler ve öğrenmeye devam ediyorlar. Ama ampirist yaklaşım,
gerçekliğin bütünlüğünü yakalamaktan uzaktır. Pratiği teori düzeyine
yükseltmekten kaçınmak gerekir. Pratik ve deney önemlidir; ama yetersizdir, bu nedenle teorik analizler de
gereklidir.
AKP’nin, dünya
görüşünü açıklamakta yarar var. İlkin şunu saptamak gerekiyor. AKP’nin “gerçek din”le ilişkisi yoktur. AKP,
dogmatikleşmiş, insana yabancılaşmış, egemenlerin çıkarlarına uygun hale getirilmiş
ılımlı İslam’ı savunan, sermayenin hizmetkarı olan, sonradan görme bir
partidir. AKP’yi küresel-kapitalizme, tekellere, sermayeye biat etmiş
tarikatların (Nakşibendi ve Nurcu zenginlerin)
partisi olarak değerlendirmek daha doğrudur.
Devam edelim. AKP, paradoks
üzerine kurulmuş bir partidir. O paradoks ise şöyle: AKP, ekonomik alanda liberalizmi
savunurken, siyasal ve felsefi açıdan her türlü liberalizme düşmandır. AKP’nin
siyasal anlayışı, akılcılığa, demokrasiye, laikliğe karşıdır. AKP, dünya görüşü
itibariyle, özgürlüklere, demokrasiye ve sosyalizme düşman olan bir partidir.
Çünkü dünya görüşü, itaat ve biat etmeye dayanmaktadır. Böylesi bir anlayış
zorunlu olarak politik despotizme götürür. AKP, hiyerarşik bir dünya anlayışını
savunmaktadır. Sultanlar emir verir, kullar itaat eder. AKP’nin siyasal
anlayışı, modern çağın değil, Ortaçağ’ın düşüncesidir. İnsan ve özgürlük
düşmanı olan AKP’nin dogmatik ve kapalı bir dünya anlayışı, toplumda nefretten
başka bir sonuç getirmemektedir. AKP’ye göre yönetenler ve zenginler üstündür,
çünkü Allah onları üstün yaratmıştır. Yönetilenlere ve yoksullara ise, kulluk
etmekten başka bir şey yoktur. Yoksulların, kaderlerine boğun eğmekten başka
çareleri yoktur. AKP, ‘ayakların baş olmasını’ istemediği için tüm özgürlüklere,
işçilerin, halkın bağımsız örgütlenmelerine düşmanca davranır. Ama ‘halkçı’
görünmek için de elinden geleni yapar.
İnsanı karınca gibi gören bu
anlayış, kendine güvenmeye başlayan insanların ve toplumun direnişiyle
karşılaşıyor. Cumhuriyet yerine
‘vekiller teokrasisini’ getirmeye çalışan AKP, 21. yüzyılda Ortaçağ düzenini
getirebileceğini hayal ediyor. Dünya görüşü itibariyle AKP, sınıf mücadelesine
karşıdır. Demokrasiye ve özgürlüklere kapalı olan AKP’nin siyasal ‘felsefesi’,
yurttaş haklarıyla taban tabana zıttır. En küçük protesto hareketine ve
muhalefete düşmanca karşı çıkmasının nedeni budur. İtaate boyun eğmeyen, her
görüşü bastırmaya, her protestoyu ezmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla sermayeye biat etmiş AKP gibi bir
partinin siyasal ‘felsefesi’ de otoriter bir anlayış üzerine kurulmuştur. Bu
anlayış zenginlerin cömertliğine, yoksulların minnettarlığına dayanan bir
anlayıştır. Minnettar olmayanlara karşı, biber gazını kullanan bir polis
devleti oluşturmuş olması kendi bakış açısının bir sonucudur. Gezi, AKP’nin ve
Erdoğan’ın maskesini düşürmüştür.
TÜRK-İSLAM
SENTEZİNDE KIRILMA
Kürt
hareketi, Türk-İslam sentezinde Türkçülüğe vurgu yapan bir ideoloji olarak
Kemalizm’i gözden düşürünce, AKP ve öncülleri Türk-İslam sentezine İslami aşı
yapmaya çalışarak Türkiye’de kapitalist sistemi korumaya ve stabilize etmeye
çalıştı. Ancak aşı yapma geri tepmeye başladı. Özgürlük tutkusu, topluma
sürekli İslam’ı aşı yapmak isteyen AKP’ye “dur” diyor artık.
Taksim-Gezi
direnişi, Türk-İslam sentezinde büyük kırılmanın
önemli bir belirtisidir. AKP hükümeti, 19. yüzyılın düşüncesini, 21. yüzyılda
sürdüreceğini sanıyor. Küresel-sermayeye entegre olan bir Türkiye yaratırken,
köhnemiş Türk-İslam senteziyle toplumu yöneteceğine inanıyor. Elbette
kapitalizm, her türlü politik sistemle (faşizm, otoriter rejim, askeri
diktatörlük vb.) uzlaşabilir. Ne var ki AKP, ekonomik alanda izlediği liberal
politikalarla, istemeden de olsa bireyselliği, bireyciliği güçlendirerek,
kendine güvenen genç bir nesil yetiştirirken, bu gençliği, dogmatik dini geleneklerle kontrol altına
alacağını sanıyor. İlerde tarihçiler, bu nafile çabayı daha doğru
değerlendireceklerdir elbette.
Kemalist
ideolojinin dayatmalarına karşı olan İslamcılar, şimdi kendi yaşam biçimlerini
topluma dayatmaya çalışıyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü kamusal
yaşama müdahale eden dogmatik din anlayışı, politik despotluk biçimine bürünmek
zorundadır. AKP, İçkiyi yasaklayarak, kaç çocuk yapılması gerektiğini dikte
ederek, eşlerin ‘cinsel uzuvlarını’, (bir dostumun deyişiyle ‘zorro’sunu bile)
yönetmek istemiyle, kendi yaşama anlayışlarını, topluma dayatmaya çalışıyor.
Alman filozofu Kant,
resmi evlilik konusunda şöyle diyordu: Resmi evlilik, karşı cinslerin cinsel
organlarını karşılıklı olarak kullanma hakkını ele geçirmek demektir.
Din konusunu en geniş bir şekilde
ele almış olan Alman filozofu Hegel şöyle diyor: İsa’nın ölümünden sonra
Hıristiyanlık dini, bozulmuş ve dogmatik hale gelerek, insana yabancılaşmıştır.
Bozularak dogmatik hale gelen din, insanı boyun eğmeye ve kilisenin
otoriterliğine götürmüştür. Kilisenin egemen olması, bozulmuş dinin örgütlenişidir. Hegel’e göre,
yozlaşmış din anlayışı, kiliseyi doğurmuştur. Kilise ise, emir ve itaat etmeyi
temel ilke haline getirerek, akılcılığa, insan özgürlüğüne karşı olmuştur.
Hegel’e bakılırsa, Hıristiyanlığın geçirdiği reformasyon, Kilisenin
bozulmasından kaynaklanmıştır. Bugün şöyle bir analoji yapmak mümkündür.
Hegel’in Hıristiyanlık için söyledikleri, İslam dini için de söylenebilir.
İlkin saf olarak doğan İslam dini, süreç içerisinde bozulmuş ve yozlaşarak
egemenlerin hizmetine girmiştir. İslam’ın politikleştirilmesinde ve politik
İslam’ın güçlendirilmesinde Kemalizmin yanlışlarının büyük bir payı vardır.
Bugün politik İslamcıların büyük bir çoğunluğu, İslam dininin dogmatik hale
gelen, yozlaşmış bir biçimini savunmaktadırlar. Politik İslam’ın
dogmatikleşmesi ifadesini bugünkü AKP’de
bulmuştur. Kilisenin bozulması, nasıl ki, Hıristiyanlığın reforme edilmesine,
reformasyon süreci de Aydınlanmaya götürmüşse, buna benzer biçimde de AKP’nin
dogmatik ve otoriter tutum alması da, en azından Türkiye’de İslam dininin
reforme edilmesine götüren zemini hazırlıyor. AKP,
bizzat kendi yarattığı ekonomik-sosyal durumunun, kendi ideolojik-siyasal
anlayışını aşındırdığını göremiyor. Demek ki, ilginç bir durumla
karşı karşıyayız: İslam dininin reformdan geçirilmesine, İslam dinine reform
yolunu açan, bizzat AKP’nin kendisidir. Bu da dinin kendi diyalektiği oluyor.
Modern siyasal mücadelenin felsefesi nasıl olmalı? İlkin
AKP’nin siyasal felsefesi olan Türk-İslam senteziyle hesaplaşmak gerekir. Çünkü
bu sentez, hem bölücü hem de anti-demokratiktir. Çünkü Türk’e vurgu, Türk
olmayanları dışlarken, İslam’a vurgu, Sünni olmayanları dışlamaktadır.
Özgürlükleri savunan bir dünya görüşü, Türk-İslam sentezi üzerine kurulamaz.
Demek ki, AKP’nin siyasal anlayışının demokratik ve özgürlük düşmanı olduğunu
bilince çıkararak yeni bir siyasal felsefenin geliştirilmesi zorunludur.
Bu yeni siyasal felsefe, hem ulusun hem bugünkü
demokrasinin bizzat kendisinin anti-demokrat olduğunu ortaya sergilemelidir.
Mevcut ulus ve demokrasi anti-demokratiktir. Çünkü ikisi de çoğunluğun
diktasına yol açmaktadır. Ayrıca mevcut ulus-devlet ve demokrasi anlayışı,
statükocu bir anlayışı temsil etmektedir. Bu nedenle, yaygın anlayışlar ve
kavramlar, esas olarak mevcut statükonun ürünüdür. Neden mi? Çünkü mevcut
durumu tahakküm altında tutanlar, ekonomik yapıyı ve toplumsal bilinci kendi
sınıf çıkarlarına göre biçimlendirirler. Statükocu siyasal anlayışlardan kopmak
gerekir. Statükocu anlayışlardan kopmak için ise yeni siyasal felsefeleri ve
siyasal eylemlilikleri gerektirir. Dolayısıyla ulus ve demokrasi kavramlarını,
ilkin daha özgürlükçü ve enternasyonal bir anlayışla yeni içeriklerle donatmak gerekir. Yani demokratik bir ulus anlayışına, yeni
bir demokrasi tanımına, yeni bir eşitlik ve yeni bir emek anlayışına bugün
ihtiyaç var. Ama yalnızca teori yetmez, aynı zamanda egemenlerin çıkarına
göre biçimlenmiş ulus-devlet ve demokrasi anlayışında yarık açmak için pratik
olaylar da gereklidir. Türkiye ölçeğinde Taksim-Gezi direnişini, mevcut Türk-İslam sentezinde gedik açan bir
hareket olarak yorumlamak gerekir. Taksim-Gezi direnişi, değişmesi gerekenin ne olduğunu
ve nasıl değişmesi gerektiğini de ortaya koyan çok önemli bir pratik
süreç olmuştur.
Anti-demokratik olan ulus-devlet ve bugünkü demokrasi
anlayışının dışında, bizi özgürlükler dünyasına, sınıfsız ve sömürüsüz dünyaya,
komünizme götürecek yeni politik stratejiler, siyasal felsefeler geliştirmek
zorundayız. Elbette, elimizde Marksist teori gibi siyasal yenilgiler yaşamış,
ama teorik geçerliliğini koruyan bir düşünce sistemi var. Ne yazık ki bugün,
işçi sınıfının kafasıyla (Marksist teori), gövdesi (işçiler) arasında bir kopukluk
olduğu anlaşılıyor. Hem Marksist teori maddi gücünden (sınıftan) hem işçi
sınıfı ideolojik güneşinden (Marksist teoriden) kopmuş durumda. Demek ki bugün
Marksist teori, çok önemli politik bir sorunla karşı karşıya. Marksizm sadece
kendi maddi gücünden kopmuş değil, aynı zamanda Marksist teorinin önemli
bileşenleri (tarih, toplum, politika ve felsefe ) arasında da bir kopukluk var.
Bu kopukluk nasıl giderilebilir? Burada teori-pratik arasındaki kopuş, esas
olarak politik mücadelenin sorunudur. Ama teorinin bileşenleri arasındaki kopuş
ise hem politik mücadelenin, hem de Marksist teoriye entelektüel müdahalelerin
sorunudur. Lenin’in Parti teorisi, Marksist teoriye entelektüel bir müdahale
olarak görülebilir. Lenin, 20. yüzyılın başındaki koşullarda siyasal özneyi
açığa çıkararak ve siyasal özneleri birleştiren bir teori ileri sürmüştü. 21.
yüzyılda yeni bir ‘Ne Yapmalı’ya
ihtiyacımız var. 21. yüzyıl, çok geniş bir ilgi alanına sahip olmayı
gerektiriyor. Fransız filozofu olan ve komünizme yakınlık duyan Alain Badiou’e bakılırsa,
21. yüzyılda modern felsefe dört unsuru (Sanat, Politika, Bilim ve Aşk)
içermelidir. Badiou’ye göre, ‘Felsefe hiç uyumayan bir gece
bekçisi gibi yola ışık tutar, karanlığı aydınlatır’.
Bilim-teknik, sanat, politika, ekoloji ve cinsiyet
sorunu, 21. yüzyılda kolektif özneleri karmaşık bir hale getirmektedir. Her
türlü baskı ve zulme karşı olan Marksizm, tüm ezilenlerin taleplerini kendi bayrağına
yazarak, özgürlükçü olduğunu gösterebilir. Dolayısıyla yeni gerçekliklere yeni
taleplere kulak vermek zorundayız. Kapitalizmin karmaşıklığının ve yarattığı
sonuçların yeni toplumsal özneleri ortaya çıkardığını görmek gerekir.
Sosyalistler, çevre hareketini, feminist hareketi, eşcinsellik vb. gibi
hareketleri, ‘bu hareketler işçi sınıf
hareketi değildir’ diye görmezlikten gelme ve küçümseme lüksüne sahip
değildirler. “Sosyalistler her
zaman ezilenlerin yanındadır” diyen Lenin’in ne kadar haklı olduğu bir daha
doğrulanmaktadır. Üstelik günümüzde, kafa emeğinin kol emeğine nazaran artan
bir eğilim gösterdiğini de dikkate almak gerekir.
Politik mücadele, kolektif eylemler bütünüdür. Ama
kolektif eylemlere katılanlar, geniş bir yelpazeyi oluşturuyor. Kolektif
eylemlerin başarısı iki şeyi gerektirir. Biri kolektif eylemleri yönetme ve
ilerletme yeteneğinde olan siyasal bir önderlik; ötekisi, kolektif eylemcilerin
bütününü bir araya getirebilecek simgeler. Bu simgeler de, hem teorik hem
sembolik olmalı: Teorik bir simge olarak yeni bir fikir dünyası olarak
‘Demokratik ulus’. Pratik simgeler üzerine de düşünmek gerekir. Böylesi bir
pratik simge, Demir Küçükaydın’ın önerdiği gibi, “beyaz bayrak” olabilir. Bu
“beyaz bayrak” üzerinde, evrenselliğin bir ifadesi olarak yer kürenin fotoğrafı
yer alabilir. Teorik ve pratik her iki simge, devrimci teori ile maddi güç olan
sınıf arasında kopukluğu gidermek için politik bir köprü fonksiyonu üstlenebilir.
Burjuvazinin ‘akılcılığının’ akıldışı olduğu, özgürlük
anlayışının içi boş olduğunu açığa çıkaran siyasal felsefeye ihtiyaç vardır.
Siyasal alanda üstünlük kazanma mücadelesi, kültürel alanda da üstünlük kazanma
mücadelesiyle desteklenmeden, siyasal kazanımlar geçici olacaktır.
Kapitalizmin, sırf rant elde etmek için insanı ve doğayı sömüren konumunun
aşılması gerektiğini bayrağına yazan Marksist siyasal anlayışın geliştirilmesi
şarttır.
ÇIKARILMASI GEREKEN DERSLER
Evrimci dönemde on yıllarca bir dönem içinde verilebilen
siyasal bilinç, toplumsal ayaklanma dönemlerinde bir haftada bazen bir kaç gün
içinde muazzam bir sıçrama gösterir. Yaşanan demokratik isyan hareketinden,
herkes kendi bakış açısına göre birtakım sonuçlar çıkacaktır. Bu konu üzerinde, internette yüzlerce yazı
bulmak mümkün. Önemli gördüğüm 5 olumlu gelişmeye dikkat çekeceğim.
1.
Yaşanan olay bir devrimdir. Korku
yenilmiştir. Bu direniş, halkın özgücüne güvenmesini sağlamıştır. Taksim-Gezi
direnişiyle başlayan, gelişen ve tüm Türkiye’ye yayılan demokratik isyan
hareketi, ezilenlerin psikolojisini olumlu yönde değiştirmiştir.
2.
AKP iktidarı sarsıntı geçirmiştir. Çatlaklıklar yaşamıştır.
3.
Devrimci Diriliş ve direniş, burjuva-medyanın gerçek yüzünü açığa
çıkarmıştır. Olayları ekranlara yansıtmayan medyanın bizzat kendisi insanların
direniş azmini bilemiştir.
4.
Tüm dünya ve Türkiye’de toplumun geniş kesimleri ve tüm dünya, AKP
iktidarının bir polis devleti, despotik iktidar olduğunu daha net bir şekilde
görmüştür. Polisler hakkında ‘onlar da bu
vatanın evlatları, onlar da bizim çocuklarımız’ şeklindeki düşünce yerle bir edilmiştir.
5.
İslam vurgulu Türk-İslam sentezi, çok önemli kırılma yaşamıştır. Yeni
paradigmaların oluşması ve yaygınlaşması için uygun zemin yaratılmıştır.
Bu demokratik isyan hareketi bir çok açıdan
değerlendirilebilir ve bazı sonuçlar çıkarılabilir.
1.
İki Türkiye ortaya çıkmıştır: Ortaçağın itaat kültürüne dayanan AKP’nin Türkiyesi ile Demokratik Dirilişin ve , Demokratik İsyancıların Türkiyesi.
4 direnişçi yaşamını kaybetmiştir. Kan dökülmüştür. Kan döküldüğü yerde iki
Türkiye giderek ayrışacaktır. AKP’nin ikiye bölünmüş Türkiye’yi yönetmesi giderek zorlaşacaktır.
2.
Taksim-Gezi direnişi, Sol Örgütler’in hata ve zaafları yanında yetersizliklerini
de göstermiştir. Grup zihniyetini aşamadıkları için, ortak hareket etme
yeteneğinin geliştirilemediğini düşündürmektedir. Taktik esneklik ve ustalık
gösterilememiştir
3.
BDP eş başkanı Demirtaş, ilk açıklamalarıyla hayal kırıklığı yaratmıştır.
Demirtaş, aşırı ihtiyatlı davranarak,
taraftarlarının direnişe katılmasına sıcak bakmadığını ifade etmiştir.
Ne var ki, Murat Karayılan’ın açıklamasından ve Öcalan’ın direnişin özgürlük
talebini içerdiğini belirterek bu direnişi selamlamasından sonra, Demirtaş, bu
yanlış tutumunu değiştirmiştir. BDP, direnişçilerin yanında görünmüş, ama düşük
katılımla destek olmaya başlamıştır.
4.
Türkiye’nin en önemli sorunu demokratikleşme sorunudur. Demokratikleşmeyi
isteyen Gezi direnişçiler önümüzdeki
süreçte bir çelişkinin farkına varacaklardır ve bu çelişkinin üstesinden gelmek
zorundadırlar. Çelişki şudur: Türkler için demokrasi istemek, Kürtler
üzerindeki anti-demoktaritik baskılara karşı çıkmamak. Türkiye’deki baskılara karşı duranlar, Kürtler üzerinde
baskıya karşı çıkmazlarsa, kendileriyle
çelişkiye düşerler, gerçek demokrat olamazlar. Türkiye’nin demokratikleşmesi
Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesini gerektirir.
5.
Bazı CHP’li milletvekilleri, Gezi-parkı direnişçileriyle görüşmüş veya
direnişleri desteklemiş olsa da, CHP’nin yönetimi, korkak ve ürkek hareket
etmiştir. Heyecanı yatıştırmaya çalışırken, sakin olmaya çalışmıştır. Bu
direniş, AKP’ye gerçek alternatifin, CHP olamayacağını da göstermiştir.
6.
Olaylara sınıf mücadelesi açısından değil, devlet-sivil toplum merceğinden
bakarak AKP’yi sivil toplumun temsilcisi olarak gören Murat Belge gibi
sol-liberallerin düşüncelerinin de iflasıdır.
7.
Toplumların tarihinde bazı dönemler (savaş, iç savaş, ayaklanma vb) saf
tutmaya zorlar. Bu dönemler ya egemen düzenden yanasın ya da
karşısın; ya devrimden ya da karşı devrimden yanasın, ara yol yoktur.
8.
Eski bir Marksist, sonra liberal
devşirme olan Halil Berktay, polis devletini savunarak, en sonunda karşı
devrimin saflarına geçerek dönekliğini ispat etmiştir. Gün Zileli güzel yazmış:
‘Halil Berktay ise, 16 Haziran günü Nişantaşı’ndaki
bir apartmanın yüksek katlarından birinden izlediği çatışmaları yazarken
İçişleri Bakanı’nı bile gölgede bırakan bir polis savunuculuğuna soyunarak
tarihçiliğini alçaklığın tarihini yazarak noktalamış ve bir Marksist
entelektüel olarak başladığı hayatını bir faşist propagandacısı olarak
sonlandırmıştır.’
9.
Böylesi halk ayaklanmalarının en önemli etkilerinden biri, harekete katılanların bilincinde bir
değişikliğe yol açmasıdır. Tarihten bir örnek vermek gerekirse, 1905 yılında
Çarlık Rusya’sında yaşanan Kanlı Pazar
olayının işçileri nasıl dönüştürdüğü öğreticidir. 1905 yılında papaz olan
Gapon’un öncülüğünde yürüyen ve kendilerini Tanrı’dan korkan sadık kullar olarak gören Rus işçileri
Çar’a dilekçe vermek için Kışlık Sarayı’nın önündeki meydana doğru yürüyüş
yaparlar. Diz çökerek Çar ile görüşmek için yalvarırlar. Çar ne yapar? Emir vererek, özel süvari birlikleri ve Kazakları işçiler üzerine saldırtır. Kazaklar
ateş açarken, Suvariler, kılıçlarıyla saldırır. Binden fazla işçi öldürülür.
Binlerce insan yaralanır. Tanrıdan
korkan sadık kullar, bu katliamdan kısa zaman sonra Çarlığa karşı silahlı
ayaklanmaya girişirler. Türkiye’de
direnişe girenlerin eski düşünceleri
ile toplumsal konumları arasında
çelişkiler gündeme gelecektir. Bir çok insan eski düşüncelerinden koparak yeni
arayışlara yönelecektir.
10.
Direnişin üzerine yükselen bir partinin oluşması çok önemlidir. İlk ÖDP girişimi başarısızlıkla
sonuçlanmıştı. Çünkü 12 Eylül’ rejimine
direnmeden yenilenlerin psikolojisi
üzerine kurulmuştu ve grup zihniyetini aşmaya zorlayan yükselen bir
direniş hareketi yoktu. Şimdi durum farklı. Muazzam bir diriliş ve direnişin
kazandırdığı moral bir üstünlük var. Kitle hareketinin yeni öncülerini de
içeren ikinci bir ÖDP benzeri veya Çapulcular Partisi gibi i girişim en
azından tartışılabilir. Türkiye’de işçiler ve diğer emekçiler, kendi
kurmalarına sahip değil, işçilerin-emekçilerin politik kurmaylara ihtiyacı
vardır./
Şunu öngörmek mümkün: Güçlü bir muhalefet partisinin
olmadığı bir ortamda, seçimlerde AKP yine güçlü olması mümkün. Ama halkın ortak
aklı, AKP’nin mutlak çoğunluğu almasına engel olacaktır. AKP, milletvekillerinin çoğunluğunu alamayacaktır.
Halk Erdoğan’a dersini verecektir. Türkiye’nin bundan sonra en önemli ihtiyacı,
güçlü bir partinin ortaya çıkmasıdır.
Yeri gelmişken,
Batı’lı ülkelerin Erdoğan’ı ve polis baskısını eleştirmesine kısaca değinmekte
yarar var. Bu eleştiri, Batı’nın demokratik
olmasından kaynaklanmıyor. Gelecek korkusu yaşayan Batılı ülkeler, esas olarak Türkiye’deki politik
istikrarsızlığın kendi ülkelerine yansımasından
korkuyor. Yoksa Batı da yeri geldiğinde polis devleti açısından AKP’den
geri kalmıyor.
Gezi direnişi,
kendiliğinden gelişen bir isyana dönüştü. Ama hazırlıksız ve örgütsüzdür.
Bundan sonraki gelişmesi ve başarısı Lenin’in deyişiyle ‘bir yandan siyasal durumu doğru değerlendirilmesine, taktik
sloganların doğru olarak saptanmasına ve öte yandan da, işçi yığınlarının
gerçek savaşımcı gücünün bu sloganları desteklemesine bağlıdır’.
Gezi Direnişi ve halk isyanı, demokratik isyan ve diriliş
için bir ZİHNİYET DEVRİMİNE ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur. Etnik ve dinsel
kimlikten arındırılmış yeni bir demokratik ulus anlayışı, Türkiye halklarının
ihtiyaç duyduğu bir zihniyettir. Bu zihinsel devrime dayanarak, etkin politik
kanallar yaratılması sosyalist hareketi güçlendirir. Marksist düşüncenin egemen
olduğu siyasal bir ortamda devrimler olur, Marksist düşüncenin
zayıfladığı yerde ise karşı devrimler olur.
Türkiye’nin “entelektüel çöl”e çevrilmesinde, AKP gibi,
CHP ve Kemalistler de rol oynamıştır. Aydınlar suçsuz sayılamaz. Aydın demek,
karanlığa isyan ederek, aydınlatan insan demektir. Dolayısıyla Türkiye’de aydın
kıtlığı yaşanırken, insanları aptallaştıran entelektüel enflasyonu vardır. Stefan Zweig,
aydın olarak kalmak istediği, karanlık dünyanın onursuz hizmetçisi olmamak için kendi isteğiyle
hayatına son veren bir aydın olmuştur. AKP’nin bataklığındaki entelektüellere
duyurulur.
Tarihçi Hobsbawm’ın
deyişiyle: Nereye doğru gittiğimizi
bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir.
Gene de açıkça görülen bir şey var: İnsanlığın anlaşılır bir geleceği olacaksa,
bu gelecek, geçmişin ve şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü bin yılı
bu temelde kurmaya çalışırsak, başarısızlığa uğrarız. Ve bu başarısızlığın
bedeli, karanlıktır.
O halde, geleceğin karanlığına mahkum olmamak için, yeni
bir zihniyet temelinde atılım yapmak gerekir. Yaşananlar bir devrimdir. Henüz
politik iktidarı değiştiren bir devrim değil, ama özgürlük istemlerini Türkiye
toplumunun gündemine sokan bir devrimdir. Şimdi bundan sonraki dönem,
sosyalistlerin bu devrime ne öğretebileceği sorunudur. İsyan’ın sloganı
anlamlıdır: Bu daha başlangıç,
mücadeleye devam!