Fikret Başkaya
“Bireyler
ancak bir başka sınıfa karşı ortak mücadele yürüttüklerinde bir sınıf oluştururlar,
bunun dışında bir rekabet ortamında düşmanca karşı karşıya gelirler.
Karl Marx
Toplumun sınıflara
ayrıldığı neolitik çağın başından beri, insanlık varoluşunu güçlünün güçsüzlüğüyle, güçsüzün gücü
arasındaki çelişki belirledi. Bir tarafta asıl gücün sahibi olan ama gücünün
farkında olmayan ve gereğini yapmayan, yapamayan ezilen ve sömürülen geniş halk
sınıfları, diğer yanda gücünü ve iktidarını karşı tarafın zaafından, gücünün
farkında olmayışından alan ezen ve sömüren hakim sınıflar ve çevresi. Elbette
neden öyle olduğuna açıklık getirmek kapsamlı tahlilleri gerektirir ama geçerken
iki hatırlatma yapabiliriz: Birincisi, Marx’ın “ Her dönemde hakim fikirler hakim sınıfın fikirleridir” tespitidir
ki, bunun anlamı, ezilenlerin kendilerine ezenin gözüyle bakmasıdır; ikincisi
de, toplumsal hiyerarşinin varlığıdır. Dolayısıyla temel ayrışma mülk sahibi
egemen sınıflarla egemenlik altındaki sınıflar arasında olsa da, ezilen sınıf
da homojen değildir. Dolayısıyla sınırlı da olsa, hiyerarşi ezilen sınıf için
de geçerlidir. Böyle bir durumun varlığı da, ekseri ve çelişik olarak ezilenlerin
ortak hareket etmesini zorlaştırıyor. Sınırlı da olsa, hiyerarşinin-eşitsizliğin
varlığı, ezilen-sömürülen kitle içinde de durumlarının iyileşeceği beklentisine
ve yanılsamasına neden oluyor...
İşte
devrimler güçsüzün gücüyle, güçlünün güçsüzlüğü
arasındaki çelişkiye son verildiği, şeyleri yerli yerine koyan, asıl
bulunmaları gereken zemine yerleştiren derin sosyal dönüşüm veya alt-üst oluş anlarıdır.
Devrim, varolan toplumsal hiyerarşiyi ortadan kaldırmayı, şeyleri ters-yüz
etmeyi amaçlayan bir “düzeltme” anı/eylemi/olayıdır... Darbe söz konusu olduğundaysa,
hiyerarşi yerli yerinde kalmaya devam eder. Sadece eğemenler/yönetenler katında
sınırlı bir sarsıntı söz konusudur. Devirme/devrilme, yükseklerde, sarayda
cereyan eder ve darbenin asıl varlık nedeni, şeylerin seyrini değiştirmek, süreci
yeni bir rotaya sokmak değil, tıkanıklığı aşmak, rejimi rahatlatmaktır. Bu
niteliğinden ötürü de darbeler her zaman sistem içidir ve sınırlı rötuşların ötesine
geçemez.
Fransız
filozof Alain Badiou, yukarda sözünü ettiğim çelişkiyle ilgili olarak şöyle
diyor: “Dünyada mevcut olan, ama
onu anlamlandırma ve geleceğini belirleme noktasında var olmayan bu insanlara dünyanın
var olmayanları diyelim. Dünyada değişim, ancak dünyanın var olmayanları bu dünyada
olanca yoğunluklarıyla var oldukları zaman gerçekleşir. Bu öznel olgu olağanüstü
bir güçle doludur. Var olmayanlar ayağa kalkmıştır. Bunun için ayaklanma deriz
zaten: İnsanlar yerdedirler, boyun eğmişlerdir; şimdiyse dikilmekte, doğrulmakta,
ayağa kalkmaktadırlar. Bu başkaldırı bizzat varoluşun başkaldırısıdır:
Yoksullar zengin olmamıştır; silahsız insanlar silahlanmamıştır vs. Aslında
temelde hiçbir şey değişmemiştir. Meydana gelen şey, var olmayanların varlığının
iadesidir ki bu, olay dediğim bir koşula bağlıdır.” *
Elbette bu egemenler cephesine karşı sadece
devrim öncesinde ve devrim anlarında itiraz edildiği, başkaldırıldığı anlamına
gelmez. Mücadele her zaman var, zira başka türlü olması mümkün değildir. Malûm saldırı-karşı saldırı diyalektiği söz
konusu... Sorun itirazın olup-olmamasıyla değil, itirazın, mücadelenin kapsamı,
derinliği ve ortaya çıkardığı sonuçlarla ilgilidir. Devrim, toplumsal yapıda derin
bir dönüşüm gerçekleştirme istidadına sahiptir.
Bu güne kadar sınıflı toplumu aşmak üzere yapılan
mücadele artık yeni bir eşiğe gelip dayanmış bulunuyor. Zira kapitalist sömürü,
yağma ve talan düzeni sadece insâni ve sosyal kötülükler yaratmakla kalmıyor,
canlı yaşamı, insanlık varoluşunu tehdit eden ekolojik kötülükler, felâketler
de yaratıyor. İşte birbirini sürekli yeniden üretip azdıran bu ikisinin diyalektiği,
yeni bir öfkenin ve bilinçlemenin, yeni mücadele biçimlerinin potansiyel
olanaklarını yaratıyor. Artık güçsüzlerin
güçlerinin bilincine varmalarını zorlayan yeni bir durum ortaya çıkmakta.
Başka türlü ifade edersek, insanlar kapitalizmin neden olduğu sürdürülebilemezliğin farkına vardığı
oranda yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması da potansiyel bir olasılık
haline gelecektir. Potansiyel bir olasalık diyorum çünkü, öyle olacağına dair
bir kesinlik yok. Eğer bir kavşağa gelip-dayanmışsanız, ondan sonrası hangi
rotaya yöneldiğinize bağlı olacaktır. Fakat insanlığın gelip dayandığı kavşakta
seçenekler ikiye indirgenmiş görünüyor: Ya geçerli eğilimler devam eder, bu
durumda nükleer yok oluş türü bir toplu
intiharla hızlı veya zamana yayılan bir kötü sona, yok oluşa doğru yol alınır,
ya da insanlık geleceğini kurtarmak üzere bilinçli bir tercih yapar, kapitalist
egemenliğe son verip, yaşanabilir bir toplum ve dünya’ya giden yolu aralar...
Bu ikisi arasında bir orta-yol mümkün görünmüyor. Bu aslında büyük insanlığın
elini çabuk tutması gerektiği anlamına da geliyor. Zira, insâni, toplumsal ve ekolojik
kötülükler hızını ve yoğunluğunu artırarak yol alıyor ve zaman daralıyor.
2011 Ocak sonunda Mısır’da ezilen ve sömürülen
geniş halk sınıfları haysiyet, özgürlük
ve ekmek sloganıyla sokaklara döküldüler, ayağa kalktılar ve 30 yıldır
iktidarın başı olan Hüsnü Mubarek’i kovdular. Yaklaşık iki yıl sonra Müslüman
Kardeşler iktidarına karşı tekrar ayaklandılar. Zira aradan geçen sürede haysiyet, özgürlük ve ekmek cephesinde
hiç bir iyileşme olmadığı gibi, durum daha da kötüleşmişti. Amerikancı ordu duruma
müdahale ederek, Mursi’yi uzaklaştırdı ve geçiş hükümetini içeren bir yol
hatirası dayattı. Mursi’nin gitmesi için 22 milyon imza toplanmışken, 16-17
milyon insan sokaklara dökülmüşken, onbinlerce işçi greve gitmişken, çok sayıda
fabrika ve işyeri kapanmışken, koskoca bir halk ayağa kalkmışken, ordu tarafından
Mursi’nin kodese atılmasını kutlamak için her yaştan 33 milyon insan sokaklara
akmışken, ordunun bu müdahalesine rahatlıkla darbe denilebilir mi? Son anda
ordunun devreye girmesi, nerdeyse yetişkin Mısırlıların yarıdan fazlasının
iradesini ve eylemini, devasa halk isyanını yok saymayı gerektirir mi? Bunun
birilerinin oyunu ve manipülasyonu olduğunu söylemek mâkul ve inandırıcı mıdır?
Deniyor ki, demokratik yollardan iktidara
gelmiş meşru bir hükümet ancak seçimle uzaklaştırılılabilir... İyi de Mursi’nin
demokratik olarak seçildiği ne kadar doğruydu? İkincisi ne demekse halk iradesi
denilen sadece sandıkta mı tecelli ederdi? Bir kere Mursi’nin gelişi demokratik değildi, geldikten sonra yaptıklarıysa
hiç demokratik değildi... Mursi, katılımın %30 civarında kaldığı, halk çoğunluğunun
boykot ettiği bir şeçimde oyların %60’ını alarak başkan oldu. Bu Mısırlıların
sadece %18’nin oyuyla seçildiği anlamına gelir. İkincisi, seçimlere hile karıştırıldığı
cümle âlemin mâlumuydu... Oysa istifasını isteyenler 22 milyon imza toplamışlardı
ve 30 Haziran’da meydanlara, sokaklara çıkanların oranı Mursi’nin aldığı oy
oranından daha yüksekti [yaklaşık %21]. Mursi’nin ekonomik ve sosyal
politikaları, baskıcı üslubu, fanatik özelleştirmeciliği, dinci saplantıları ve
pratiği halkı bezdirirken, kimi aşırılıkları mülk sahibi sınıfları ve tabii
onun bir bileşeni olan orduyu da rahatsız etmişti. Mursi, Mısır’ın ulusal simgesi
olan Süveyş Kanalı’nı özelleştirmek üzere harekete geçmişti, üstelik alıcısı da
Katar olacaktı. Önce orada sözde bağımsızlık yanlısı sahte bir isyancı odağı
peyhanlanmak istendi fakat foyası hemen ortaya çıktı. İkincisi, özellikle Mayıs
başından itibaren Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik şahin politikayı terketmesiyle
boşalan yeri doldurmak üzere, Mursi’nin Suriye’ye cihat ilân etmesi ve Hamaslı
ve Mısırlı unsurlardan oluşan bir savaş birliğini Ürdün üzerinden Suriye’ye
sokmak üzere hareket geçmesi, kendi atadığı genel kurmay başkanı Abdülfettah el
Sisi ve ekibini kaygılandırmıştı. Mursi’nin Suriye ile diplomatik ilişkileri
kestiğini ilan etmesi üzerine, sosyal medyada, “Tebrikler Mursi Suriye’yle diplomatik ilişkiyi kesmiş, yakında halkla
ilişkisi de kesilecek...” şeklinde alaycı bir not dolaşımdaydı... Devlet aygıtını Müslüman
Kardeşler militanlarıyla doldurma aceleciliği -ki, 27 vilayetten 10’unda Müslüman
Kardeşler tarikatine mansup vali atanmıştı- ülkenin ünlü turizm merkezi Lüksor’a
1997’daki 62 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamı yöneten Cemaat-i İslami’nin
eski şefi Abdül Muhammed el-Hayat’ın vali olarak atanması, vs. mülk sahibi sınıflar
ve ordu içinde rahatsızlığı büyüten uygulamalardan bazılarıydı...
Dolayısıyla, Mursi iktidarı sadece halk
nezdinde değil, mülk sahibi egemen sınıflar ve ordu nezdinde de güvenirliğini hızla
kaybetmişti. Böyle bir durumda hem ordunun hem de Mursi’nin destekçisi ABD ne
yapabilirdi? Bir iç savaş riskini göze almadan Mursi’yi destekleyemezdi... O
zaman geriye ordunun müdahalesine ses çıkarmamak kalıylordu ve öyle yaptılar. Yine
de Washington yönetiminin tavrı ikircikliydi. Obama, dışişleri bakanı John Kerry
ve Mısır’ın ABD büyük elçisi bayan Anne Patterson, ve başka bazı yetkililer,
son ana kadar Mursi’yi desteklediler veya öyle göründüler oysa savunma bakanı
Chuck Hagel, Sisi’ye Mursi’yi kurtarmaya niyetli olmadığını söyleyerek, Sisi’nin
elini kuvvetlendirmişti.
O halde ortaya çıkan bu durumu nasıl okumak
gerekiyor? Türkiye’de AKP ve çevresi, onların rüzgarına kapılan liberaller ve
bazı “sol çevreler” gibi, “seçimle gelen seçimle gitmelidir, bu bir darbedir”
diyenler korosuna mı katılmalı, yoksa, her ne kadar ordu müdahale etmiş olsa
bile bu devasa halk kalkışmasını bu kadar kolay mahkûm edenlere mesafeli durup,
darbe söyleminin karşısına mı dikilmeli. Sanıyorum ikincisini yapmak gerekiyor
ama gerekçelendirerek. Mısırdaki mücadele ikili bir düzlemde cereyan ediyor. Mücadelenin
ve çatışmanın birinci ve asıl veçhesi halkla mülk sahibi, pro-amerikan ve
pro-siyonist komprador egemen sınıflar arasında cereyan ediyor. Bu, geçerli
egemenlik ilişkilerini aşmayı amaçlayan bir mücadele, bu niteliğinden ötürü de
devrimci. İkincisi, geleneksel mülk sahibi sınıflarla [establishment‘la] Müslüman
Kardeşler’in temsil ettiği pre-modern dinci burjuvazi arasındaki mücadele. Şimdilik
ordu Müslüman Kardeşlerin önünü keserek, hem devrimci dalganın hızını kesme ve
hem de kendi konumunu takviye etme yolunu seçmiş görünüyor... Tabii halkın bu
duruma evet demesi söz konusu olamaz. Her ne kadar amaç durumu kurtarmak olsa
da artık durum “kurtarılabilir” olmaktan çıkmış bulunuyor... Müslümün Kardeşlerin
ve ona eklemlenen diğerlerinin bir tek amacı var: Ranta ortak olmak, bütçeyi ve
hazineyi yağmalamak, velhasıl yağma sofrasın dahil olmak, politik islamı bölgede
etkin bir politik aktör haline getirmek. Asla demokrasi, özgürlük, insan hakları,
toplumsal refah türü kaygılar söz konusu değil. Bunların yeminli özgürlük, eşitlik
ve demokrasi düşmanı olduğunu, bu kavramlarla bir ilgilerinin olmadığını AKP
muhibi “konunu uzmanları” ve onları meşrulaştıran liberaller ve kimi “eski
solcular” dışında herkes biliyor... Müslüman Kardeşlerin Türkiye versiyonu olan
AKP’ye bak anlarsın... Bu gerici politik hareketlerin başta İngiltere olmak üzere
ABD ve diğerleri tarafınndan desteklenmesi bir tesaduf değildi. Böylece Müslüman
toplumların çıkmaza hapsedilmesi mümkün hale geliyor. Zira gerici hiç bir
hareketin sorunları çözme yeteneği yoktur. Üstelik bu politik hareketlerin dinle, Müslümanlıkla
retorik dışında reel bir ilgileri de yok. Öyle olsaydı Müslüman Kardeşler’in
adamı olan Mursi, Müslüman bir ülke olan Suriye’ye cihat ilan edebilir miydi? Müslüman
bir ülkeye cihat ilan etmek hangi islâmî ilkeye dayanıyor?
Mısırda ikinci devrim dalgası geniş emekçi
halk kitlelerinin kararlılığını ve öfkesini bir kere daha ortaya koydu. Belanın
başını defetmeyi başaran halk elbette gövdesini de defetme potansiyeline
sahiptir. Dolayısıyla meseleyi darbe-devrim ikilemine hapsetmenin bir âlemi
yok. Şimdi sıra üçüncü dalgada ve bu sefer artık nihai hesaplaşma orduyla devrim
güçleri arasında gerçekleşecek. Tabii, alternatif bir toplum projesi ve etkin
bir örgütlülükle sahaya çıkmak kaydıyla... Son bir şey: Tek başına Mısır halkı
için bir kurtuluş mümkün değildir. Kurtuluşun yolu, devrimin önce bölgeye,
oradan başka yerlere sirayet etmesinden geçiyor...
--------------------------------------------------------------------------------
“İsyan, olay, hakikat”. Çeviri: Elçin Gen.
http://www.e-skop.com/skopbulten/isyan-olayhakikat/ 1324
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder