Cemil Gündogan
cemil_gundogan@yahoo.se
Genel bir
tasvirini önceki yazıda(*)
vermeye çalıştığım Avrupai Türkler,
MİT-Öcalan mutabakatından en çok etkilenen gruplardan biridir. Bu etkilenme,
temelde, söz konusu mutabakatın Türkiye Cumhuriyetinin inşa yıllarında kurulan
bazı dengeleri sarsmasından kaynaklanıyor. Aşağıda bu dengeleri ve söz konusu
mutabakatın bunları nasıl etkilediğini özetlemeye çalıştım. Yazı biraz uzadı. Yaz
sıcağında fazla göz korkutmasın diye soluklanmaya yarayacak bazı ara başlıklar
ekledim. Buna rağmen yazının tümünü okumayı göze alamayacak okurlar sadece
siyaha boyanmış yerlere bakarak içerik hakkında genel bir fikir edinebilirler.
Avrupai Türklerin Azınlık
Olarak Kuruluşu
Türkiye’nin kuruluş döneminde oluşmuş ve şimdiye kadar
fazlaca tartışılmamış dengelerden biri, ağırlıkla Avrupai Türklere dayanan,
emperyalizmle işbirliği içindeki bürokrasi ve (yeni doğmakta olan) burjuvazinin
öncülüğünü yaptığı azınlık benzeri bir toplumsal grubun Asyatik Türkler ile
Kürtler üzerindeki egemenliğiyle ilgilidir.
Türkiye uzun süre bu azınlık yönetimiyle idare edilmiştir.
Esasen bu Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Emperyalizmin
I. Dünya Savaşı öncesinde geliştirdiği bir stratejiye dayanır ve kabaca azınlık
yönetimler eliyle yönetmek olarak tarif edilebilir.
Ortadoğu’da yakın
zaman öncesine kadar geçerli olan düzeni yerleştirmiş olan Sykes-Picot
Anlaşması bu anlayış üzerine kurulmuştur. Buna göre, Ortadoğu çok sayıda yeni
devlete bölünecek, ancak bu devletlerin yönetimi mümkün olduğu ölçüde
azınlıklara devredilecekti. Azınlık yönetimleri iktidarlarını koruyabilmek için
emperyalist devletlere bağımlı kalacaklarından, Batılı güçler yeni kurulacak
devletleri görece kolay bir şekilde kontrol edebilecekti. Nitekim bu stratejiye
uygun olarak Irak’taki yönetim, çoğunluğu oluşturan Şii Araplara değil,
azınlıktaki Sünni Araplara verildi.
Keza, Suriye’deki iktidar koridorlarında da çoğunluğu oluşturan Sünni
Arapların değil, azınlıktaki Nusayrilerin etkinliği arttırıldı.
Biraz farklı bir
yoldan gidilmekle birlikte, Türkiye’de de benzer bir durum oluştu. Farklılık,
Türkiye’de yönetimi ele geçiren Kemalistlerin, kelimenin bildiğimiz anlamında
tek bir etnik veya dini azınlığa mensup olmayıp, farklı etnik gruplardan
devşirilerek geleneksel kimlikler karşısında (esas olarak Türklerle Kürtlerin
oluşturduğu çoğunluk karşısında) adeta yeni bir etnik grupmuş gibi
kurulmalarıyla ilgilidir. Geleneksel kimliğin karşısına dikilen yeni “Türk”
kimliği, o yıllarda, yeni oluşmakta olan bir etnik azınlığın kimliği
görünümündeydi. Çoktandır popüler hale gelmiş bir anlatı bu durumu gayet güzel
özetler. Anlatıya göre, Cumhuriyetin başlangıç yıllarında köylünün birine
gururla Türk olduğunu anlatan bir Kemaliste köylü, “Estağfrullah Beyim, biz
Müslümanız,” mealinde cevap verir. Bu anlatımdaki Kemalistin eski etnik
mensubiyetinin (Bulgar, Türk, Boşnak, Kürt, Rumen, Aranavut veya Makedon) bir
önemi yoktur. Onlar artık yeni bir etnik grupturlar. Yeni, azınlıkta ve yöneten
bir etnik grup. Emperyalist devletlerle işbirliği içinde çoğunluğu yöneten
azınlık modeli Türkiye’de işte bu yolla kuruldu.
Elbette oluşum
Türkiye’ye özgü değildi. Örneğin, İran’da da genel hatlarıyla buna benzeyen bir
süreç yaşandı. Nitekim bu modeli yıkan ilk ülke de İran oldu. Ne yazık ki
yıktığından da beter bir modelle değiştirerek. Günümüzün her derde deva sözü
“Arap Baharı”, değişik unsurlar içerse de her şeyden daha çok bu eski modeli
İran’dakiyle aynı doğrultuda yıkmak isteyen Arapların mücadelelerini anlatır.
Ama bu ilişkiyi anlatmak başka bir makaleye kalsın. Biz tekrar Türkiye’ye
dönelim.
Türkiye’nin kuruluşundaki bu oluşum, Cumhuriyet
Türkiyesinin üzerinde fazla tartışılmamış şifrelerinden birini oluşturur.
Oluşum, genel hatlarıyla özetlenirse, bazı iç ve dış dengelere ve mekanizmalara
dayanır. Dengenin dış ayağını yukarıda özetledim; çoğunluğu oluşturan
geleneksel kimlikler karşısında Batılı emperyalistlerle yapılan işbirliğince
belirlenir.
İç ayakları ise biraz daha karmaşıktır. Öncelikle yeni
inşa edilmekte olan “Türk ulusu”na insan devşirecek, yani yeni azınlığın sosyal
zeminini genişletecek sistemlerin kurulması gerekmiştir. Bunların en
önemlileri, Kemalist eğitim sistemi ve Ordu’dur. Bu iki kurum, bir fabrikanın
işleyişi gibi, bir ucundan geleneksel sektörlere mensup insanları almakta,
şiddet ve indoktrinasyonla öğütüp yoğurduktan sonra diğer ucundan yeni etnik
Türk kimliğine değişik düzeylerde entegre edilmiş insanlar olarak piyasaya
salmaktadır. Türkiye’de Ordu’nun
siyasal, sosyal ve kültürel yaşama müdahalesi genellikle onun darbeci
faaliyetleri ekseninde tartışılmıştır. Oysa bu analiz, Ordu’nun anılan
fonksiyonu hakkında fazla bir şey söylemez. Ordu’nun en önemli toplumsal ve kültürel işlevi, onun yeni ulusun
kurucu fabrikalarından biri olarak işlemesidir. Bu fabrika sayesinde, kendi
köyünün dışına pek çıkmamış, geleneksel kimliklerden bir veya birkaçına mensup,
Müslüman bir Mehmet, askere alınıp iki yıl boyunca dayağın ve küfürün eşlik
ettiği bir indoktrinasyondan geçirildikten sonra, köyüne genellikle Türkleşmiş
bir Müslüman olarak dönmüştür.
Geleneksel kimliklere Türklük aşısı yapılarak oluşturulan
bu yeni tipoloji, Asyatik Türklerin ideolojisini oluşturan Türk-İslam
sentezinin sosyal maddesini oluşturmaktan başka, Kemalist rejim açısından
tehlike arzeden komünizm, anarşizm, Kürt hareketi, solculuk, liberalizm gibi “tehlikeli”
akımlara (ki neredeyse hepsi sosyalist bir söylem kullanmışlardır) karşı
Kemalist yönetimin başvurduğu gericiliğin ve kıyıcılığın insan kaynağını da
meydana getirmiştir.
Bu işbirliğini -ki
zirvesini 12 Eylül ile Hizbullah-JITEM işbirliği oluşturur- mümkün kılan şey,
esas olarak Komünizm tehdidi ve Soğuk Savaş’tı (Hizbullah-JİTEM örneğinde Kürt
hareketinin oluşturduğu tehdit). Nitekim bunlar ortadan kalkınca, geleneksel
kimliklerin asıl patronu olma iddiasındaki Asyatik Türklerin önderleri, Avrupai
Türklerin kontrolündeki kitleyi yavaş yavaş geri aldılar (Bin Ladin-Amerika
ayrışmasının Türk versiyonu). Bu iktidar kavgası, uluslararası koşulların da el
vermesiyle esas olarak 2000’li yılların başlarında Asyatik Türkler lehine
sonuçlandı.
Elbette askerden evine sadece Türkleşmiş Müslümanlar
dönmedi. Modernist, laik, Batıcı bir Türk olarak dönenler de oldu. Ama geleneksel
malzemeden bu tür modernist Türkler türetmek, esas olarak sivil Kemalist eğitim
kurumlarının ve diğer bürokratik aygıtların işi olarak kaldı. Bu kurumlarda
yeterince rendelenenler, kural olarak milliyetçi, laik, modernist ve Batıcı
Türkler olarak şekillendiler. Avrupai Türklerin sosyal tabanının genişlemesi
esas olarak bu şekilde sağlanmıştır. AKP’nin,
iktidarını sağlama alır almaz okul sistemiyle oynamaya başlamasının temelinde
de bu ilişki yatar. Bu okullarda artık Avrupai Türkler değil, Asyatik Türkler
yetiştirilecektir. İktidar kanadından sık sık duyduğumuz “Bundan böyle dindar
nesiller yetiştireceğiz,” yolundaki sözler bunu anlatır.
Alevilerin Kemalistlerce Arkalanması
Sosyal tabanındaki genişleme, Avrupai Türklerin
çekirdeğinde duran Kemalist bürokrasiyle büyük burjuvazinin sorunsuz biçimde
Türkiye’ye egemen olabilmelerine yetmemiştir. Bunun için geleneksel Türk
kimliği, Aleviler ve Kürtlerle ilgili bazı ek düzenlemeler ve mekanizmalar
gerekmiştir.
Birincilerle ilgili olarak yapılan en önemli düzenleme,
geleneksel dini kurumların yasaklanarak din işlerinin Diyanet İşleri
Başkanlığına bağlanması olmuştur. Kamusal alanlarda dinin ve geleneğin etkisini
sınırlayıp Cumhuriyetin sembolik egemenliğini sağlama yönündeki uygulamalar,
diğer bir tedbir manzumesini meydana getirir.
Alevilere gelince, Kemalist laisizm, Aleviliği
yasaklamış, fakat karşılığında onlara, pogrom tehdidini azaltan bir güvenlik
ortamı sunmuştur. Tehdidi yok eden
diyemiyoruz; çünkü 1970’lerin sonlarında gerçekleştirilen Maraş ve Çorum
katliamlarında görüldüğü üzere, Kemalist rejim, iktidar mücadelesi
gerektirdiğinde Alevilere karşı pogromlara devam etti. Bununla birlikte
pax-Kemalanın egemen olduğu Cumhuriyetin ilk elli yılında Türk Alevilerine
karşı pogrom uygulanmadığı da bir gerçektir.
Yeni düzenin bu özelliğini fark eden örgütsüz Aleviler,
geleneksel Sünni tehdidini, iktidardaki azınlık rejimine yaklaşarak dengelemeyi
rasyonel bir varoluş stratejisine dönüştürdüler. Bir diğer deyişle, kitlesel
kırım tehdidinden bir ölçüde uzak yaşamanın bedeli olarak inançlarını gizlice
ifa etmeye razı oldular. Buna, Kemalist azınlığın Alevileri arkalaması adını
verebiliriz.
Bu ilişkiye
arkalamak diyoruz, çünkü gördüğümüz şey, eşitler arası bir ittifak veya
işbirliği ilişkisi değildir. Kemalist yönetim, Alevileri asla işbirliği
yapılacak eşit bir partner olarak görmemiştir. Tersine Sünni geleneğe sadık
kalmış, Alevileri sistemli ve inatçı bir şekilde dışlayıp asimile etmeye
çalışmıştır. Örneğin, Alevilerin köylerine cami yaptırmış, çocuklarını Sünni
tedrisat çerçevesinde din eğitiminden geçirmiştir. Alevileri, Ordu’nun ve diğer
güvenlik kurumlarının yönetiminden uzak tutmuştur. Bürokraside ve iş hayatında da aynı ayırımcı
politikayı sürdürmüştür. Cumhuriyetin ilk elli yılında devlet eliyle palazlandırılan
büyük iş adamları arasında Alevi yok gibidir. Alevilerin büyük iş adamları
arasında görünmeye başlamaları, toplumsal ve iktisadi yapının devlet tarafından
kontrol edilemeyecek kadar kompleks bir nitelik kazanmasından sonraki döneme
denk gelir. Bürokrasi alanında da durum farklı değildir. Kazara müsteşar veya
genel müdür makamına yükselmiş bir Alevinin –ki genellikle dört başı mamur bir
oportünizm veya takiye sayesinde mümkün olur- bu makamdaki ömrü, kural olarak,
Sünni bir rakibi tarafından Alevi olduğu gerekçesiyle gammazlanmasına kadar
sürebilmiştir.
Fakat bütün bu
sistematik dışlama ve yok etme siyasetine rağmen, Kemalist rejim, Alevilerin
ileri gelenlerini küçük jestlerle satın alarak ve sıradan Alevilerin geleneksel
Sünni korkularını değişik mekanizmalarla besleyerek Türk Alevilerini arkalamayı
başarmıştır.
Aynı formül Kürt Alevileri için de işletilmek
istenmiştir. Özellikle Cemal Bardakçı’nın Elazığ valiliği döneminde bu yönde ilginç
girişimler yapılmıştır. Fakat 1938’de gerçekleşen soykırıma kadar Dersim’in
egemenleriyle Kemalist yönetim arasında arzulanan düzeyde bir yakınlaşma
sağlanamamıştır. Dersim Alevilerinin de Türk Alevilerinin izlediği çizgiye
getirilmeleri/gelmeleri, esas olarak soykırımdan sonra ve onun sayesinde mümkün
olmuştur. İslamcılara, Alevi Türklere ve Sünni
Kürtlere karşı dışlama, bastırma ve en uç noktada katliam politikası uygulayan
Kemalist rejimin, Kürt ve Alevi kimliklerinin üst üste düştüğü Dersim’e karşı
soykırımı da repertuvarına eklemesi, Kemalist rejimin değişik sosyal ve
kültürel kimliklerle kendisi arasına koyduğu mesafeyi anlamak bakımından iyi
bir göstergedir.
Sünni Kürtlerin Dengedeki
Yerleri
Sünni Kürtlere gelince, bunların bir kısmı Ermeni soykırımına aktif biçimde katıldıkları
veya katledilen Ermenilerin mallarına el koydukları için başından beri Kemalist
güçleri bir koruyucu olarak görmüşlerdir (Buradan, Alevi Kürtlerden de bu tür
işler yapan insanlar olmadığı sonucu çıkmasın. Fakat bunlar Sünni Kürtlerle
kıyaslandığında daha küçük orandadır). Kemalist hareket, bunlara ve Müslümanların birliği düsturunu
diğer her türlü ilkenin önünde tutan diğer bazı Kürtlere yaslanarak Sevr
Anlaşması’yla ortaya çıkan tehlikeli durumu savuşturmuş, dönemin yeni canlanan
modern Kürt milliyetçi hareketini ezmiştir.
Fakat dışarıdan
Kemalist orduların, içeriden ise kökleri II. Abdülhamit’in politikalarına
(Hamidiyecilik) uzanan bu iki gücün yarattığı kuşatmaya rağmen Sünni Kürtlerin
belli kesimleri, milliyetçi Kürt aydınlarının da katkılarıyla Avrupai Türklerin
azınlık yönetimine karşı direnmeye devam etmişlerdir. Bu direniş, özellikle
“Şark Islahat Planı” çerçevesinde Kürdistan’daki geleneksel egemen sınıf ve
tabakaları sindirme politikalarının yürürlüğe konulmasıyla genişlemiş (Bu aşamada Hamidiyeci Kürtlerin bir kısmı da
direniş saflarına katılmıştır) ve yer yer silahlı biçimler alarak 1930’lara
kadar sürmüştür. Dersim’deki soykırım, Sünni Kürtlere uygulanan bu ezme ve
sindirme politikasının başarıya ulaşmasıyla mümkün hale gelmiştir.
Dikkat edileceği
üzere Avrupai Türklere dayanan Kemalist rejimin başarısının arkasında yatan
etkenlerden biri, karşısına aldığı geleneksel Türk ve Kürt kimliklerini bölerek
aralarında birliğin oluşmasını engelleyebilmiş olmasıdır. Normal olarak,
Kemalistlerin öldürücü tehdidi altında yaşayan bu grupların kendi aralarında
birleşerek direnmeleri beklenir. Fakat böyle olmamıştır. Sadece Türkiye’nin
değil tüm bölgenin en modern örgütlenmesi olan İttihat ve Terakki’nin
tecrübesine, örgütçülüğüne, kadro gücüne, entelektüel donanımına, politika
yapabilme kabiliyetine vb. dayanan Kemalist hareketin karşısındaki geleneksel
güçleri manipüle etmesi, bölmesi ve giderek birbirine düşürmesi zor olmamıştır.
Kemalizmin
karşısındaki güçlerden geleneksel Türk kimliğine yaslanan muhalifler,
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, Kürtler söz konusu olduğunda, kural olarak
birlikten kaçan bir tavır takınmışlardır. Yer yer Kemalistleri destekleseler
bile ilgisizlik baskın tutumları olmuştur. Cumhuriyetin ilerleyen dönemlerinde
ise, yukarıda özetlediğimiz gibi, söz konusu kitle Türk-İslam sentezinin ana
toplumsal maddesine dönüşmüş ve böylece Kürtlere karşı Kemalist iktidarın asker
kaynağını oluşturmuştur.
Kürtler
cephesinden böyle bir birlik sağlamaya yönelik bazı adımlar daha çok Sünni
Kürtlerden gelmiştir. Örneğin, Azadi örgütünün liderlerinden Yusuf Ziya Bey’in
1924’taki Beytüşşebap isyanı öncesinde Türk muhaliflerle birlik oluşturmak
amacıyla İstanbul’da bazı görüşmeler yaptığını biliyoruz. Ancak bu görüşmelerden
somut bir işbirliği çıkmamıştır.
Bir diğer deneme
Şeyh Sait ayaklanmasının hemen öncesinde
ve ayaklanma esnasında yapılmıştır. Hareketin öncü kadroları İstanbul’daki Türk
muhalefetiyle birleşebilmek için çaba göstermiştir. Israrla dinci bir söylem
kullanmalarının arkasında yatan nedenlerden biri de böyle bir birliğin
imkanlarını arttırma düşüncesidir. Ancak bunlar hiçbir sonuç vermemiştir.
Aynı dönemde
Dersimli Kürt Alevilerle birleşme yönündeki girişimler ise sadece bireysel veya
ailesel ölçeklerde başarı sağlamıştır. Nitekim Sünni Kürtlerle işbirliği yapan
bazı Alevi Kürtler, ayaklanma bastırıldığında Elazığ ve Diyarbakır’da idam edilmişlerdir.
Fakat Aleviler, kural olarak bu ayaklanmanın dışında kalmıştır. Genel tutum
böyle olmakla birlikte, geleneksel Alevi-Sünni çekişmesinin aşiretler arası
çatışmalarla üst üste düştüğü bazı durumlarda, Alevi Kürtler, ayaklanan Sünni
Kürtlere karşı Kemalist yönetimle işbirliği halinde hareket etmiştir.
Yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi, Kemalist rejim,
gerçekte bir tür etnik azınlık yönetimi gibi kurulmasına rağmen, Alevileri
büyük ölçüde arkaladığı, Kürtler arasındaki geleneksel bölünmeleri beslediği ve
geleneksel Sünni Türkler ile Sünni Kürtlerin birleşmelerini engelleyebildiği
için Türkiye’yi uzun yıllar yönetmeyi başarmıştır. Bu, Cumhuriyet Türkiyesinin pek
de gizli olmayan bir sırrıdır.
MİT-Öcalan Mutabakatının
Kuruluştaki Dengelere Etkisi
MİT-Öcalan mutabakatı, bu sırrın arkasında yatan
dengeleri bozacak bir içerik taşıdığı için Avrupai Türkleri ürkütmektedir.
Çünkü bu mutabakat, Öcalan’ın Newroz konuşmasında açıkça ifade ettiği üzere, Kürtleri,
devletle mücadele eden bir güç olmaktan çıkarıp, Sünni İslam kardeşliğine
dayanan yeni-Osmanlıcı bir program çerçevesinde iktidardaki Asyatik Türklerin
Ortadoğu’ya yayılması eyleminin destekçisi haline getirmeyi öngörmektedir. Bu açıdan, Öcalan’ın yapmak istediği şey, Kürtleri,
iktidarın ezdiği bir diğer grupla birleştirerek ezilen grupların soluk
almalarını kolaylaştıran bir ittifak yapmak değildir. Tersine, Kürtleri
iktidarın arkasına takarak diğer ezilenler üzerindeki tahakküm gücünü
arttırmaktır.
Daha önceki
yazılarımın birinde Türk devletini Ortadoğu’nun efendisi yapmayı öngören bu tür
planların boş hayallerden ibaret olduğunu belirtmiştim. Bu, sadece dış
koşulların uygun olmayışıyla ilgili bir durum değildir. Bizzat mutabakatın
Kürtler için öngördükleri de böyle bir programın köküne kibrit suyu dökecek cinstendir. Çünkü Türkiye’yi Ortadoğu’da emperyal bir
devlet haline getirmenin karşılığı olarak Kürtlere verilmesi öngörülen şey,
kocaman bir hiçtir. Mutabakata göre, Kürtlere statü bir yana, dil hakları bile
verilmeyecektir; ama Kürtlerden Türkiye’nin emperyal yayılması için savaşması
istenecektir! Denklemin kuruluşundaki bu çarpıklık, mutabakatın ne kadar çürük
bir zemine dayandığını göstermektedir. Avrupai Türklerin Türkiye çapında eyleme
geçmeleri, bu zemine Türkler cephesinden de ağır bir darbe indirmiştir. Erdoğan’ın
Ortadoğu’da hegemonya kurma hayali, Türk ulusunun son eylemlerdeki bölünüşüyle
birlikte iyice zora girmiştir. Amerika ve Rusya’nın Suriye konusunda stratejik
planda bibirlerine biraz daha yaklaşmaları da benzer etkiler doğurmuştur.
Kısacası, burada MİT-Öcalan mutabakatının Avrupai Türklere etkisinden
bahsederken bunun mutlaka gerçekleşecek bir mutabakat olduğunu söylemiş
olmuyoruz. Sadece böyle bir mutabakatın
lafının bile, Türkiye Cumhuriyeti denilen politik bütünlüğü oluşturan ana
kütleler arasındaki ilişkileri etkileyebileceğini anlatmaya çalışıyoruz.
Bir varsayım yapalım ve diyelim ki mutabakatın bahtı açık
gitti ve Hanefi Türkler ile Şafi Kürtler İslam kardeşliği esasında birleşerek
yönlerini Kürdistan’ın diğer parçalarına (Suriye ve Irak’taki parçalar)
çevirdiler ve mutabakatta öngörüldüğü üzere sınırları silikleştirip Suriye
Kürtleri ile Irak Kürtlerini Türkiye’nin bir parçasına dönüştürdüler. Böyle
farazi bir tabloda Avrupai Türklerin durumu ne olacaktır?
Böyle bir tabloda Avrupai Türkler, Sakarya’dan El
Haseki’ye, oradan da Süleymaniye’ye kadar uzanan büyük Sünni deryasında yüzmeye
çalışan küçük bir tekneye dönüşeceklerdir. O teknenin bu denizdeki ömrünün uzun
olmayacağını söylemek ise gereksiz bir laf olur. Mutabakatta öngörülen birlik başarılı bir şekilde inşa edilirse Avrupai
Türkler bir daha asla iktidar yüzü göremeyeceklerdir. Daha da önemlisi, Avrupai
Türkler bir süre sonra muhtemelen Asyatik Türklerin içinde eriyip yok
olacaklardır. Tabii süreç barışçı biçimde ilerlerse. Burası Ortadoğu, bu tür
süreçlerin kanlı aşamalar içermesi ihtimali de tümüyle yok sayılamaz. Türkiye’dekine
benzer bir süreç şu sıralar Mısır’da yaşanıyor ve dünkü olaylarda 16 kişi öldü
bile. İşte Avrupai Türklerin MİT- Öcalan mutabakatına karşı tavrını belileyen
şey bütün bu ilişki ve olasılıklar sistemidir.
Dikkat ederseniz,
MİT-Öcalan mutabakatı ile Alevilerin ilişkisini ele aldığımız yazıda(**)
çizdiğimiz tablonun bir benzeriyle karşı karşıyayız. Avrupai Türkler için
yukarıdaki paragrafta dile getirilen durum, Türk Kürt fark etmez Aleviler
bakımından da geçerlidir. Eğer bu mutabakat gerçekleşirse uzun vadede Alevilerin
bu coğrafyada yaşama şansı olabildiğine azalacaktır. İlişkinin bu karakteri
matematik bir kesinlik taşıdığı için Öcalan’ın Newroz konuşmasındaki
yeni-Osmanlıcı programın kamuoyuna sunulduğunun ertesindeki gün, Türk Kürt fark
etmez bütün Alevilerin ve Avrupai Türklerin bu programa karşı direneceklerini yazmakta
tereddüt etmedim.
Nitekim şu sıralar
olup bitenler, her şeyden çok bu iki toplumsal gruptaki hareketlenmeye işaret
ediyor. Aleviler irkilmiş vaziyetteler
ve kötü gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Medyada,
Taksim direnişi esnasında öldürülen dört kişinin dördünün de Alevi olduğuna
dair haberler çıktı. Bu durum, Alevilerin son direnişte tuttukları yer konusunda
bir fikir vermesi bakımından dikkat çekicidir. İstanbul’da, Taksim dışındaki en
çok ses getiren gösterilerin Gazi Mahallesi’nde yapılmış olması da aynı şeye
işaret ediyor. Kürdistan’daki Kürtler arasında Taksim direnişine tek gerçek
kitlesel desteğin Dersim’den gelmesi, aynı yöndeki bir başka veridir. Kısacası,
Aleviler gidişatı görüyor ve kendi kaderlerine etki edebilmek için yavaş yavaş
hareketleniyor. Hükümet de bu silkinmeyi pasifize etmek ve gelişmeyi rayından
çıkarmak için şu sıralar Alevileri bölmeye yönelik yeni bir paket hazırlamakla
meşgul.
Taksim Direnişinin
MİT-Öcalan Mutabakatıyla İlişkisi
Avrupai Türklere
gelince, onların kimler olduğunu ve yeni süreci nasıl algıladıklarını Taksim patlamasıyla pratikte görmüş olduk.
Piyasada Taksim direnişini analiz etmek amacıyla geliştirilmiş bir çok görüş
var. Buların büyük çoğunluğu, bu direnişi, onun bir parçasına eşitleme düşüncesine
dayanıyor: Orta sınıf hareketi, post-modern direniş, ayrıcalıklıların eylemi,
burjuvaların direnişi vbg. Gerçekte bu tanımların hiç biri hareketi
açıklamayamıyor; çünkü hareket başka her şeyden çok bir ulusal harekete
benziyor. İçinde burjuvası da işçisi de, modernisti de post-modernisti de, Ergenekoncusu
da liberali de, Marksisti de faşisti de.... var. Taksim direnişi, çok yönlü bir
fenomen olamkla birlikte, başka her şeyden çok, Avrupai Türklerin yeni bir ulus
yaratmaya götürebilecek devinimlerinden biri olarak tanımlanabilir. Karşımızda,
kendisi Müslüman olsa da sosyal yaşamın referanslarını Şeriat’tan almak
istemeyen ulus-benzeri bir topluğun, Asyatik Türklerin dayattığı programa yönelttiği
bir itiraz var. Bu devinimin ileride dört başı mamur bir ulus kurmayla neticelenebileceği
gibi soluksuz kalıp bambaşka bir şeye de dönüşebilir. Hareketin hangi yöne
evrileceğini kesin olarak bilemeyiz. Fakat Şafi Kürtlerle Hanefi Türklerin Türkiye’nin
yönünü Ortadoğu’ya doğru çevirme hedefinde birleşmeleri olasılığı yükseldikçe,
birinci ihtimalin güç kazanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Buradan kalkarak, Taksim direnişinin, MİT-Öcalan mutabakatının
birinci aşamasının sorunsuz biçimde sona erdiğine dair bir izlenimin
yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde patlamasının tesadüf olmadığı söylenebilir.
Avrupai Türkler bu eylemleriyle, Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin İslam birliği
zemininde Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirme niyet ve girişimlerine itiraz
ettiklerini deklare etmiş oldular.
Bu manada
anlaşılmak kaydıyla, Taksim direnişinin MİT-Öcalan mutabakatına karşı bir boyut
içerdiği doğrudur. Ancak bu karşıtlık, PKK-BDP çevrelerinin sunmaya çalıştığı
türden bir karşıtlık değildir. Çünkü onlar, özellikle Taksim direnişinin
başlangıç günlerinde, bu direnişi Ergenekoncuların barış sürecini boşa çıkarma
girişimi olarak lanse ettiler. Hala da ortada sanki gerçek bir barış süreci
varmış da Ergenekoncular onu sabote etmeye çalışıyormuş gibi konuşanlar var. Bu
tür değerlendirmeler, meselenin küçük bir parçasını onun esası olarak sunmaktan
ibarettir. Ergenekoncular elbette bu hareketin içinde varlar ve harekete kendi
renklerini vermek için çalışıyorlar. Tıpkı bazı küçük Marksist grupların
militan çıkışlarla bu hareketi kendi çizgilerine doğru yönlendirmeye
çalışmaları gibi. Ne var ki Taksim direnişinin Ergenekoncu bir hareket olduğu yolundaki
iddia, dinci iktidarın kara propagandasından başka bir şey değildir.
Taksim’de direnenlerin ana hedefleri Kürtler değildir.
Onlar, muhtemel bir Sünni deryasında iki gün içinde darmadağın olacak bir
tekneye dönüşmemek için direnen Avrupai Türklerdir. Bu nedenle ana hedefleri de
Kürtler değil, Asyatik Türklerdir. Direnişin içinde, Kürtleri esas problem
olarak gören kesimlerin, örneğin Ergenekoncuların varlığı bu gerçeği
değiştirmiyor. Kürtler, yeni-Osmanlıcıların gerici fetih programına destek
verdikleri ölçüde böyle bir hareketin hedefine dönüşürler. Mevcut durumda ise, bu
harekette, Kürt muhalefetiyle çıkar ortaklığı içinde olduklarına dair bir
bilinç yavaş da olsa gelişmeye devam ediyor. Taksim direnişçilerinin geçtiğimiz
hafta içinde İstanbul ve İzmir’de yaptığı “Lice yalnız değilsin” gösterileri bunun
bir göstergesi.
Bu açıdan bakıldığında Avrupai Türklerin direnişini, Kürtlere
karşı bir hareket olarak görmek sadece yanlış olmaz, aynı zamanda Kürt
hareketini, sırf liderinin tutsaklığından ötürü içine yuvarlanmakla yüz yüze bulunduğu
gericilik kuyusundan (yeni-Osmanlıların Ortadoğu’daki yayılmasına destek olma
eylemi) uzaklaştırmaya yardımcı olabilecek önemli bir olanağı da tepmek
anlamına gelir.
Türkiye’nin mevcut durumunda Avrupai Türkler ve Kürtler,
Asyatik Türkler karşısında iki azınlıktır. Artık darbe yaparak Avrupai Türkleri
bu durumdan kurtaracak bir ordu da bulunmadığına göre, bu iki grubun çıkarları
bundan sonraki süreçte, isteseler de istemeseler de büyük ölçüde paralel
yürüyecektir.
Bu durum, esasen
kabaca 2005’ten beri, yani Ordu’nun darbe yapamayacağının belli olduğu tarihten
beri böyleydi. Nitekim tabloyu daha rahat görebilsinler diye referandum dönemi
yazılarımda konuyu şöyle özetlemiştim.
“Tarihin garip cilvesine bakınız ki, bugün,
Avrupai Türkler, kan kusturdukları Kürtlerle ittifaka muhtaç duruma düşmüşlerdir.
“Böyle olmasının nedeni, Avrupai Türklerin
önlerinde sadece iki yol kalmış olmasıdır:
“1-‘Yenildik, yapılacak bir şey yok’ diyerek,
iktidara elveda demek. Yani kendi kaderine razı olmak.
“2-Kürtlerle ittifak yoluna giderek Asyatik
Türklerin iktidarını dengelemeye çalışmak.
...
“Eğer Avrupai Türkler, Kürtlerle ittifak yaparak
Asyatik Türklerin iktidarını dengeleme yoluna gitmezlerse, Kürtler, Asyatik
Türklerin yarım kalmış işlerini tamamlamalarını seyretmekle yetineceklerdir.
Bundan kuşkunuz olmasın. Öcalan’ın Mustafa Kemal
aşkı bile Kürtleri bu tavrından alıkoyamaz. Kaldı ki otuz bin
evladını Avrupai Türklerin inkâr ve imha polikasına kurban vermiş bu halkın
içinden Asyatik Türklerin eylemini seyretmekle kalmayıp hararetle destekleyecek
bir hayli insan çıkacağı da kesindir.” (Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları, 2011,
s. 200-201)
Ama Avrupai Türkler bu gerçeği o zaman görüp buna uygun
hareket etmediler. Çok küçük bir kesimi Kürtleri anlamaya çalıştı. Büyük
çoğunluk Kürtleri kendisine dert edinmedi. Grubun içindeki etkin ve örgütlü
kesimler ise, AKP’nin Kürtlere karşı açtığı savaşı kışkırtıp derinleştirerek iki
tarafın da güçten düşmesine yol açacağını umdukları bir strateji güttüler.
Ama umdukları gibi olmadı; ne Kürtler yenildi, ne AKP
iktidardan düştü. Ve gelinen noktada deniz tükendi. Taksim direnişinin tam
böyle bir anda patlaması hem dikkat çekicidir, hem de hayra alamettir. Çünkü Avrupalı
Türklerin meseleyi yavaş yavaş idrak etmeye başladıklarını göstermektedir.
Ordu’nun darbe yapmasından umudunu kesmiş Avrupai Türkler, kendi göbeklerini
kendileri kesmeye karar vermiş görünüyorlar. Sokağa inmeleri bunun ifadesidir. Bir
yandan sokağa inerken diğer yandan da Kürtlerin bu mücadelede kendilerine
kalıcı bir müttefik olabileceğini idrak etmeye başlıyorlar.
Esasen görmesini
bilenler için bu yönlü gelişmeleri Taksim direnişinden önce de tespit etmek
mümkündü. Örneğin, bu direnişten yaklaşık bir ay evvel Avrupai Türklerin
popüler yazarlarından Ertuğrul Özkök, Kürtlerle Türkler arasındaki problemin en
iyi çözümünün “ya dostça ayrılık, ya da federatif bir model” olduğunu yazdı. (bkz. Ertuğrul Özkök, “Işın: ‘Düello mu
istiyorsun? Buyur’”, 24 Nisan 2013/Hürriyet. (***)
Kemalist rejimin son otuz yıllık kötülüklerinin ortaklarından
biri olan Özkök’ün birden bire Kürtlere bağımsız devlet veya federasyon
önerecek kadar hayırlı bir çizgiye gelmiş olmasının nedeni ne olabilir?
Nihayet doğruları görmüş
olabilir mi?
Olabilir. Ama neden
bugün?
Kürtlerin önüne
yağlı bir börek atmak suretiyle “barış sürecini” dinamitlemek amacıyla böyle
bir yazı yazmış olabilir mi?
Olabilir, ama bağımsız
Kürdistan teklifi biraz fazlaca yağlı bir börek olmuyor mu? Nedir Özkök’ü bu kadar
yağlı teklifler yapmaya razı eden şey?
Soruları uzatmak
mümkün. Fakat teklifin yapıldığı konjonktürü gözden kaçırırsanız en masumundan
en komplocusuna kadar bütün bu sorulara bulabileceğiniz cevaplar sadece yeni
sorular doğurur. Bu nedenle gözlerimizi konjonktüre çevirmemiz gerekiyor. Orada
ise Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin birleşerek Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirmeleri
eyleminin politik gündeme girmesi ihtimali duruyor. Bu ihtimalin ciddileştiğini
gören bir Avrupai Türk’ün, Kürtlerin en doğal haklarını kabul ederek onlarla
ittifak yolları aramasından daha rasyonel ne olabilir? Yani Özkök’ün davranışında
mutlaka bir komplo aramamız gerekmiyor. Çünkü böyle bir strateji kendi mantıki
sonuçlarına varırsa, Asyatik Türkleri bir müttefikten yoksun bırakıp zayıflataacağı
gibi, Avrupai Türklere de bir müttefik kazandırarak pozisyonlarını daha da güçlendirecektir. Bir
diğer deyişle Özkök, üç yıl evvelki makalemde Avrupai Türklere önerdiğim yolun
tek çıkar yol olduğunu iş ciddileştikten sonra görmüş olabilir.
Durumun böyle olup
olmadığını bilmiyorum. Dahası, şahıs
olarak Özkök’ün ve onun gibi düşünenlerin yeni çizgilerinde sebat edip
etmeyeceklerini de bilemem. Ancak toplumsal bir grup olarak Avrupai Türklerin
önündeki tek yolun Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını
dengelemek olduğunu, üç yıl sonra bugün daha güvenli biçimde ileri sürebilirim.
Denklemin kuruluşu böyle olduğu müddetçe, Avrupai Türklerin saflarında
Kürtlerin haklarını kabullenme yönünde başka gelişmeler görmek şaşırtıcı
olmayacaktır. Taksim direnişçilerinin Lice’ye destek eylemleri bu türden bir
gelişmedir. Kürtler cephesinden yapılması gereken şey, bunu teşvik etmek ve
daha bilinçli hale gelmesini sağlamaktır.
Avrupai Türkler
İlerlerken Kürt Hareketi Geriliyor mu?
Ne yazık ki
Kürtler cephesinden bu yönde ölçülmüş, kararlı ve istikrarlı bir tutum
görmüyoruz. Hatta bazı belirtilere bakılırsa Avrupai Türkler olumlu yönde
ilerlerken Kürtlerin ters tarafa doğru yürümeye başladıkları bile söylenebilir.
Kürt hareketinin saflarındaki önemli bir kitlenin, Avrupai Türklerin olumlu veya
olumsuz her eylemini gözü kapalı bir şekilde Ergenekoncuların süreci sabote
etme eylemi olarak lanse etmeleri bunun işaretidir. O kadar ki, Taksim direnişi
gibi Türk tarihinde görülmemiş nitelikteki bir eylem bile Kürt hareketi
tarafından görmezden gelindi. Hatta ilk günlerinde olumsuz değerlendirmelerin
konusu edildi. Elbette kaçamak ifadelerle. Bütün Türkiye’de eyleme destek vermemiş
dört vilayetin Hakkari, Şırnak, Muş ve Bitlis olduğu yolundaki medyada çıkan haberler
bu açıdan dikkat çekicidir. Bütün bu olumsuzlama, görmezden gelme,
önemsizleştirme eylemlerinin üstü “biz gaz ve bomba yerken siz neredeydiniz?”
türünden siyasette anlamı olmayan söylemlerle örtülmeye çalışıldı. Bunlar
geriye doğru gidişin işaretleri.
Peki neden?
Durumu
kavrayamamaktan kaynaklanan geçici bir tekleme olabilir mi?
Olayın bir teklemeyle açıklanabileceğini sanmıyorum. Doğrudur,
Taksim direnişi birçokları açısından
beklenmedik bir olaydı. Bu nedenle Kürt hareketinin de başlangıçta durumu
anlamakta zorlanması anlaşılır bir şeydir. Hele son otuz yıldır bu topraklarda
kendileri dışında dişe dokunur bir direniş hareketi göremeyen PKK
yöneticilerinin, bu pozisyonlarının yol açtığı kendileri dışındaki her direnişe
tepeden bakma tavrını artık içselleştirmiş oldukları gerçeğiyle bir arada
düşünülürse. Buna rağmen, bütün olup
bitenleri, beklenmedik bir durumu anlayamamanın geçici şaşkınlığıyla açıklamak
ikna edici değil. Direnişe karşı Kürt hareketi saflarında şahit olduğumuz dayanıklı
soğukluk, bunun ötesine giden bir direnişe işaret ediyor. Aradan bunca zaman
geçmiş olmasına rağmen bugün bile aynı soğukluğun hissediliyor olması, açıklanmaya
muhtaç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
En yaygın izah
tarzı, Kürt hareketinin, Taksim direnişinin “barış süreci”ni sabote etmek için
Ergenekoncular tarafından tezgahlanmış olduğundan kuşkulandığı için direnişe
şüpheyle yaklaştığı yolundadır. Bu izahta bir gerçek payı vardır. Yani, Ergenekon komplosuyla ilgili kuşku, Kürt
hareketini Taksim direnişi karşısında bir dereceye kadar tedirgin, şaşkın ve
hareketsiz bırakmıştır. Fakat tek sebebin bu olduğuna inanmak zordur. Eğer
öyle olsaydı direnişin Ergenekonla ilgili bir şey olmadığının anlaşılmasıyla
birlikte Kürtlerden bu direnişe tam katılım sağlanırdı. Oysa Dersim dışında
böyle bir katılım yok ve Dersim’deki katılım da PKK-BDP’nin çabasından ziyade
bölgenin Alevi olması ve sosyalist akımların bölgede hala belli ölçülerde
varlıklarını sürdürmeleriyle ilgili bir durum.
Dolayısıyla başka faktörlere göz atmamız gerekiyor. Kendi
payıma en az iki faktör sayabilirim. İlk faktör, Kürt hareketinin kendi
politikasının sınırlarını cezaevindeki bir tutsağın sınırlarına hapsetmeyi kabul
etmiş olmasıdır. O sınır çok dardır ve Taksim türünden gelişmeler yaşandığında
manevra yapma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır.
Kürt hareketi,
politikasının sınırlarını bir cezaevinin sınırlarına hapsetmeye devam ettiği
müddetçe bundan sonra da eline geçecek politik fırsatları doğru veya etkili biçimde
kullanamayacaktır. Çünkü kafanızı kendi elinizle bir hapishaneye soktuğunuzda,
bütün yumurtalarınızı o cezaevinin gardiyanı olan Erdoğan’ın sepetine koymuş
olursunuz. Yumurtalarınız Erdoğan’ın sepetinde duruyorken diğer sepetler otomatikman
manevra alanınızın dışına çıkar. Böylece, dünya ölçeğinde örgütlü bir hareket
olmanıza rağmen Taksim direnişi gibi Türkiye’yi sarsan bir olayı dahi elinizi
böğrünüzde bağlayarak seyretmek zorunda kalırsınız.
İkinci faktör ise, Kürt hareketindeki gelenekselci reflekstir.
Buna Sünni refleksi de diyebilirsiniz, çünkü kültürel planda Sünniliğin
değerleriyle paralel yürümektedir.
PKK yönetimi, söz
itibarıyla da olsa, bir süre önce Taksim’e ilişkin destek tavrını ilan etti. Ama
PKK tabanı buna rağmen Taksim direnişine kitlesel bir destek sunmadı. Bu geri
duruşun bir kısmının Hükümete verilmek istenen “mutabakata sadığız” mesajıyla
ilgili olduğunu tahmin etmek zor değil. “Biz bomba yerken siz neredeydiniz?”
şeklindeki duygusal tepkileri de bir faktör olarak sayabiliriz. Yine de geleneksel kültürel kodlara epeyce
bağlı bir tabanın, kendisini Taksim’le sembolize olan modern, hatta post-modern
yaşam tarzlarıyla özdeşleştirmekte hissettiği zorluğu anmazsak tabloyu eksik
bırakmış oluruz. Daha açık bir şekilde yazmak gerekirse, PKK kitlesinin en azından
bir bölümü, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kapışmada kendilerini
kültürel olarak ikincilere yakın hissetmektedir. Bu nedenle Avrupai Türklerin
eylemi, Kürt hareketi safalarında MHP’dekine benzer sorunlar yaratmaktadır.
MHP’nin durumunu bu yazının birinci bölümünde özetlemiştim. Kürt hareketinin
sorunu ise, hareketin omurgasını kültürel planda Avrupai Türklerinkine benzer
değerler taşıyan kadrolar oluşturuyorken, hareketin tabanın Asyatik Türklerin
kültürel kodlarına yakın duran kitlelerden oluşuyor olmasıdır. Dün fazla sorun
çıkarmayan bu terslik, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kültürel
kodlar üzerinden yürüyen savaş keskinleştikçe Kürt hareketinde de iç gerilim
yaratmaya başlıyor. Taksim’e karşı kitlesel dirençten anlaşılıyor ki Kürt hareketinin
saflarındaki Sünni refleksi artık reel bir siyaset faktörüdür.
Bu durumda bize
kalan, üç yıl önce Avrupai Türkler için yazdıklarımızı bu kez Kürt hareketi
için tekrarlamak oluyor: Türkiye hızlı
bir cemaatleşmeye doğru gidiyor. Bu koşullar altında Avrupai Türkler, Kürtler, Müslüman
olmayan azınlıklar ve Aleviler artık Türkiye’deki Asyatik Türklerin iktidarından
muzdarip birer azınlık pozisyonundadırlar. Erdoğan’ın, kendisini destekleyen %
50’lik payı kemikleştirmeye yönelik provokativ bir politika izlemesine ve Polis
aygıtına yeni yatırımlar yapmasına bakılırsa bu durumun daha uzun yıllar
sürmesi ihtimali vardır. Dolayısıyla azınlıktaki gruplar ya gerçek hayattaki bu
ilişkinin gereklerine uygun davranıp Asyatik Türklere karşı herkes için yaşam
alanı sağlayacak demokratik bir işbirliği geliştirirler, ya da Asyatik Türklerle
tek tek hesaplaşmayı tercih ederek kötü kaderlerine razı olurlar. Dünün
efendileri olan Avrupai Türklerin bu gerçeği yavaş yavaş görmeye başladığı bir
dönemde, Kürt hareketinin, sırf lideri tutsaktır diye bundan yan çizmeye başlaması veya gelişmeye ayak
uyduramaması tarihin ironisi olsa gerek.
2013-07-02
----------------------------------
(*) http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/10917-2013-06-22-16-06-17.html
(**) http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/10557-2013-06-03-12-14-12.html
(***) Yazının internet adresi şöyle: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23120048.asp?utm_source=hurriyet&utm_medium=yazarlar&utm_campaign=yazarsonyazi
----------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder