Cemil Gündoğan
MİT-Öcalan mutabakatının Kürt hareketine karşı yeni bir
tavır almaya zorladığı iki toplumsal kesim bulunduğunu belirtmiş ve bunlardan
Alevileri geçen yazımızda ele almıştık. Söz konusu mutabakatın Kürt hareketine
karşı pozisyonunda değişiklik yarattığı ikinci toplumsal kesim Avrupai
Türklerdir.
Avrupai Türkler kavramını
üç yıl önceki referandum dönemi yazılarımda önermiştim. Görece geleneksel kültürel
kalıplarla hareket eden Asyatik Türkler
karşısında konumlanan toplumsal kesimleri ifade ediyor.
Avrupai Türkler, medyada daha çok “Sahil” kavramıyla dile getiriliyor ve bir tür AKP karşıtlığıyla
belirlenen konjonktürel bir politik tavır alış çerçevesinde tasvir ediliyor. Fakat
ben Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ayrımın geçici politik bir
fenomen olduğunu düşünmüyorum. Çünkü tarihsel, sosyal, kültürel ve hatta etnik
boyutları olan bir farklılık söz konusu. Bu tür farklılıklar, yeni kimlik inşası
ve bunların politize edilmesi bakımından önemli fırsatlar sunarlar. Fenomenin
bu niteliğine bakarak üç yıl önceki yazılarda söz konusu ayrılığın zamanla iki
ayrı Türk ulusu yaratmayla neticelenebilecek bir potansiyel taşıdığını
belirtmiştim.(*)
Bu fikir o zamanlar fazla dikkat çekmedi. Taksim direnişinin
dumanlarının tüttüğü günümüzde ise durum biraz farklı görünüyor. Artık MHP
lideri D. Bahçeli bile Türk ulusunun duygusal bir kopuşa sürüklendiğine dikkat çekiyor
ve Erdoğan’ı bu tehlikeli gidişi durdurmaya çağırıyor. Buradaki “duygusal kopuş”
lafı okurlara yabancı olmasa gerek. 1990’ların ikinci yarısından beri, bu sözü
Türklerle Kürtler arasındaki kopuşmaya ilişkin olarak kullanıyoruz. Bu sözün
ilk kullanılışının üzerinden herhalde sadece yirmi yıl geçti ama bugün Türkler
ile Kürtleri aynı ulusal bütünlük içinde düşünebilen insan kalmadı gibi.
Buradan kalkarak Türklerin kendi aralarındaki duygusal
kopuşmanın da kısa sürede iki ayrı ulusla neticeleneceğini söyleyemeyiz elbette.
Fakat gelişmenin bu yönde bir dinamik doğurmuş olduğunu da görmezden gelemeyiz.
Bugün Türkiye’de deyim yerindeyse iki çeşit Türk yaşamaktadır. Neredeyse mekânlarıyla
bile birbirlerinden ayrılmış iki Türk:
Birinciler, Sinop’tan Adana’ya kadar sahil bölgelerde
yoğunlaşmıştır. Etnik köken itibarıyla çeşitlilik arz ederler, muhacirlik bu
kesim arasında görmezden gelinemeyecek büyüklükte bir yer tutar; bir diğer besleyici
kaynakları Aleviliktir; kültürel taşıyıcıları bürokrasi, Cumhuriyetin elitleri ve
işbirlikçi büyük burjuvazi olagelmiştir, şimdilerde orta tabaka giderek ağırlık
kazanmaktadır; Kemalist Türkiye’nin yoğurup entegre ederek ulus kıvamına
getirdiği bir kitledir; kültürel çerçevelerini şehir belirler; çok kuvvetli bir
milliyetçi damara ilaveten devletçi, liberal ve kozmopolit damarları da vardır;
Batıcıdırlar, dış dünyaya açıktırlar, laisizm ve modernizm en önemli
değerleridir, fakat modernizmin klasik Kemalist yorumu giderek etkisini
yitirmektedir; sosyal kaidesini eğitimli, orta tabaka oluşturur ve bu yanıyla
Batıda gördüğümüz türden bir “sivil toplum” yaratmaya en uygun toplumsal zemini
meydana getirirler, İzmir’i kendilerine simgesel mekân olarak kurma çabası
içindedirler (olayın mekânsal sembollerle ilgili boyutunu fırsat bulabilirsem bir
başka yazıda ele alacağım)... Bunlara kısaca Avrupai Türkler diyorum.
Bunların karşısındaki Asyatik
Türkler ise Erzurum-Afyonkarahisar parantezindeki bölgede yoğunlaşmışlardır.
Grubun kültürel taşıyıcıları tarikatlar, cemaatler, ulema, esnaf, orta
burjuvazi ve kısmen bürokrasidir. Son yıllarda bunlara büyük burjuvazinin bir bölümü
de katılmıştır. Kültürel olarak Türk-İslam
çizgisinde dururlar. Türk-İslam ikilisinin bazı yerlerde Türk tarafı (örneğin
Yozgat), diğer yerlerde İslam tarafı (örneğin Konya) ağır basar. Yaygın bir tarikat
ve cemaat örgütlenmesinin konusudurlar ve cami giderek toplumsal yaşamın odağına
dönüşmektedir. Zayıflayıp biçim değiştirse de geleneksel değerlere, kırsal
kökenli örf ve adetlere bağlıdırlar. Şehirlerdeki kırsal kültürün taşıyıcılarıdırlar.
Muhafazakar, milliyetçi ve anti-komünisttirler. Eskiden görece içe kapanık
yaşarlardı, son onyıllarda gözle görülür bir hızla dışa açılıyorlar. Ortadoğu’yu
kendi mülkleri gören emperyal bir kültürel damar barındırırlar. Hızlı bir
modernleşme sürecinin sorunlarıyla boğuşurlar. Grubu taşıyan kolonlar,
alternatif bir modernleşme modeli yaratmaya çalışmaktadır, ancak bunu başarıp
başaramayacakları hala tartışmalıdır. Henüz güçsüz olmakla birlikte liberal bir
damar da içerirler.
Bu genel tasvirden de anlaşılacağı gibi, Avrupai
Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ayrışma, iktidar-muhalefet ayrışmasına
denk gelmez. İktidar partisi AKP, esas olarak Asyatik Türklerin temsilcisidir. Parlamentoda
yer almayan büyükçe partilerden BBP ve Saadet Partisi de Asyatik Türklerin
temsilcilerindendir. Fakat muhalefet partilerinin tümü Avrupai Türklerin
temsilcisi değildir. Muhalefetin bir parçasını oluşturan BDP’nin bu ayrışmayla
bir ilgisi yoktur, örneğin. BDP, üçüncü bir kimliği, Kürt kimliğini temsil eder.
Geriye kalan partilerden CHP, Avrupai Türklerin temsilcilerinden bir tanesidir.
CHP dışında İşçi Partisi’nden, liberal sol partilere kadar bir dizi küçük parti
daha Avrupai Türklerin değişik sektörleriyle uyumlu partilerdir. Keza toplumsal
dayanakları artık iyice daralmış olan Kemalist devletin klasik devletçi
refleksi olarak tarif edebileceğimiz “Ergenekon”cular da Avrupai Türklerin bir
parçasıdır.
Ayrıma uymayan partilerden biri de MHP’dir. Çünkü
muhalefette olması itibarıyla Asyatik Türklerin iktidarına karşı mücadele
vermektedir, ancak gövde itibarıyla Asyatik Türklere yaslanan bir partidir. MHP’nin
küçük bir bölümü Avrupai Türklere dahil edilebilecek nitelikte sosyo-kültürel
bir hamura sahiptir. Partinin mevcut siyasi tablodaki politik pozisyonu ile
dayandığı sosyal zemin arasındaki bu terslik, partiyi Taksim direnişi sırasında
deyim yerindeyse felce uğrattı. Partinin merkez kanadı, sosyal tabanlarıyla
uyumlu bir şekilde Taksim eylemini desteklemediğini beyan etti. Fakat bu durum,
bir kısım MHP’linin direnişe katılmasını engelleyemedi. Hükümetin
uygulamalarına karşı duydukları tepki başka her şeyden daha baskın hale gelmiş
MHP’liler ile sosyo-kültürel özellikleri itibarıyla Avrupai Türklere yakın
duran MHP’liler direnişe katıldılar. Tıpkı bunun karşıtı MHP’lilerin Sincan ve
Kazlıçeşme’de yapılan AKP mitinglerine katılmaları gibi. Dolayısıyla
Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ilişkiler gerildikçe MHP’deki içi
tansiyonun yükselmesi sürpriz olmaz.
Genel hatlarıyla yukarıda tasvir etmeye çalıştığım Avrupai
Türklerle Asyatik Türkler arasındaki gerilim son yıllarda giderek artıyor. Daha
kolay anlaşılsın diye buna, Türkiye’nin Bizans’tan gelen mirası ile
Selçuklulardan gelen mirası arasındaki gerilim de diyebiliriz. Taksim direnişi bu
gerilimin ürünüdür ve çok boyutlu bir fenomen olmakla birlikte esasta Avrupai
Türklerin Asyatik Türklerin iktidarına karşı patlamasını ifade eder.
Bu gerilim, anılan iki topluluğun birbirlerinden tümüyle
ayrılmasına yol açabileceği gibi, tarafların, daha yüksek düzeyde gerçekleşecek
bir entegrasyonun içindeki kültürel kalıntılara dönüşmeleriyle de
neticelenebilir.
Birinci ihtimal, Türkiye’nin, tarihsel oluşum sürecindeki
cüzlerine ayrılması demektir. Üç yıl evvelki yazılarımda bunu iki Türk ulusunun
oluşması ihtimali olarak tanımlamıştım.
İkinci ihtimal, iktidarı elinde bulunduran tarafın gelecekteki
senteze kendi rengini vermek için çalıştığı, fakat iktidardan uzaklaşır
uzaklaşmaz kendi renginin böyle bir sentez içinde erimemesi için elinden geleni
ardına koymadığı iki uç arasında salınıp duruyor.
Şu sıralar gerginlik ve çatışmanın artıyor olması, daha
çok birinci ihtimal etrafında düşünülmesine yol açıyor. Fakat bu durum, ikinci
ihtimalde öngörülen türden bir sentezin ortaya çıkmasını hedefleyen iradi çabaları
görmemizin önünde engel olmamalıdır. Avrupai Türklere mensup bazı liberallerin (ki
çoğunluğu eski Marksistlerdir) AKP’yi desteklemelerinin arkasında yatan
düşüncelerden biri böyle bir sentez yaratmaktı, örneğin. Ahmet Altan’ın bir
zamanlar şiirsel bir dille kaleme aldığı “Müslümanlar demokrasiyi keşfetti”
temalı gazete yazıları, okurlarını Müslümanlara ilişkin yeni bir olgunun
varlığından haberdar etme amacından ziyade, tarafları böyle bir senteze yönlendirme
çabasının ifadesi olarak anlamlıydılar. Ya da daha somut bir örnek vermek
gerekirse Avrupai Türklerin bir zamanlar etkili unsurlarından biri olan Koç Grubu
ile Asyatik Türklerin önemli unsurlarından biri olan Ülker Grubunun son
dönemlerde bazı ortak projeler hazırlamaya başlamalarından söz edebiliriz. Bu işbirliği,
sadece mücadeleyi kaybetmiş Koç grubunun, önümüzdeki dönemde başına bir bela
gelmesin diye iktidar kanadına yakın bir sermaye grubuyla işbirliğine mecbur kalışının
ifadesi olarak görülemez. Olayın böyle bir boyutu elbette vardır. Ama bu
işbirliğinin, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kötüye doğru giden
ilişkileri bir sentezle aşma çabası bağlamında da manası var.
Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ilişkilerin
ileride bu iki ihtimalden hangisine doğru, hangi hızla ve hangi biçimlerde ilerleyeceği,
söz konusu grupları çevreleyen iç ve dış koşullara bağlıdır. Genel olarak
Kürtlerin Türklerle, özel olarak da Kürt hareketinin Türk siyasi yapısıyla (polity)
ilişkileri de bu koşullara dahildir. Konumuzu oluşturan MİT-Öcalan
mutabakatının Avrupai Türklerle ilişkisi işte bu denklem içinde ele
alınabilecek bir meseledir. Yazı uzadığı için bu denklemi açma işi gelecek
yazıya kalıyor.
2013-06-22
------------------------
(*) Konuyla ilgili
görüşlerimi “İki Ayrı Türk Ulusu mu?”
ve “Avrupai Türklerle Kürtlerin İttifakı
mı?”, başlıklı iki yazıda özetlemeye çalışmıştım. İki yazı da, Dönemeç Yazıları –Kürt Sorunu Üzerine
Makaleler (1999-2011), İstanbul, Vate Yayınları, 2011 adlı kitapta yer
alıyor (sırasıyla s. 149-162 ve 189-208).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder