Fikret Başkaya
31 Mayıs 2013’de Taksim Gezi parkında başlayıp
dalga dalga yayılan eylemler bildik eylemlerden ve itirazlardan farklı.
Olup-bitenler alışılmış olana benzemiyor. Herkes orada neler oluyor, bunlar
kim, ne istiyorlar, buradan ne çıkar, bu nereye gider... türü sorular soruyor. İsyanın
gerekçesi görünen-bilinen gerekçelerle sınırlı değil. Yağma ve talana, geçerli
yaşam biçimine ve yönetim anlayışına, oligarşinin demokrasi oyununa, adım adım
yaşamı yok eden neoliberal kapitalist saldırıya itiraz söz konusu. Bu niteliğinden
ötürü de bir dönemin artık sonuna gelindiğini ima ediyor. Ve tabii yeni bir başlangıç,
bir bilinç sıçraması anlamına da geliyor. Bu, son dönemde dünyanın başka
yerlerinde neoliberal saldırıya ve burjuva yaşam biçimine, kapitalizme ve
emperyalizme karşı yükselen itirazın bizim toprağımızdaki karşılığı. Elbette hiç
bir halk hareketi, hiç bir devrim diğerine benzemez. Devrimi her zaman halk
yapar, örgüt veya örgütler yapmaz. Zira örgütler mevcut olana itiraz etseler,
onu aşma perspektifine sahip olsalar da, son tahlilde verili zemin üzerinde varolurlar.
Bu niteliklerinden ötürü de varolanda, geçerli olanda radikal bir kopuş
yaratamazlar. Radikal dönüşümler her zaman derin ve yaygın halk hareketlerinin
eseridir. O halde devrimi halk yapar, hiç bir devrim diğerine benzemez,
devrimin ne zaman patlayacağı öngörülemez, devrim o süreci başlatanlar da dahil
herkesi şaşırtır, ithal ve ihraç edilebilir de değildir. Bir başka şey de, her
devrimin, her halk hareketinin kapsamı, yoğunluğu ve ortaya çıkardığı sonuçların
farklı olmasıdır.
Böyle durumlarda en çok akla gelen soru: İyi
de ne değişti? sorusudur. Herkes kendi kafasındakinin gerçekleşip-gerçekleşmediğine
bakarak, hareketin başarısı hakkında hüküm verme eğilimindedir. Bu tür sorular
soranlar, böylesi kaygılar taşıyanlar ekseri karşı tarafa bakarak böyle bir
sonuca varırlar. Ekseri asıl bakılması gereken yere bakmazlar. İşte hükümet değişti
mi? İktidar cephesinde ne değişti? Mülkiyet ilişkilerinde radikal bir değişiklik
oldu mu? vb. Bu sorular elbette haklı, yerinde ve önemlidir ama aynı zamanda asıl
bakılması gereken yeri ihmal etmekle de ilgilidir. Devrim söz konusu olduğunda
asıl değişiklik, geniş halk kitlelerinin bilincinde ortaya çıkan kopuştur... O
bir bilinç sıçraması ve kopuş ânıdır, yeni bir perspektife giden yolun aralanmasıdır...
Bir başlangıçtır...Orada söz konusu olan bir silkinme, kopuş ve özgürleşme
eylemidir... Bir kere o eşik aşılınca, artık yeni bir döneme girilmiştir ve uzunca
bir zamana yayılan mücadeleler süreci başlamıştır. Fakat mücadele sürekli yükselen
düz bir çizgi üzerinde yol almaz. Yükselişler-düşüşler, kısmî-zaferler ve
yenilgiler, moral bozuklukları ve umudun yeniden yeşerdiği anlar birbirini
izler... Bu yüzden devrim bir anda başlayıp-biten bir şey, anlık bir toplumsal
olay değildir. Modern dönemin tarihi, söylemek istediğimin sayısız örnekleriyle
doludur.
Gezegenin tarihi
milyar, canlı yaşamın tarihi milyonlarla, “bilen ve yapan” anlamında insanın [
homo-sapiens] tarihi on binlerce yılla ifade ediliyor. İnsanlık uzun bir
paleolitik dönemden [ avcılık ve toplayıcılık çağları] geçti. Neolitik
devrimden bu yana da yaklaşık 10 bin yıl geride kaldı. Kapitalizmin tarihiyse
en çok 500 yıl ve sanayi kapitalizminin tarihi de yaklaşık iki yüz yıl kadar. Demek
ki, kapitalist çağ uzun insanlık tarihinde sadece küçük bir parantez... Velhasıl
kapitalizm bu kadar kısa zamanda insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye
atmış durumda. Artık tartışmasız bir sürdürülemezlik
tablosu ortaya çıkmış bulunuyor. Dolayısıyla, görünen ve afişe edilen gerekçelerden
öte, son dönemde dünyanın farklı yerlerinde kapitalizmin dayattığı boğucu ve
yok edici yaşam tarzına, küresel oligarşinin kapsamlı saldırısına itiraz söz
konusu. Şimdilerde Türkiye’nin sıradan insanları da bu kervana katılmakta... İnsanlar
her zaman açıkça ifade edemeseler de, meramlarını açıkça ortaya koymasalar da,
kritik bir eşiğe yaklaşılmakta olduğunu, egemen oligarşilerin ve akıl hocalarının
dillerinden hiç düşmeyen, büyüme, kalkınma, ilerleme, herkese daha çok refah ve
demokrasi söyleminin bir yutturmaca olduğunu, demokrasi denilenin son tahlilde
kitleleri aldatmaya, oyalamaya yarayan bir sirk oyunu olduğunu, bu yolun çıkmaz
bir yol olduğunu seziyorlar. Başta oligarşinin hizmetindeki siyasi partiler
olmak üzere, demokrasi oyununu, rejimi ve kurumlarını sorgular hale geliyorlar. Artık burjuva
düzeninin bu toplumun sıradan insanlarına, gençlerine, emekçi çoğunluğuna
teklif edeceği bir şey yok. Ufukta görünenin “nurlu” olmadığını seziyorlar.
Kapitalizmin sömürü, hiyerarşi ve kutuplaşma üreten yıkıcı bir sistem olduğunu
açıkça ifade etmeseler de yaşadıklarıyla anlıyorlar - seziyorlar. Gerçek
durumla egemenler cephesinin anlattığı hikaye arasındaki uyumsuzluğu fark
ediyorlar...
Olayların patlak
verdiği günden beri öbek öbek “konunun uzmanları” olup-bitenlerle ilgili
tahliller yapıyorlar ama bunların kaçı asıl sorunu tartışmaya yanaşıyor? Onca
yazılan-çizilen, onca söylenenler arasında kapitalizm, emperyalizm, oligarşi,
ekolojik yıkım, toplumsal eşitsizlik, açlık ve yoksulluk, zorbalık, baskı ve
zulüm, burjuva uygarlığının ortaya çıkardığı “anlam kaybı”, aşınan doğal çevre,
büyüme, kalkınma, ilerleme adına yok edilen gelecek, kirlenen su ve hava, hızla
ısınan atmosfer, iklim değişikliği, şiddeti, kapsamı ve yoğunluğu artan doğal
felaketler, yok olan canlı türleri... var mı? Ya da ne kadar var?
Aslında Gezi
Parkıyla başlayan süreç bir dönemin sonunu ve yeni bir başlangıcı temsil
ediyor. Türkiye’nin 200 yıllık “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma”
perspektifinin sonunu ve yeni bir paradigmaya açılan yolu işaret ediyor. Zira
bir sürdürülemezlik tablosunun ortaya çıktığında şek şüphe yok... Bütün ışıklar
kırmızıya dönmekte... İnsanlar artık kendilerine anlatılan hikayeyi dinlemek
istemiyorlar. Kendi hikayelerini kendileri anlatmak istiyorlar. İtilip-kakılmak,
aşağılanmak, horlanmak istemiyorlar... Sanıldığı gibi itiraz sadece hızla
otoriterleşip tek adam rejimine, tuhaf bir polis devletine dönüşmekte olan, neoliberalizm
şampiyonu, yeni- Osmanlıcı AKP hükümetine karşı değil. Her geçen gün geleceklerini
daha çok karartan, yaşamı anlamsızlaştıran geçerli paradigmaya itiraz ediyorlar. Bu yüzden sokaklardalar, bu yüzden
rejimin kolluk güçlerine ve yalan cephesine karşı direniyorlar. Aslında önlerindeki
asıl engelin bu rejimin polisi olmadığının da farkındalar... 33 yıllık 12 Eylül
sonrası dönem artık kapanmakta... Son tahlilde bu bir haysiyet mücadelesidir ve
insanlar belirli bir eşik aşıldığında artık “eskisi gibi yaşamak” istemiyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder