Fikret Başkaya
12
Eylül 1980’de Amerikancı Askeri cunta’nın iktidarı ele geçirmesinden
yaklaşık üç yıl sonra yeniden seçimler yapıldı ve “sivil” bir hükümet kurulduğu
söylendi. O günden beri bıktırırcasına bir “demokrasi”, “demokratikleşme”
söylemidir devam ediyor. Ağzını açan Türkiye’nin demokratikleşme yolunda ne
büyük hamleler yaptığını ballandıra ballandıra anlatıyor... Tabii bu sadece
yerli egemenlerin ve “her konunun uzmanı” olan ideolojik uşaklarının,” söylemi değil, demokrasinin timsali sayılan
emperyalist Batı’nın da söylemi... Acaba bu zevat hayatlarında bir kerecik
olsun demokrasinin ne olduğu, ne olmadığı konusunda düşünmüş müdür? Öyle bir
şey yapabilirler mi? 12 Eylül darbesiyle iki şey yapıldı: 1. Türkiye’de devlet
terörü rejimi kurumsallaştırıldı ve 2. rejim “yeniden kompradorlaştırıldı”.
Tabii devlet terörü rejimi kompradorlaşmayı
dayatmanın hizmetinde olmak kaydıyla... Komprador rejim demek, oradaki rejimin
dışarının ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edilmesi demektir. Başka türlü
söylersek, rotayı esas itibariyle dış odakların, dışarıdan belirlenmesi
demektir. Tabii rotanın dışarıdan belirlenmesi esas olsa da, bu işin
kotarılması içeri- dekilerin dahli olmadan mümkün değildir. Tercih aynı zamanda
varlığını ve bekâsını emperyalizme borçlu olan Türkiye’nin mülk sahibi
komprador hakim sınıfının da öncelikli tercihiydi. Durum böyle olunca,
istediğiniz kadar ve sabahtan akşama demokrasiden söz edilsin, bir kıymet-i
harbiyesi olmazdı... Zira, ondan sonraki tüm gelişmeler 12 Eylülle oluşturulan
komprador devlet terörü rejiminin rotasında yol almak zorundaydı. Bu rotada
ilerlemenin koşulu da her türlü muhtemel demokratikleşme girişimini engellemek,
etkisizleştirmek olabilirdi. Gerisi laf-ı güzaftı... Aradan 33 yıl geçti ve
hâla 12 Eylül rejimi her şeyiyle yerli yerinde duruyor ve kaldığı yerden yoluna
devam ediyor. Elbette değişen şeyler var ama; değişimi önlemek için. Nerdeyse, “hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi
değiştiriyorlar” veya değiştiriyormuş gibi yapıyorlar. Mesela kanunların
adını veya numarasını değiştiriyorlar, yeni kurumlar oluşturuyorlar, yeni
söylemler geliştiriyorlar ve bütün bunları hiç bir şeyi değiştirmemek için
yapıyorlar... Tabii egemen oligarşinin manipülasyon amacıyla yaptıkları, bir de
“demokratikleşme” olarak sunuluyor... Yeni her şey, her söylem, her kurum ve
mekanizma eskiyi yeniymiş gibi sunmanın hizmetinde... Velhasıl söylemle gerçek
durum arasında bariz bir uyumsuzluk var.
O halde
AKP’nin demokratikleşme söylemi neden müşteri buldu?
Türkiye’de “çok partili sisteme” geçildiği
1946’dan beri Türk demokrasisinden söz ediliyor. Neden? Siyasi partiler var,
seçimler yapılıyor diye. İyi de, seçim=demokrasi diye bir
kesinlik mi var? Eğer bir başına seçim, demokrasinin garantisi olsaydı bu dünya’da işler ne kadar
kolay olurdu. Türkiye’de siyasi partiler olsun, seçimler olsun, bunların asıl
varlık nedeni, demokrasinin, demokratikleşmenin önünü kesmektir. Dolayısıyla
demokrasiyi gerçekleştirmenin araçları değil... Aslında seçimler boğucu bir
yasaklar okyanusunda gerçekleşiyor... Her şey yasak, bir tek oy kullanmak
serbest ve kullanılan oyun da hiç bir değeri ve karşılığı yok. Bir seferinde
oyunu kullanıp seçim sandığından dönerken karşılaştığım bir tanıdığım,
gerinerek, “vatandaşlık hakkımı kullandım hocam” demişti... Belli ki,
kullandığı oyun bir karşılığı olduğuna inanıyordu... Ona bu partilerin de, bu
tür seçimlerde kullanılan oy’un da “vatandaşlığın gerçekleşmesiyle” bir
ilgisinin olmadığını, oligarşi cephesinin bir oyunu olduğunu anlatmaya
çalışmıştım... Aslında daha önce de yazdığım gibi, seçimlerde oy kullanmak
vatandaşlığın gerçekleşmesi değil, tüm vatandaşlık haklarından vazgeçtiğini
beyan etmek demek. Dolayısıyla olmayan şeyi varmış gibi görme ve gösterme
aymazlığından artık kurtulmak gerekiyor.
Bizzat AKP, demokrasi yokluğunun bir
sonucudur. Burası asgari demokrasinin geçerli olduğu bir yer olsaydı, ne AKP
diye bir parti olurdu ne de iktidar olurdu. AKP
12 Eylül devlet terörü rejiminin serasında yetişti, yetiştirildi ve piyasaya
sürüldü. Arkasında bu toplumun varını
yoğunu sömüren, yağmalayan, talan eden yerli “iş dünyası” ve emperyalizm var.
1923-1950 aralığında CHP, 1950-1960 arasında DP, 1960’lı 1970’li yıllarda AP,
1983 sonrasında ANAP ve 2000’li yıllarda AKP, Türkiye’deki mülk sahibi sınıflar
koalisyonunun partisi oldular. Tabii “bal tutan parmağını” yalar da
denmiştir... AKP kendinden önce iktidar olan partiler gibi 12 Eylül zemininde
yol aldı, alıyor. Değişen yegane şey üslûptur. Elbette bir fark da yok değildi.
AKP, neoliberal küreselleşme çağında ABD ve bir bütün olarak “kolektif
emperyalizmin” ve yerli mülk sahibi komprador sınıfların ihtiyaçlarına cevap
veren bir parti. Emperyalizmin soğuk savaş döneminden beri mayalandırdığı
“Islâmi” gericiliğin Türkiye’deki versiyonudur. ABD ve vasâlları Türkiye’yi
“ılımlı İslam” modeli yapıp,
Müslüman dünyaya örnek olarak sunmak istiyordu. Diğer düzen partilerinin
artık iflas bayrağını çektiği, kitleleri oyalama/aldatma yeteneklerini
kaybettiği 2000’li yılların başında, neoliberalizm timsali AKP’nin iktidara
taşınması bu bağlam dahilinde anlaşılabilir. Aslında emperyalizmin genel olarak
“politik İslam” ve özel olarak da, “ılımlı Islam” projesi, Müslüman toplumları
içine sürüklendikleri çıkmaza hapsetmek anlamına geliyordu. Zaten “ılımlı
İslam” emperyalist Batı’nın bir uydurmasıydı. Radikaliyle ılımlısı arasında bir
fark yok ve olması da mümkün değildir. Kadir Cangızbay bu ikisi arasındaki fark
“bir fotoğrafın negatifiyle pozitifi
arasındaki fark kadardır” derken gerçek durumu çok iyi ifade ediyor...
Ilımlı İslam’ın ve genel bir çerçevede “politik İslam’ın”
alternatif bir toplum projesi yok. Tam bir neoliberal teokrasi. Bırakın
demokrasi diye bir derdi olmasını, varlığı demokrasinin inkârına,
engellenmesine bağlı... Toplumu olabildiğince gericilik girdabına sokarak,
iktidar olmayı, tüm devlet kurumlarını ele geçirip, kendi meşrebine göre dizayn
etmeyi amaçlıyor. Ve tabii bunu da nam olsun da kâr olmasın diye, vatan-millet
aşkına yapmıyor. Asıl amaç bütçeyi ve hazineyi yağmalamak... Yaptıkları ve
yapmak istedikleri ortadayken, bu konuda daha fazla söze ihtiyaç yok.
Emperyalist güç odakları bu partiyi onca zamandır neden kesintisiz destekledi?
AKP gibi partilerin iktidar olması demek, [ Mısır’daki, Tunus’taki, Müslüman
Kardeşler iktidarları gibi] toplumun önünü kapatmak, kendi ayakları üstünde
durmasının koşullarını ortadan kaldırmak, geleceğini karartmak demek de ondan.
Gerçek durum dinci gericiliği
kurumsallaştırmak, olabildiğince kalıcılaştırmak iken, nasıl oluyor da bir de
AKP gibi bir partiyle demokrasi arasında “olumlu yönde bir ilişki”
varsayılıyor? Pre-modern eğilimler taşıyan, Osmanlı İmparatorluğunu ihya etme
kuruntusuyla yanıp-tutuşan bir siyasi partiyi bir de demokrasi şampiyonu saymak
ne menem bir şeydir? [Kaldı ki tarihte geriye dönüş mümkün değildir, hareket
halindeki otobüste geriye gidiş ne kadar mümkünse işte o kadar geriye
gidilebilir ancak...] Bunu “başardılar”, çünkü bu ülkede yurttaş denilenler
henüz yurttaş mertebesine yükselmiş değildi. Siyasetin gerçek öznesi değildi. Lâkin insanlar şimdilerde 12 Eylül’de
saklandıkları kuyudan çıkma iradesini ortaya koyuyorlar. Gezi’yle artık o dönem
kapanmakta ve yeni bir dönemin kapıları aralanmakta. Saygıdeğer Rosa Luxemburg,
“ hareket etmeyenler zincirlerini fark
etmezler” demişti... Şimdilerde bu toprakların insanları da, başka yerlerde
olduğu gibi hareket etmeye başlıyorlar ve hareket ettikçe zincirlerini fark
ediyorlar... Tabii hareket ettikçe “demokrasi” olarak sunulan sirk oyununun
nasıl bağnaz bir polis devleti olduğunu da fark ediyorlar... Demokrasi dedikleri,
kitleler sessiz, hareketsiz ve tepkisizken mevcut... Rejimin gerçek yüzünü
göstermesi için azıcık hak ve özgürlük talebi yetiyor...
Tabii son dönemde ideolojik hegemonyayı ele
geçiren pre-modern gerici İslamcı cephe, AKP’yi sadece demokrasinin timsali
olarak sunmuyor, ekonomiyi de hoplattığından şüphe etmeyenler az değil.
Ekonomik başarı denilen aslında kimin başarısı? Kimin için ne anlama geliyor?
Büyümeyle öğünüyorlar ve bu alanda harikalar yaratıldığı tevatürü yerli-yabancı
herkesin ağzında.... Birileri çıkıp ve zahmet edip ne büyüyor, neresi büyüyor,
ne pahasına, nasıl büyüyor, büyümenin sonuçları nasıl paylaşılıyor diye soruyor
mu? GSYH [ Gayri Safi Yurtiçi Hasıla] artışı her zaman ve her koşulda bir
başarı sayılabilir mi? Türkiye’ye değerlenme amacıyla ve tabii değersizleşme
riskini bertaraf etmek amacıyla gelen spekülatif sermayeye dayalı bir büyümeyle
daha nereye kadar gidilebilir? Kompradorlaşma rotasına kilitlenmiş bir gidişin
sonu ne olabilir? Eğer büyüme doğal çevre tahribatı pahasına, yaşamı yok etme
pahasına, insanların geleceğini karartma pahasına gerçekleşiyorsa, hâlâ bir
başarıdan söz edilebilir mi? Ekonomik büyüme ekolojik tahribatı
derinleştiriyorsa, neden bir başarı sayılsın? Birilerinin [ oligarşinin]
herkese [ socium] ait olması gerekeni özelleştirme adı altında yağmalaması,
talan etmesi neden bir başarı öyküsü olarak sunuluyor? Aslında büyüme söylemi
egemen oligarşi cephesi için üç işlev görüyor: 1. Gelir bölüşümü
dengesizliğini, dolayısıyla toplumsal eşitsizliği gizliyor; 2. Doğal çevre
tahribatını, ekolojik bozulmayı gözden uzaklaştırıyor, böylece ekolojik yıkım
“yok sayılıyor”; 3. GSYH artışı, alınan vergileri artırarak dış borçların
çevrilmesine imkân veriyor. O halde toplumsal eşitsizliği büyütmeden, dışa
bağımlılığı ve kırılganlığı azdırmadan, doğa tahribatını derinleştirmeden yol
alamayan bir büyüme neden sorun edilmiyor?
Aralarında liberallerin ve kimi
“eski-solcuların” da bulunduğu bir kesim, devlet aygıtı içindeki güç
dengelerini değiştirmekle, rejimin demokratikleşmesi arasında doğru yönde bir
ilişki olduğunu sanıyor. Askeri kanadın, dolayısıyla askeri vesayetin
etkisizleştirilmesini demokrasinin zaferi sayıyorlar... Sanki AKP’nin gerçekten
demokratikleşme diye bir derdi varmış gibi... Demokrasi aşkına mı askeri etkisizleştirmek
istediler, yoksa ranta daha kolay el koymak için mi? Elbette askeri
etkisizleştirme bahsinde emperyalizmin [ABD’nin dahlini de hatırlamak
kaydıyla...] AKP askeri 2 adım geri çekip, polisi 3 adım öne çıkarınca rejim
demokratikleşmiş mi olacaktı? Oligarşik burjuva egemenliği yerli yerinde
kaldıkça, devlet aygıtı içi güç dengelerini değiştirmek, o aygıtı yeni dönemin
ihtiyaçlarıyla uyumlandırmak, devleti takviye etmek içindir. Dolayısıyla
güçlendirilen demokrasi değil, oligarşinin iktidarıdır. Velhasıl
demokratikleşmeyle bir ilişkisi olması gerekmiyor...
Toplumsal eşitsizliğin çığ gibi büyüdüğü,
insanların “yüksek büyüme” oranlarıyla aldatıldığı, toplumun ortak kullanımına
sunulması gereken ne varsa yağmalandığı, birlikte yaşamanın temelinin hızla aşındırıldığı,
kentsel ranta el koymak için her türlü gayri-insani ve gayri ahlâki uygulamanın
kural haline geldiği, özelleştirilmedik hiç bir şeyin kalmadığı, dolayısıyla
ortak yaşam alanlarının bir bir yok edildiği, ekolojik tahribatın derinleştiği,
polis devletinin her türlü asgari insan hakkını ve özgürlüğünü yok
ettiği... koşullarda hâla demokrasiden,
demokratikleşmeden söz edilmesi abesle iştigal etmek değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder