Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se
Mehmet
Müfit adıyla yazan eski bir Kawacı bir süre önce internet ortamında hakkımda
iki adet karalama yazısı yayımladı. Bu yazılara cevap verip vermemek konusunda
tereddüt ettim. Çünkü seviyesiz, kişisel gündem yaratma dışında bir amacı
bulunmayan, çamur at izi kalsın zihniyetiyle kaleme alınmış yazılardı.
M. Müfit,
uzunca bir süredir bana karşı fazla umursamadığım kişisel bir kan davası
yürütüyor. Gündeme gelebilmek için ikide bir bacağıma dolanıyor, bu amaçla
bazen açıkça kara çalıyor, bazen hakaret sınırında gelip giden yazılarla
yazdıklarımı eleştiriyor (eleştiri yapmasına bir diyeceğim yok), bazen de eski
yoldaşlarımızı küçük ayak oyunlarıyla bana karşı kışkırtmaya çalışıyor.
Kısacası, kendi köşesinde gölgemle kavga edip duruyor. Bu tür yazılarla
uğraşmama kararım gereğince hiçbirine cevap vermedim. Kışkırtmak için çok uğraştığı Kawacı
arkadaşlar da bu çabalara fazla yüz vermediler.
Uzun bir
aradan sonra bugünlerde yeniden piyasada arzı endam etti ve bu kez adımı açıkça
vererek iki yazı yazdı. Kawacılardan umudunu kesmiş olmalı ki bu kez bütün Kürt
hareketini bana karşı bir haçlı seferi başlatmaya davet ediyor. Değişik
çevrelere mensup Kürt şahsiyetlerinin adlarını tek tek yazarak bana
saldırmadıkları için onları suçluyor. Söz konusu yazıların linkleri aşağıda,
isteyen bakabilir. Öyle bir hezeyanla yazmış ki tarifi zor. Küfür ve hakaret
salvosuyla, okurlarını, Kürt hareketinin dünyadaki biricik düşmanının ben
olduğuma inandırmaya çalışıyor.(*)
M. Müfit bu kez neden bu yola başvurmuş tam olarak
bilmiyorum. Benim son dönemde yazdıklarımın Kürt hareketine mensup bazı
insanlarda rahatsızlıklar yaratmış olabileceğini düşünerek hiç olmazsa
onlardaki bazı refleksleri bana karşı harekete geçirebileceğini hesaplamış
olabilir. Tanıyanlar bilirler, böyle küçük hesapları ve ayak oyunlarını sever.
M.
Müfit’in hitap etmek istediği Kürt camiası çok büyük değil. Özellikle de hedef
kitle olarak seçtiği belli yaşın üzerindeki Kürt kadroları. Bunlar bir avuç
insan ve birbirlerini iyi-kötü tanırlar. Bu nedenle bu kitleye malını satmakta
zorlanacağını tahmin etmek zor değil. Bizleri tanımayan daha geniş kitlenin ise
bu tür horoz dövüşlerini umursadıklarını sanmıyorum.
Bunları bildiğim için saldırılarını ciddiye alıp kendimi
anlatmak gibi bir çaba içine girmem gerekmezdi. Yalnız çaresizlik adama olmadık
işler yaptırıyor. M. Müfit’e de öyle yaptırmış: Beni karalamak için başkaca bir
şey bulamayınca, bu kez adımı bir ajanlık öyküsüne eklemeyi denemiş. Son
numarası bu. Öykünün aslını bilmeyenler, çaresizlikten uydurulmuş bu öyküde bir
şey varmış sanabilirler düşüncesiyle bu kez bir istisna yapmak zorunda
hissettim kendimi.
***
Ajanlıkla
ilgili öykünün gerçeğini aşağıda okuyacaksınız. M. Müfit’in bunun dışındaki
eleştirilerine gelince, iki eleştiri yaptığını söyleyebiliriz. İlk olarak benim
bir yazıda kullandığım pan-kürdist sıfatını diline dolayıp bununla Kürtlere
hakaret ettiğimi iddia etmiş ve bir psikolog edasıyla bir dizi hakarette
bulunmuş.
Sözü
edilen yazıda pan-Kürdist sıfatını dört parçadaki Kürtlerin birliğini savunan
politika ve pozisyonları tanımlayan bir kavram olarak kullanmıştım. Acaba
farkında olmadan amacımı aşan bir mana vermiş olabilir miyim? diye şimdi bir
kez daha baktım ve Kürtleri aşağılamak bir yana, eğer içinde kullanıldığı
bağlamla birlikte ele alırsanız, sıfata olumlu bir mana atfedildiğine
hükmetmenizi dahi mümkün kılacak bir eğimde kullanmış olduğumu gördüm. Fakat
benim özel olarak öyle bir amacım da yoktu. Sınır aşan etnik grupların
birleştirilmesini hedefleyen programları ve eylemleri tanımlamak için
literatürde kullanılan bir terim olduğu için tercih etmiştim. Hepsi bu.
Bunu yaptım, çünkü böyle bir kavrama ihtiyacımız var. Evet,
Türkiye’deki Kürt muhalefetinin büyük bölümü Türklerle birlikte yaşamaktan
yana. Ama birleşik Kürdistan kurulmasını isteyenler kişi ve çevreler de var ve
bu bölünme Kürdistan’ın diğer parçaları için de geçerli. Kanımca, Ortadoğu’daki
çalkalanmalara paralel olarak buradaki ayırım önümüzdeki dönemde daha da
belirginleşecektir. Belki pan-Kürdist hareketlerle otonomist hareketler
arasında sınır aşan cepheleşmeler olacaktır. Bilmiyoruz. Ama her halükarda bu ayırımı
ifade edebilen bir kavrama ihtiyacımızın olduğu belli ve bu ihtiyaç, gelecekte
daha da büyüyecek. “Dört parçanın birliğini savunanlar” tanımlaması sorunu
çözmüyor. Bu bir tasvirdir. Bizim ise bu fenomeni dile getirecek bir kavrama
ihtiyacımız var. Tıpkı “otonomist” veya “bağımsızlıkçı” kavramları gibi.
Ben böyle
bir kavrama olan ihtiyacı bugünden görüyorum ve bunu ifade eden bir tercihte
bulundum. Tercihim tabii ki tartışılabilir ve daha iyi alternatifler
önerilebilir. Fakat M. Müfit’in derdi bu değil. M. Müfit, düşünce dünyasının
nasıl ilerlediğiyle ilgili değildir. O, yeni fikirlerle, sadece onların
yerleşik kalıplarla düşünmeye devam eden insanlar üzerinde yaratacağı geri
tepkilerden kendi şahsına nasıl bir post çıkarabileceği sorusu bağlamında
ilgilenir. Eskiden de böyledi: Ben “tek
partili sosyalizm yanlıştır”, “sosyalist demokrasiyi savunalım” derdim, o
“Cemil, Stalin düşmanıdır”, “Cemil Troçkist olmuş“ diye Kawacıları bana karşı
kışkırtmaya çalışırdı. Ben Arnavutluk’a kuşkucu bakışlar atardım, o “Cemil
revizyonist olmuş,” diye ortalığı velveleye verir, “sosyalizmin granitten
kalesi” Arnavutluk hakkında ajitasyon yapardı vs. Fakat sonradan herkes gördü
ki bütün bunlar, fikir mücadelesi olsun diye söylenmiş sözler değilmiş. Yeni
veya farklı fikirlerin, hareketin geri damarı üzerinde yaratabileceği
hoşnutsuzlukları sömürerek kendine grup içinde bir pozisyon yaratma çabasının
ifadeleriymiş. Kendisi de dahil bugün ne “yaşasın tek partili sosyalizm” diyen
eski Kawacı kalmıştır, ne de Arnavutluk’un kahraman direnişinden söz eden bir
Allah’ın kulu.
M.
Müfit’in bugün yaptığının da dün yaptığından fazla bir farkı yoktur. Değişen en
önemli şey hedeflediği pazardır. Dün Kawa pazarı için üretilen mamuller, bu kez
bütün Kürt muhalefeti pazarı için üretiliyor. Dün tutmayanın, bugün tutması
için bir sebep göremiyorum.
Kemalistlerin
pan-Kürdist terimini kullanarak Kürtleri karaladıklarını ben şahsen ilk kez
duyuyorum. “Kürtçü” vb. terimler için bu tür şeyler söylense anlarım. Çünkü
Kemalistler, Kürt hareketini küçük düşürmek için popüler düzeyde böyle
terimleri ve sıfatları kullandılar. Nitekim M. Müfit de pan-Kürdist sıfatıyla
ilgili eleştirisinin kanıtı olarak “kürtçülük” gibi başka terimlerden örnekler
vermek zorunda kalmış. Herhalde pan-Kürdist’ten bir örnek bulamadı. Çok aransa
belki böylesi bir örnek de bulunabilir. Fakat şu bir gerçek ki Pan-Kürdist gibi
kelimeler her gün duyduğumuz türden değildir ve Kürt düşmanlarının, Kürtleri
eskiden beri bu terimle aşağıladıkları yolundaki yorumlar sadece zorlamadır. Bu
nedenle kullanmakta sakınca görmüyorum. Elbette bu terimi kullanmakta bir
sakınca görmeyişimin başka nedenleri de var ama bunlar başka yazıların konusu. Bu
terimin kullanıldığı yazı aşağıdaki linktedir. İsteyenler bakarak bir karara
varabilirler.(**)
İkinci
olarak da benim 2007’de çıkan “Kawa Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi
Savunma Geleneği” (Vate Yayınları) adlı kitabımdaki bazı tespitleri yeniden
gündeme getirip Kürt aydınlarını bana karşı kışkırtmak için biraz ajitasyon
yapmış.
Her iki
grup eleştiriyi de “Bakın, ben Fransızca
da biliyorum” cakası satacak şekilde olur olmaz yerde ve biçimde Fransızca
kelimelerle iç içe katmış ve bu şekilde sözde teorik bir yazı havası yaratmak
istemiş. M. Müfit’in teori sandığı bu sosun ciddiye alınabilecek bir tarafı
yok. Otuz yıl önce ürettiğimiz, hareketin çocukluk dönemine ait bir dilin
birkaç Fransızca sözcükle süslenmesinden ibaret. Ajitasyonuna dayanak olarak
kullanmaya çalıştığı iddialara gelince, onların tamamının cevabı kitabın
kendisinde zaten var ve çoğu da yeni değil.
Sözü
edilen kitaba yayımlandığı dönemde veri bağlamında eleştiri yazan okurlar oldu.
Elimden geldiğince bunların tümünü not etmeye çalıştım. Bugün de konuyla ilgili
ciddi bir şeye rastlarsam not ediyorum.
Kitabın ikinci baskısı için fırsat bulursam (yayıncı arkadaş iki yıldır
öneriyor, fakat bir türlü fırsat yaratamadım) bunların tümüne tek tek yeniden
bakıp araştıracağım. Sonuç ne olur bilemiyorum, ama her halükarda o çalışmanın
eksikliklerinden biraz daha arınacağına inanıyorum.
Kendi
türünde ilk olan kitaplar genellikle eksiklidir. Çünkü yazarın ilk hamlede
konuyla ilgili bütün malzemeye ulaşması genellikle mümkün olmaz. Kürtlerde
siyasi savunmayla ilgili kitabım da bu genellemeden vareste değildir. Son
saniyede elime geçen savunmalar olduğu gibi, henüz varlıklarından haberdar
olmadıklarım da muhtemelen vardır. Örneğin, Alihan Aras’ın son saniyedeki
gayreti olmasaydı Hasan Hüseyin Yıldırım’ın savunması o kitaba giremeyecekti ve
bu, bir kasıttan değil, bilememekten ötürü böyle olacaktı. M. Müfit zorlamayla
böyle kasıtlar yaratmaya çalışıyor, kitapta ele aldığım savunmaları sanki
kitapta ele almamışım izlenimi bırakacak şekilde ajitasyon yapıyor, sanki
generaller sırtıma silah dayatarak bana zorla siyasi savunma yaptırmışlar
havasında benim mahkemede mecburen savunma yaptığıma dair demagoji yapıyor vs.
Kısacası,
M. Müfit’in kitaba ilişkin yazdıklarında eksik gidermeye veya yanlış düzeltmeye
yönelik çaba yok. Çünkü amaç bu değil. Yazdıklarının çoğu, Cemil büyüklerimize
saldırıyor, yaygarasıyla Kürt aydınlarını bana karşı kışkırtmayı amaçlayan
köpük ajitasyondan ibaret. Bu nedenle
onları bir kenara bırakıp yazıdaki sözde en vurucu iddiasına, yani benim bir
ajanı örgüte aldığımla ilgili iddiasına geleceğim.
Bedir Yolcu Olayı
Aslında bu konuyu yazmak istemezdim. Çünkü gerçekten
trajik bir öykü ve bu öyküyü yazarken adını anmak zorunda kalacağım Bedir
Yolcu’nun gülen yüzüyle ve yetenekleriyle değil de bu tür trajik bir öykü
vesilesiyle yazılara konu olması içimi acıtıyor. Ne var ki kıskançlığın ve
ihtirasın gözünü kararttığı birinin değer tanımayan ayak oyunları beni çaresiz
bıraktı.
***
Bilmeyenler
için kısa özet. Bedir Yolcu, Kawa’nın daha 12 Eylül darbesi gelmeden evvel
cezaevine girmiş kadrolarından biriydi. Kendisini daha önce görmüştüm, ancak
esas olarak cezaevinde tanıdım. Malatya E Tipi Cezaevinde bir süre aynı
koğuşlarda kaldık. Cezaevinde kendi kendini yetiştirmiş nitelikli
arkadaşlarımızdan biriydi. Tahliye olduktan sonra yurt dışına kaçmadı, içeride
kalıp örgütü toparlamaya çalıştı. Fakat henüz bu yönde birkaç adımı geride
bırakmıştı ki, kendi arkadaşlarından biri tarafından öldürüldü.
Bu olay
yaşandığında benim Kawacılarla ilişkim yoktu. Ölüm haberini Halkın Kurtuluşu
grubuna mensup arkadaşlardan duydum. M. Müfit’in anlattığı ajanlık hikâyesi
işte bu olayla ilgilidir.
M. Müfit, Bedir Yolcu’nun katledilmesine sebep olan
koşulların oluşmasında benim sorumluluğumun olduğunu iddia ediyor. Senaryosunu da
şöyle kurgulamış: Bedir Yolcu’yu “katleden” kişi Cevdet Taştan adında bir
ajan-provokatördür. Onu da örgüte alan kişi Cemil’dir. Dolaysıyla Cemil ajanlarla ilişkili bir adamdır!
Dil bu,
söyler. Hele insanın hırstan ve hasetten gözü kararmışsa.
Fakat onda
tartısı olmayan bir karalama dili varsa aşağıda öyküyü okuyacak insanlarda da
akıl ve vicdan var. Okuyup bir karar vereceklerdir.
***
Bütün senaryo, Cevdet Taştan’ın benim tarafımdan örgüte
alındığı iddiasına dayandığına göre, yapılacak iş, Cevdet Taştan’ın Kawa’ya
nasıl geldiğini anlatmak olacaktır. O zaman göreceksiniz ki M. Müfit’in öyküsü
basit bir yalan üzerine kurulmuştur. Çünkü Cevdet Taştan’ı Kawa’ya alan kişi ben
değilim, aşağıdaki özette göreceğiniz gibi başka arkadaşlardır. Bunu derken
suçlu olan ben değilim, o arkadaşlardır demek istemiyorum. Çünkü ortada bir suç
yoktur. İnsan bilmeden bir ajanı örgüte alabilir. Bu, bilinçli yapılmadığı
müddetçe bir suç teşkil etmez. Sadece boşa çıkarma basireti gösterilememiş bir
ajan faaliyeti olarak tanımlanabilir. Kaldı ki Cevdet Taştan’ın Kawa’ya davet
edildiği dönemde ajan olduğunu gösteren bir bilgi veya bulgu bugün bile yok
elimizde. En azından ben böyle bir şey duymadım. Bu nedenle aşağıdaki öyküyü
suçlunun kim olduğunu göstermek için anlatmıyorum, sadece M. Müfit’in bu en
vurucu iddiasının bile nasıl bir yalan üzerine kurulu olduğunu göstermek için özetlemek
zorunda kalıyorum.
Cevdet
Taştan’la (bundan sonra kısaca C.T. olarak geçecek) cezaevinde karşılaşan ilk
Kawacı benim. Malatya E Tipi Cezaevinin 2. koğuşundaki beraber kaldık. Dediğine
göre lisedeyken Devrimci Halkın Birliği grubuyla çalışmıştı. Ceza almasına
neden olan faaliyeti, aklımda yanlış kalmadıysa bir boykottu. Beş yıl kadar ceza almıştı, dolayısıyla
yaklaşık 2 yıl yattıktan sonra tahliye edilecekti. Emin değilim, ama Rızgarici
arkadaşlarla birlikte kaldığını sanıyorum. Hücreden onlarla birlikte gelmişti.
Bununla birlikte TKEP’li ve PKK’li arkadaşlarla da sıcak ilişkileri vardı. Koğuştaki
bir direniş esnasında yarım düzine kadar arkadaşla birlikte ağır bir işkenceye
tabi tutulup hücreye atılıncaya kadar, yanlış hatırlamıyorsam bir yıla yakın
aynı mekânı paylaştık (1985-86). Hücre cezası bitince başka bir koğuşa verildi
ve kendisini bir daha görmedim.
Karakter
olarak halk dilinde “efendi” tabir edilen nitelikte, sakin, yoksul bir gençti.
Kendisine ziyaretçi geldiğini hatırlamıyorum. Beraber olduğumuz dönemde dil
başta olmak üzere tarih, politika, ekonomi ve felsefe gibi alanlara yayılan
sohbetlerimiz oldu. Bazı konularda anlaştığımız da oluyordu. Fakat onu Kawa
örgütüne davet etmeyi düşünmedim. İki sebeple:
İlk
olarak, Sovyetler Birliğinin niteliği konusunda “orta yolcu” diye
tanımladığımız çizginin Sovyetlere yakın kutbunda bir yerde duruyordu. Bunu,
koğuştaki TKEP’li arkadaşlarla olan ilişkilerine bağlıyordum. Sovyetlere bu
gözle bakan birinin Kawacı olmasını bekleyemezdim (Kawa, Sovyetler Birliği’ni
sosyal-emperyalist, kapitalist bir ülke olarak tanımlayan bir hareketti).
İkinci
olarak, ben on beş yıllık cezaevi yaşantım boyunca hiç kimseyi Kawa örgütüne
doğrudan davet etmedim. Kawacılarla 1988 yılı sonlarına kadar beraberdim.
(Ondan sonra hiçbir illegal Kürt örgütüyle örgütsel ilişkim olmadı.) O tarihe kadar
Kawa’nın düşüncelerinin propagandasını kendi üslubumca yaptım. Bundan etkilenen
insanlar da olmuştur. Ama kimseyi örgüte doğrudan davet etmedim.
Çünkü
cezaevinde yatan birinin örgütçülük yapmasını gayrı ciddi bir oyun olarak
görüyordum. Dışardaki yoldaşlarımız, becerebilirlerse toparlanır, örgütsel
faaliyet yürütürler, biz de onlara içerden elimizden geldiğince destek veririz,
diye düşünüyordum. Dışarısı ve örgüt derken de Türkiye içindeki arkadaşları
kastediyordum. Yurt dışının (İran ve Irak Kürdistanı’ndaki arkadaşlar hariç)
benim açımdan önderlik gibi bir misyonu yoktu ve bunu gerektiği her durumda
açık bir şekilde belirtiyordum. (Bu nokta önemli; çünkü bazı hınçların nerelere
kadar uzandığını gösterir.) Dışardaki arkadaşlarımız bizimle yardımlaşma içerisinde
örgütü diriltip mücadeleyi üstlenmeyi beceremezlerse biz cezaevindeki
Kawacılara düşen, kendi onurumuzu korumak ve cezaevleri direnişini yükseltmeye
çalışmaktır, diyordum.
Doğru veya
yanlış, o zamanlar, cezaevlerinin örgütsel mücadeleyle ilişkisi konusundaki
fikirlerim böyleydi. Dışardaki arkadaşların örgütü toparlamak için cezaevindeki
bizlerin ağzına baktıkları koşullarda, dışardaki “örgüt”ümüze katmak amacıyla
içerde insanlara nasıl doğrudan davetiye çıkaracaktım? Bu, dürüst ve akla
yatkın bir iş olarak görünmüyordu. Bunun yerine, dışarda böyle bir örgüt
yaratılıncaya kadar cezaevlerinde Kawa’nın düşünceleri etrafında ideolojik etki
yaratmaya yönelik bir çalışma yapmanın daha dürüst bir tutum olacağını
düşünüyordum. Kısmen Dev-Sol hariç içerdeki bütün örgütlerin yaptıkları da
pratikte buydu.
Bu tür nedenlerle laf açıldığında kendisine Kawa’nın
görüşlerini anlattım, fakat C.T.a Kawa’ya katılması için doğrudan bir teklifte
bulunmadım. Onu Kawa’ya davet edenler, aynı cezaevinin 15. koğuşunda kalan
Kawacı arkadaşlar oldu. Olayın özeti
şöyle:
Cezaevi
idaresi, beni bilinçli olarak söz konusu arkadaşların yanına vermiyordu.
(Tutuklandığım 1981 Ocak ayından 1987 sonlarına kadar hep böyle bir tecritte
tutuldum. Arada bir, tek tek arkadaşlarla bir araya düştüğüm olurdu, ama kural
olarak beni diğer Kawacıların topluca bulunduğu cezaevlerine veya koğuşlara
vermezlerdi.) Yan yana gelebilmek için karşılıklı olarak çok uğraştık, ama
olmadı. Bir gün, geniş ölçekli bir cezaevi direnişi sonucunda İdare, mahkumların
koğuş değiştirmeyle ilgili isteklerini de kabul edince, beni arkadaşlarımın
bulunduğu koğuşa vermek zorunda kaldılar. Fakat bu arada adımı sürgün listesine
ekleyip Ankara’ya yollamayı da ihmal etmemişler. O zaman bu listeden haberimiz
yoktu. Ben 15. koğuşa gittikten kabaca iki hafta sonra liste onaylanıp geri
geldi ve ben 1986 Kasım ortalarında Gaziantep L Tipi Cezaevi’ne sürgüne
gönderildim. Listeyi de o zaman öğrenmiş olduk.
C.T. kendi
tahliyesine 5-6 ay kala, yani ben henüz 15. Koğuşa verilmeden birkaç ay önce,
15. koğuştaki arkadaşlarla yazışmaya başlamıştı. O sırada koğuşlar arası
haberleşme, soğanlara gömülmüş pelür kağıtlarının bir havalandırmadan diğerine
atılmasıyla sağlanıyordu. En son bloktaki koğuşlardan birinci bloktaki
koğuşlara yollanan bir not, ara blokların tümünden tek tek geçerek hedefe
varmak zorundaydı. Dolaysıyla yol uzadıkça notun yakalanması riski de artardı.
Zira atılan soğanlar bazen kısa veya fazla uzun düşer, hedef havalandırma
yerine havalandırmaların arasındaki çatılarda kalırdı. Cezaevi idaresi de belli
aralıklarla çatılardan soğan toplayıp bu notları okurdu. Bu nedenle çok zorunlu
olmadıkça birbirimize not atmazdık. C.T.ın tutulduğu koğuş, cezaevinin en
sonunda; 15. koğuş cezaevinin ortalarında, benim bulunduğum koğuş ise en
başlarında bir bloktaydı. Muhtemelen haberleşmedeki bu sorun nedeniyle C.T.
benimle değil, 15. koğuştaki arkadaşlarla ilişki kurmuştu. Ama yazışmanın bu
şekilde gerçekleşmiş olmasının gerçek nedeni bilmiyorum.
15.
koğuştaki arkadaşlarla C.T. notlar aracılığıyla tartışmışlar. Bu tartışmaların
çapını, derinliğini ve süresini de bilmiyorum. Ama haberleşme koşullarının
içerdiği sorunlardan ötürü çok uzun süren bir tartışma olmadığını tahmin
edebilirim. Her ne ise, C.T., bu yazışmaların sonucunda Kawacı olmaya karar
vermiş ve bunu belirten uzun bir yazı kaleme alıp 15. koğuştaki arkadaşlara
yollamıştı. Yani o zamanki jargonla “özeleştirisini yapmıştı”.
Ben bütün
bu olup bitenlerden 15. koğuştaki arkadaşlar o “özeleştiri”yi bana
yolladıklarında haberdar oldum. Doğal olarak şaşırdım. Çünkü C.T.la yüz yüze
tanışan kişi bendim. Onlar, kendisini sadece notlardan tanıyorlardı. Fakat bana
sorma gereği duymadan kendisini örgüte davet etmişlerdi. Gelen özeleştiriye
ekledikleri kendi notlarında, “arkadaşa ‘hoş geldin,’ dedik,” mealinde bir
cümle de vardı. Belli ki Cunta
geldiğinden beri sürekli biçimde örgütsel bozgunun etkileriyle boğuşmuş olan
arkadaşlar, zeki ve çalışkan birini örgüte kazanma ihtimali belirince, fazlaca
sevinip aceleci davranmışlardı.
Kendilerine
buradaki tersliği anlatan kısa bir cevap yolladım, ama C.T.nın davet edilmesine
itiraz etmedim. Çünkü ilk olarak C.T. hakkında olumsuz bir kanaatim yoktu. Neye
itiraz edecektim? Beraber kaldığımız dönemde bende bıraktığı izlenim “efendi”,
zeki, aşırı çalışkan, üretken ve direnişten yana bir insan olduğu yolundaydı.
Dışardayken eski yazıyı ve bir ölçüde de Sorancayı öğrenmişti. Kurmanci grameri biliyordu ve Kurmanciyi Kıril
alfabesinden okumayı da sökmüştü. Beraber kaldığımız dönemde iki Palulu arkadaşı
her gün saatlerce esir alarak bir yandan Kırmancki (Zazaca) öğrenmeye bir
yandan da bu dilin bir gramerini hazırlamaya çalışıyordu. Öte yandan İngilizcesini geliştirmek için
uğraşıyordu. (Benimle kontağının bir nedeni de buydu.) Yutar gibi kitap okuyordu.
Bütün bunların o yaşta ve o koşullarda yaşayan birisi için gözden kaçabilecek
bir performans olduğu söylenemez. Onunla dışarda karşılaşsaydım ve Kawa’ya
katılmaya karar verseydi herhalde biraz geçmişini araştırmak dışında hiçbir şey
yapmaz, geçmişinde de bir sorun görmezsem tereddütsüzce örgüte alırdım. Bende
böyle bir izlenim bırakmış bir kişi, devrimciliklerinden şüphe etmediğim
arkadaşlarım tarafından biraz aceleyle ve kuralsızca örgüte davet edilmiş diye
karşı mı çıkacaktım?
İkinci
neden ise şu: itiraz etmek istesem ne değişecekti?
C.T.ye bir
not yollayıp, “Kusura bakma, seni kuralsız biçimde almışız, onun için ilişkini
kesiyoruz. Git, ama iyi adamsın, tekrar geri gel. Fakat bu kez kurallı biçimde
gel” mi diyecektik?
Biliyorum,
okur sıkılıyor. Çünkü iş artık komediye vardı. Ancak bu öyküyü bitirmek dışında
seçeneğim yok. Biraz daha sabır diliyorum.
Ben 15.
koğuşa gittikten sonra da arkadaşlarla C.T. konusunu ayrıntılarıyla konuşma
fırsatımız olmadı. Daha doğrusu, oturup hiçbir sorunumuzu ciddi biçimde konuşma
fırsatımız olmadı. Çünkü ilk olarak yukarıda sözünü ettiğim sürgün listesinden
haberdar değildik, dolayısıyla daha uzun süre bir arada kalacağımızı var
sayıyorduk; yani acelemiz yoktu. İkinci olarak da acilen Musul’la ilgili bir
şeyler yapılması gerekiyordu. O sıralar Türkiye’nin Musul’u işgal edeceği
senaryoları güncelleşmişti, medya yaygın biçimde Musul-Kerkük meselesini
tartışıyordu; T. Özal, M. Kemal Öke gibi tarihçileri davet etmiş, onlara Musul
sorununu çalıştırıyordu, tutukluların çoğunluğunu oluşturan Türk soluna mensup
devrimciler ise “Musul sorunu” hakkında fazla bilgi sahibi değillerdi. Bu
eksikliği kısmen de olsa giderecek bir şeyler yapılması gerektiği fikrindeydik.
Arkadaşlar, benim bu konuda belli hazırlıklar yapmış olduğumu görünce, başka
bir şeyle uğraşmadan önce Musul-Kerkük meselesiyle ilgili kafamdaki broşürü
yazmamı istediler. Diğer konuları bu iş bittikten sonra rahat bir şekilde
konuşup tartışacaktık.
Zaman
geçirmeden çalışmaya başladım. 60-70 kitap sayfası uzunluğundaki Musul’la
ilgili broşürü bitirdiğimin yanlış hatırlamıyorsam ertesindeki gün, yani
arkadaşlar henüz broşürü el yazısıyla çoğaltıyorlarken beni idareye çağırdılar
ve sürgün edildiğimi tebliğ ettiler. Aynı gün Gaziantep L Tipi Cezaevine (o
zamanlar sürgündeki için son durak) gönderildim. Böylece ne C.T. meselesini ne
de diğer meselelerimizi ayrıntılı biçimde konuşma fırsatı bulabildik.
Hafızam
beni yanıltmıyorsa, arkadaşlar benin sürgünümün ardından C.T.ı 15. koğuşa
getirmeyi başarmışlar. Bu sayede bir süre bizzat kendisiyle beraber kalma ve
tartışma olanağı bulmuşlar. C.T., bir süre sonra 15. koğuştan tahliye olmuş.
Bunları, 15. koğuştaki arkadaşların bir bölümü yaklaşık bir yıl sonra benim
bulunduğum Gaziantep L Tipi Cezaevine sürgün edildiğinde onlardan duydum.
Öykünün buraya kadar olan kısmını özetlersek
söylenebilecek şey şudur: M. Müfit’in
iddia ettiği gibi, C.T.nı örgüte alan ben değilim, 15. koğuştaki Kawacı
arkadaşlardır.
Böyle
genel bir ifadeyle sınırlı bırakırsam belirsizlik yeni bir spekülasyon konusu
edilebilir düşüncesiyle bu arkadaşlardan da biraz bahsetmek istiyorum.
15.
koğuştaki yönetici gruptan bugün net olarak hatırladıklarım iki kişidir. Bu arkadaşlardan biri şimdi Bern’de yaşıyor
(C. T.). İkinci arkadaşımız ise Münih’te yaşayan (İ. İ.). İlginç olan, bizzat
öldürülen Bedir Yolcu’nun da bu grup içinde yer almasıydı. Yalnız onun, C.T.a
davet yapıldıktan önce mi, yoksa sonra mı 15.
koğuşa gittiğini tam net hatırlamıyorum. Yine de önce gitmiş olması
ihtimali daha ağır basıyor ve eğer durum hatırladığım gibiyse M. Müfit’in
abuk-sabuk teorisine göre, kendisini öldürecek ajanı örgüte alan kişilerden
biri de Bedir Yolcu’nun kendisi oluyor! Bir de şimdi Almanya’da yaşayan bir
arkadaşımız daha vardı (A.R.G.) O da sorumlu kişilerden biri olarak kalmış
aklımda. A.R.G.nin yönetici grup içinde olup olmadığını tam hatırlamıyorum, ama
hafızam beni yanıltmıyorsa 15. koğuştaki Koğuş Komitesi’ne Kawa’nın temsilci
olarak o katılıyordu. Bu nedenle A.R.G.nin de sorumlulardan biri olduğunu
varsayıyorum. Yani bu durumda C. T. Ve İ. İ.ya ilaveten A.R.G. de C.T.la olan
yazışmaları ve kendisinin Kawa’ya davet edilmesi sürecinin ayrıntılarını
biliyor olmalıdır.
Eminim ki
sadece bu üç arkadaş değil, koğuştaki diğer arkadaşlar da durumu biliyorlardı.
Ben sadece koğuştaki sorumlu arkadaşların isimlerini vermekle yetindim. Ve bu
yazıyı yazarken bu arkadaşların hiç birine sorma gereği duymadım. Belki onlarla
istişarede bulunsaydım okumakta olduğunuz öyküdeki tarihleri daha net biçimde
ifade edebilir ve muhtemel hafıza oyunlarını temizleyebilirdim. Fakat bunu
yapmadım. Sebebini anlamak zor değil. Bunun yerine olayları nasıl hatırlıyorsam
öyle yazmayı tercih ettim. Bu arkadaşların kendilerine bir şey sormadığım için
isimlerini de rumuz olarak yazıyorum. İsterlerse veya gerek görürlerse C.T.ın
Kawa’ya davet edilmesi olayının nasıl geliştiğini anlatacaklardır.
İşte, M. Müfit’in başka bir şey bulamayınca fantezi
yoluyla acayip kılıklara büründürdüğü, bir ajanı örgüte aldığımla ilgili
hikâyenin aslı astarı budur. Ve bu öyküyü M. Müfit’in de bildiğini sanıyorum.
Ama onun derdi gerçekleri açıklamak değil, çeyrek yüzyıl önce işlenmiş bir
cinayetten bugün kendine yeni postlar çıkarmaktır.
Diyelim ki yukarıda anlattığım öykü uydurmadır ve C. T.ı
Kawa’ya ben aldım. Buradan, M. Müfit’in
ifade ettiği gibi, benim şaibeli biri olduğum sonucu mu çıkar?
Ya da yukarıdaki öyküde
adı geçen arkadaşları C. T.ı Kawa’ya aldılar diye onları şaibeli mi ilan
edeceğiz?
Bunlar deli saçması şeyler. Belli ki M. Müfit bana
saldıracak başkaca malzeme bulamayınca, yamuk öykülere sığınmak zorunda
kalıyor.
***
Öykünün
bundan sonrası da var elbette. C.T., 1987 yılında Malatya’dan tahliye oluyor.
15. koğuştaki arkadaşlar kendisini eşim Meral’in yanına yolluyorlar. Meral, o
sıralar, bir yandan İnsan Hakları Derneği’ni kurmak gibi legal faaliyetlerin
içindeyken diğer yandan örgütün dışarda kalabilmiş ve “ben varım” diyebilen
üç-beş kadrosuyla birlikte eski arkadaşlarımızı toparlamaya ve cezaevlerindeki
arkadaşlara yardımcı olmaya çalışıyordu. Gaziantep’teki cezaevi ziyareti
sırasında C.T.ın Malatya’daki arkadaşlar tarafından kendisinin yanına
gönderilmiş olduğunu söylediğinde, Meral’e, C.T. hakkındaki kanaatimin olumlu
olduğunu, fakat geçmişi hakkında kendisinin anlattıkları dışında bir şey
bilmediğimiz için, mümkünse kendi işlerine karıştırmadan evvel C.T.ın eski
çevresiyle ilişki kurup biraz araştırmalarını söyledim.
Kendisinin
bana anlattığına göre, bu uyarıyı ciddiye almışlar. Uyduruk gerekçeler
göstererek 3-4 ay kadar C.T.ı arkadaş çevremizin dışında tutmuşlar. Kısıtlı
imkânlar içinde ve dönemin korku atmosferiyle boğuşarak C.T.ın üniversitedeki
arkadaşlarıyla ilişki kurmuşlar. Fakat bu sınırlı araştırmada kuşkulu bir
duruma rastlamayınca C.T.ı bir süre sonra çalışmalara dahil etmişler. Yine de
her ihtimale karşı grup içindeki ilişkilerini olabildiğince sınırlı tutmaya
özel özen göstermişlerdi. Nitekim C.T. yakalandığı zaman, yakalanmasına neden
olan eylemle doğrudan ilişkili olmakla suçlanan 1-2 Kawacı ile bunlardan
bazılarının aile çevresine mensup birkaç alakasız şahıs dışında kimse
yakalanmadı. Hatırladığım kadarıyla, Meral’in Kawacıları toparlama işini
beraber yürütmeye çalıştığı eski kadrolarımızdan hiçbiri bu tutuklanmadan ötürü
gözaltına alınmadı veya tutuklanmadı. Sadece Meral aranır duruma düştü. Böyle
olmasının bir nedeni yakalananların değişik düzeylerde direnmeleri ise diğeri
de bütün imkânsızlıklara rağmen Cevdet konusunda gösterilen özenli ve
istikrarlı tavırdır.
M.
Müfit’in sırf benim eşim olduğu için Meral’in adını da bu işe bulaştırmaya çalışmasının
ardında yatan şey öykünün işte bu bölümüdür ve görüldüğü gibi bir kez daha
temelsiz karalamalardan ibarettir.
Ayak
oyununun Meral’le ilgili bu yanını bir kenara bırakıp öyküye geri dönersek,
C.T.ın Kawacılarla birlikte çalışmaya başlamasından yaklaşık bir yıl sonra
Kawacılara yönelik yukarda sözü edilen polis operasyonu yapıldı ve kendisi bir
grup arkadaşla birlikte Ankara’da tutuklandı (1988 baharı) ve aynı operasyonda
gözaltına alınanların ifadelerine göre poliste herkes gibi C.T. de ağır işkence
gördü.
Bu
operasyonla birlikte, özellikle Ankara ve İstanbul’daki kadro ve sempatizanlar
arasında gerçekleştirilmiş olan kısmi toparlanma da bir kere daha dağılmış
oldu. İnsanlar bir kere daha köşelerine çekildiler.
Meral’in
aranır duruma düşmesinden sonra dışarı ulaşma imkânlarım oldukça kısıtlanmıştı.
Buna rağmen İstanbul ve Ankara’daki arkadaşların önde gelenleriyle ilişki kurup
örgütü yeniden toparlamaya çalıştım. Bu çabalarım birkaç ay sürdü. Dışarda bu
işi yapabileceğini umduğum arkadaşların hepsine olmasa da önemli bir bölümüne
doğrudan veya dolaylı biçimde ulaştım. Fakat ulaşabildiklerimin çoğunluğu o
sıralar bir şey yapmak istemedikleri yolunda haber gönderdi. Bu durumda yeni
bir değerlendirme yaptım ve Kawa’yla ilgili yolculuğumu noktalamaya karar
verdim. Cezaevindeki arkadaşlarım bu karardan vazgeçmem için çok uğraştılar.
Fakat fikrimi değiştirmedim.
Bedir
Yolcu, böylesi olayların yaşandığı bir
süreçte Malatya E Tipi Cezaevinden
tahliye oluyor. Askerlik işini nasıl hallettiğini hatırlamıyorum. Fakat
bir süre sonra, kendisinin sözleriyle ifade edersem, “sıfırdan” ve
“Diyarbakır’dan başlayarak” örgütü toparlamaya koyuluyor. Onun bu çabalarından
Kawa’yla ilişkilerimi kestikten sonraki dönemde haberdar oldum.
Bedir, dışarda örgütü toparlamaya çalışırken, C.T.
cezaevinden tahliye edilip askere götürülüyor. Ardından da askerden –duyduğum
doğruysa- “kaçıp” bir süre sonra yeniden Kawacılarla buluşuyor. Bedir de bu
arada Diyarbakır’dan sonra İstanbul ve Ankara’ya uzanmış, oralarda faaliyet
yürütmektedir. C.T. ile Bedir’in ikinci buluşmaları bu şekilde gerçekleşmiş
olmalıdır.
C.T.ın bu kadar kısa sürede tahliye edildiğini duyduğumda
şaşırmıştım. Çünkü yargılandığı suçlar ağır cezayı gerektiriyordu. Ayrıca
cezaevinden çıktıktan kısa bir süre sonra tekrar “suç işlediği” için eski
cezasının infazının da yanmış olması gerekirdi. Sadece eski infaza denk gelen
ceza bile 2-2,5 yıl cezaevinde kalmasını gerektiriyordu. Ama bir yıl gibi
görece kısa bir sürede tahliye etmişlerdi. Şaşırtıcıydı. C.T.nla birlikte
tutuklanan arkadaşlardan biri, onun Ankara’daki bu ikinci tutuklanma sürecinde
“düşürüldü”ğü kanaatindeydi. Doğru olup olmadığı konusunda spekülasyon dışında
bir şey söyleyemem; fakat sözünü ettiğim şaşırtıcılıkla örtüştüğü için dikkat
çekici bir tespit olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan, C. T., askerden sonra Bedir
ve arkadaşlarının çevresine yeniden girebildiğine göre, Bedir ve arkadaşları
C.T.ın ikinci tutuklanmasından sonra da “temiz” olduğunu düşünmüş olmalıdırlar.
Sanırım
1989 sonbaharıydı, Bedir Yolcu Gaziantep L Tipi Cezaevinde bizleri ziyarete
geldi. Cezaevi koşullarımız artık epeyce düzelmişti. Örneğin açık ziyaretleri
artık kendi koğuşlarımızda yapıyorduk ve süresi de uzundu.
Beraberinde
Bedir’in kız arkadaşı olduğunu düşündüren jestler yapmak için fırsat kaçırmayan
bir bayan da vardı. Bedir, aralarındaki ilişkiye dair bir şey söylemeyince, kız
arkadaşı olduğundan şüphelenmeme rağmen özel bir şey sormadım.
Bedir’le
iki saate yakın konuştuk. Daldan dala çok sayıda konudan bahsetti. Ama C.T.dan
bahsettiğini hatırlamıyorum. Kendi çalışmalarını, Diyarbakır ve Cizre’de
atlattığı iki polis operasyonunu, Kawacı bazı kişilerle ve kesimlerle
ilişkilerini ve gelecek planlarını anlattı ve beni yeniden Kawacılarla birlikte
çalışmaya ikna etmeye çalıştı. Ben, bu sürecin benim açımdan geride kaldığını,
artık farklı bir yolda yürüyeceğimi söyleyip kendisine ve Kawacılara başarılar diledim.
O üzüntülerini belirtti, ben başarı dileklerimi tekrarladım, öylece vedalaştık.
Bedir’le
görüşmemizden kabaca 5-6 ay sonra, arkadaşları tarafından öldürüldüğü yolunda
bir haber duydum. Çok sonraları
öğrendiğime göre, Filiz adındaki “şaibeli” bir kadının iftirasıyla başlayan bir
provokasyonda, Cevdet Taştan’ın “namusu temizlemek” gazlamasıyla kışkırttığı,
“silaha-külaha düşkün”, “serseri” bir Kawacı tarafından öldürülmüştü (9 Şubat
1990). Kadın, duyduklarım doğruysa, Bedir’in beraberinde ziyarete getirdiği
bayandı. Ve yine duyduklarım doğruysa, Cevdet Taştan, cinayetten sonra bu
kadınla birlikte ortadan kaybolmuştu. Her kim ise, tetikçi de Güney Kürdistan’a
kaçıp orada sırra kadem basmıştı.
Yani benim
duyduğum yaygın öykü doğruysa “katil”,
M. Müfit’in yazdığı gibi C.T. değildir, cinayete yol açacak kışkırtmayı
yapan provokatördür. Bu özelliğinden ötürü ona da katil diyebilirsiniz.
Tartışma götürse de bunu anlamak mümkün. Ama bu durum, tetikçinin yaptıklarını
ortadan kaldırmıyor veya aklamıyor. Bunu anlamak mümkün değil.
“Kawa
Davası Savunması ve Kürtlerde Siyasi Savunma Geleneği” adlı kitabımın Kawa’yla
ilgili alt bölümünde bölümünde Bedir Yolcu’dan bahsedilen kısa bir dipnotu,
“trajik biçimde kendi yoldaşları tarafından öldürüldü” cümlesiyle bitirmemin
sebebi, olayın yukarıdaki cereyan ediş tarzıydı. M. Müfit’in bu cümleden
çıkarak bana, örgüte ajan alan adam suçlaması yapmaya çalıştığı öykünün özeti
işte budur.
***
Birçok Kawacı gibi benim de kanımı donduran bu öyküde
geçen olayı birilerinin örgüt-içi, gurp-içi, hareket-içi, muhalefet-içi vb.
iktidar oyunlarında kullanmaya çalışması, öykünün kendisinden de iğrençtir ve yapanın
ahlaki seviyesini gösterir. Neylersin ki dünya böyle bir yerdir: Dürüstler
mücadele alanlarında hayatlarını tereddütsüzce verirken, aldıkları soluğu bile
karşısındakilerinin hanesine borç diye yazanlar, 25 yıl sonra dahi onların
cesetleri üzerinde tepinerek kendilerine ikbal ararlar.
Mehmet Müfit’e tavsiyem, bu tür ayak oyunlarından vaz
geçmesidir. Böyle aşağılık öyküler uydurarak bana çamur sıçratma imkânı yoktur.
Görüşlerimi beğenmiyorsa oturup edebiyle eleştirsin. Belki birkaç kişi de bu
eleştirilerden yararlanır. Dahası, Türklerle Kürtlerin önümüzdeki elli yıllık
kaderinin tartışıldığı bir dönemde, 30 yıl önceki kişisel hesaplara dayanan
horoz dövüşlerini gündem diye insanların önüne sürmekten de kurtulmuş oluruz.
2013-06-11
----------------------------------
(*) M. Müfit’in sözü edilen yazıları için şu adreslere
bakabilirsiniz:
https://www.newroz.com/tr/forum/352974/cemil-g-ndogan-bagimsiz-birle-ik-k-rdistan-savunucularini-deshumanisation-u-aydinlarimizin
https://www.newroz.com/tr/politics/352986/cemil-g-ndogan-bagimsiz-birle-ik-k-rdistan-savunucularini-deshumanisation-u-aydinlarimizin
(**) 16 Şubat 2013 tarihli “Nihayet Gerçek Gündem” başlıklı
bu yazı için şu adrese bakabilirsiniz
http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/8720-2013-02-16-20-23-18.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder