Salim TURGUT
Gücün dayanılmaz hafifliğine
kapılanlar, kendilerine yönelik en ufak eleştiriye bile tahammül edemezler.
Eleştirinin onlar açısından ‘yıkıcı’ bir yanı vardır ve hiç hoşgörüleri yoktur.
Sürekli korku halinde yaşarlar.
İktidarın ayaklarının altından çekilmesi ile birlikte nelerle
karşılaşabileceklerini bildikleri için koltuklarına sıkı sıkıya sarılırlar.
İktidarın gücünden faydalanarak yeni bir yaşam ve ilişki tarzı oluşturan bu
güçler, iktidarın ayaklarının altından kaymaması için her türlü yalana, hileye
ve baskıya başvurular.
Çürüme, yozlaşma ve yoksulluk
kapitalizmin en belirgin hastalığıdır. Sistem bu hastalıktan kurtulmak için her
dönem yeni arayışlara girse de elinde başvuracağı yöntemler hep birbirinin
tekrarıdır. Ya mevcut partiyi iktidardan değiştirip bir süre toplumu
rahatlatır, ya da var olan parti ya da kişiler iktidarını teslim etmemek için
direnir. Bu direniş faşizan yöntemleri içerir. Günümüzde son günlerde yaşanan
süreç tamamen iktidara tutunma sürecinden başka bir şey değildir.
AKP hükümeti ‘ileri demokrasi’
hedefi ile birçok kesimin desteğini almışken şimdi ‘ileri faşizm’ arayışları içerisinde.
Çürümenin, yozlaşmanın ve
yoksulluğun arttığı bu dönemlerde toplumsal uyanışı bastırmanın ve iktidara
sıkı sıkıya sarılmanın yöntemi olarak da egemen güçlerin başvurduğu en önemli
reçete hep yasaklar olmuştur. AKP ve Erdoğan’ın içinden geçtiği süreç tamda
burasıdır.
2013 Mayıs – Haziran’ında
başlayan gezi kalkışmasından AKP ve Erdoğan büyük yaralar aldı. Gezi sürecinde
Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı olmak yerine kendi partisinin başı olmayı
seçerek gezi sürecini kendi tabanını kemikleştirmekle geçirdi ve gençlerin
ölümünün birinci dereceden sorumlusu oldu. ‘Oğlumu allah değil, Tayyip Erdoğan
öldürdü’ diyen Berkin’in annesi Gülsüm Elvan’ın acılı feryadından Erdoğan’ın
dönüşü olmayan bir yola sadece gidiş bileti almış olduğunu çıkartabiliriz.
Gezi sürecini yalanlarla,
demogojilerle ve emri verdiği polislerin ‘kahramanlıkları’ ile atlatan Erdoğan,
bu süreçte aynı zamanda kendi tabanının kemikleşmesini sağlayarak toplumun
ruhsal olarak ikiye böldü ve toplum geri dönüşü olmayacak bir şekilde ayrıştı
ve kutuplaştı. Toplumun ruhsal bölünüşünün hemen ardından patlak veren 17
Aralık 2013 operasyonları bu sürecin daha da derinleşmesine neden oldu.
17 Aralık 2013 sonrası ardı
ardına patlayan kasetler yıllardır bilinen ama resmiyete dökülmeyen yolsuzluk
ve rüşvetleri gün yüzüne çıkarttı. Bir dönem ünlü bir ‘büyüğümüz’, ‘rüşvetin
belgesi mi olur’ demişti. Teknolojinin geldiği aşama rüşvetin de belgesinin
olabileceğini gösterdi bize. Ardı ardına ortaya dökülen tapeler ve görüntüler
ahlaki çürümenin ve yozlaşmanın geldiği boyutu göstermesi açısından önemli.
Yasal olmayan yollarla elde
edilen bu görüntü ve tapelerin elde edilişini ve yayınlanışının kişilik
haklarına bir müdahale olarak görsem de, tapelerin içeriğinin kamuyu
ilgilendirdiğini ve kamunun da bilme hakkı olduğunu düşünüyorum. Normal
koşullarda demokratik bir ülkede bu kayıtların yüzde birinin bile ortaya
çıkması o iktidarların istifası ile sonuçlanırdır. Ama bizim ülkemiz normal
demokratik ülkeler kapsamına girmediğinden olsa gerek hala bu işin sorumluları
siyasal erkin başında durmakta ve meydanlarda kükremektedir.
Tapeleri piyasaya sürenlere
yakınlığı ile bilinen bazı köşe yazarlarına göre yayınlanmayı bekleyen çok
önemli kasetlerin olduğu iddia edilmekte. Yayınlanmamış kasetleri ‘heybede ki
büyük turp’ olarak ifade eden bu yazarlar, şuana kadar ‘büyük turp’lardan
sadece bir tanesinin -Tayyip Erdoğan / Bilal Erdoğan görüşmesi kast edilerek-
çıktığını daha heybede 6-7 tane ‘turp’un olduğuna vurgu yapmaktalar. Bu
‘turp’lardan iki üç tanesinin seçimlerden üç dört gün önce yayınlanmasının
beklendiğini ve bunlar yayınlandıktan sonra bu işin içinde olanların ‘sokağa
çıkacak yüzlerinin kalmayacağını’ belirtmekteler. Sosyal medyada ‘başçalan’,
‘haramzadeler’ ve ‘fuatavni’ adlı kullanıcılarından gelen ilk mesajlarda da bu
turpların neler olabileceğinin emareleri verilmekte. Mesajlara göre bu
turplardan biri Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun
ölümünün kaza olmadığı, ikincisinin Roboski katliamında emir verenlerin
konuşmaları ve üçüncüsü de ‘muta nikahı’ ile ilgili olduğuna dair. Bu
bilgilerin 25 Mart tarihinde sızdırılacağı ifade edilerek bir beklenti de
yayılmış durumda.
Büyük turpların hala heybede
olduğu varsayımından mı kaynaklı yoksa başka amaçlardan mıdır bilinmez ama var
olan bir gerçek var ki medya ve sosyal medyaya baskıların yoğunlaştığı bir
dönemden geçiyoruz. Başbakanlık ile medya arasında ‘Alo Fatih’ hattının
kurulduğu, beğenilmeyen gazete, gazeteci ve yazarlara yönelik doğrudan
yaptırımların uygulandığı artık tüm toplumca biliniyor. Sürecin topluma
yayılmasında internet gazeteciliğinin ve sosyal medyanın çok önemli bir
fonksiyonu söz konusu. Erdoğan ve onun danışmanları da bu süreci gördüklerinden
dolayı önce internete yönelik sansür anlamına gelen TİB’i çıkarttı. Ardından da
gezi sürecinin en önemli örgütlenme ve iletişim araçlarından biri olan twitterı
kapattırdı. Erdoğan’ın seçim meydanında ‘twitterı mwitterı kapatacağız’ diye
konuşmasından üç dört saat geçmeden, seçim meydanındaki açıklamayı ‘fetva’
olarak kabul eden TİB, twitterı kapatıverdi.
TİB’in kapatmasına rağmen gezi
gençliği DNS ayarlarını değiştirerek yasaklanmış olan twittere yeniden girdi.
Tabii yasakları en fazlada yasaklayan hükümetin yetkileri deldi. Dramatik olan
ise yasaklanan Twitterin neden yasaklanması gerektiğini savunan AKP’lilerinde
DNS ayarlarını değiştirerek twittere girerek yasağı savunmaya kalkmalarıydı.
Napolyon ‘ Yok edemeyeceğiniz bir
şeyi yasaklamayın’ demişti. İki asır önce her türlü yetkilere sahip biri olan
Napolyon’un bu şekilde konuşmuş olması ilginç değil mi?
Yasaklar bir düşüncenin, bir
eylemin yok edilmesi için bir engel teşkil etmiyor. Aksine yasaklanan şey her
ne ise yasağın ardından hep ilgi çekmiştir. Yasak olan bir şey gizemli olduğu
için de çekici ve merak uyandırıcı olmuştur. Yasaklanan şey içinde bilinmezlikleri
taşısa da serbest olduğu dönemden daha ilgi çeker ve taraflı tarafsız herkesin
ilgi odağı olur. Yasaklar ihlal edilmek için konulduğundan hiçbir yasak gerçek
anlamda üzerine yüklenen misyonu yerine getirememiştirde.
Twitter’ın yasaklanması da bir
kez daha haberlerin yayınlanmasının engellenemeyeceğini gösterdi. Napolyon’un
yıllar önce gördüğünü Erdoğan’ın yakın çevresinin görmediğini gösteriyor.
Erdoğan ve yakın çevresinin ‘akıl tutulması’na yakalandıkları ve ‘sağlıklı’
olmadıkları çok açık.
Yasaklarla bir düşüncenin yok
edilemeyeceğini ve bir ülkenin yönetilemeyeceğini görmek için tarih sayfalarına
bakmak yeterli olacaktır. Çünkü tarihin çöplüğü yasakçı, baskıcı ve diktatoryal
yönetimlerle doludur.
Duyurulur!...
22 Mart 2014 / İstanbul
Kaynak: Özgür Medya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder