Erol Özkoray
Sayın Mahkeme Heyeti,
Biz entelektüeller, fikirlerimizle,
yazdıklarımızla toplumda önemli işlevler yükleniriz, ona öncülük yaparız. Kamu
yararına bu toplumsal görevi yerine getirirken herhangi bir maddi karşılık
beklemeyiz, bazen ciddi riskler de
alırız. İçinde yaşanan siyasi rejimin niteliklerine göre kimimiz hapislerde
yatar, hatta bazılarımız öldürülür de. Ne olursa olsun bu durum
entellektüelleri etkilemez, çünkü bizlerin ana rolü ve misyonu toplumların önlerini
açmaktır. Biz olmazsak, yani fikirler olmazsa ve bunlar için mücadele edilmezse
toplumlar ilerleyemezler. Bizim önerilerimizi uygulayacak olan da siyasi sınıf
ve partilerdir. Toplumlar böyle gelişir. Bir toplumun ileri olup olmadığı
ihracat rakamıyla değil, entelektüellerinin durumuyla anlaşılır. Entelektüeline
sahip çıkmayan, onu yok etmeye çalışan ve ona düşman devletler iflah olmazlar.
Kültüre düşman olan ülkelerin herhangi bir gelecekleri de yoktur. Cezayir
Savaşı'nın en tehlikeli döneminde, yani Fransa'nın devlet olarak çökme
noktasına geldiği anda, Cezayirlilerin bağımsızlıgını destekleyen Fransız
entelektüel Jean-Paul Sartre'ı tutuklatmak amacıyla dönemin devlet
başkanı Charles De Gaulle'e şikayet eden emniyet müdürünü ünlü lider
tersler: “Sartre Fransa'dır, tutuklanamaz!” Onun için bugün Fransa
dünyanın ideolojik merkezidir, yani çağın önemli fikirlerinin çıktığı yerdir ve
saygı duyulan bir ülkedir. Tabii bir demokrasidir de...
Teknik olarak konuya baktığımda, toplum önünde küçük düşürücü,
onur ve şerefini zedeleyici nitelikte yayın yaptığım iddiasıyla, dava açılmasına
neden olan Recep Tayyip Erdoğan adlı şahsı tanımıyorum. Ayrıca, kendisi ile hiç
karşılaşmadım ve tanışmadım. Ses tonunu bile bilmem, çünkü televizyon izlemem.
Bundan böyle kendisine rastlayabileceğimi de sanmıyorum, çünkü hiçbir ilişkisi
olmayan apayrı iki dünyanın insanlarıyız. Akla gelebilecek herhangi bir konuda,
hiçbir ortak yönümüz yoktur; ne fikir düzeyinde, ne insanlık konusunda, ne
kültürel anlamda, ne de siyasi düzlemde. Bunu söylüyorum, çünkü hem bir
gazeteci, hem de bir siyasi iletişim danışmanı olarak 1980'li yıllardan beri
hemen hemen bütün liderleri tanırım ve bunların bir bölümüne başbakanlık
ya da parti başkanlıkları sırasında danışmanlık da
yaptım. Dolayısı ile tanımadığım bir şahsın
küçük düşmesi, onur ve şerefinin zedelenmesi teknik ve hukuki olarak zaten
kanuna göre de imkansızdır.
Diğer taraftan bir siyaset bilimci olarak, kendisinin siyasi
meşruiyeti olmadığına inanırım, bu kez de
siyasi olarak tanımam. Bunun nedenini de şudur: Gezi Direnişi
sırasında barışçıl sivil halkımıza karşı,
yönettiği kendi polisini saldırtarak 8 gencimizin ölümüne ve 10.000 yurttaşımızın
yaralanmasına neden olduğu için “insanlık suçu işlemiş olması” ve belgeleriyle sabit olan kendisinin
ve ekibinin karışmıs olduğu ağır yolsuzluk skandalları.
Evrensel demokratik değerler çerçevesinde şu an kendisinin istifa etmiş olması,
hapsedilmesi ve yargılanması gerekirdi. Yani rollerimiz tamamen değişmiş durumda.
Karşınızda fikirleri nedeniyle benim değil,
halka ve ülkeye karşı eylemleri nedeniyle onun olması
gerekirdi. Tabii bu durum gerçekleşmeyecek anlamına gelmez, bunu hep
birlikte yaşayıp göreceğiz.
Konuya onur ve şeref
olarak bakarsak Gezi Direnişi sürecinde asıl Türk Milleti,
Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir biçimde, kamu görevlileri tarafından büyük
hakaretlere uğramıştır (çapulcular, marjinaller, ayaktakımı, alkolikler,
vandallar), onuru ve şerefi ayaklar altına alınmıştır. Konuya taraf olduğum ve
bu durum beni de doğrudan etkilediği için, buradan heyetinize Recep Tayyip
Erdoğan hakkında ağır hakaret ettiği için suç duyurusunda bulunuyorum. Durum
aynen devam etmektedir ve bunlara Soma Katliam'ında fiili şiddetin de eşlik ettiği, “kendini bilmezler ve
ahlaksızlar” hakaretleri de eklenmiş, “Israil dölü” sözüyle de
antisemitizm, yani ırkçılık çok tehlikeli boyuta ulaşmıştır. Bunların hepsi suçtur, hele
antisemitizm yapanın Batı'da seçilme hakkı bile elinden alınır. Halkımızın
çoğunluğu bu aşağılamaları yapanlardan artık bıkmış ve nefret eder hale gelmiştir. Bu
çerçevede asıl milyonlarca yurttaşımızın hakarete ve saldırıya uğradıkları
için, kamu görevlilerine karşı dava açma hakkı vardır. Halkımıza, benim burada
yaptığım gibi, bu yolu denemesini kesinlikle öneririm.
Konuya asıl önemli yanı olan hukuk çerçevesinde baktığımızda
ise karşımıza bir ülkedeki rejimin niteliğini belirleyen en önemli konu olan
ifade ve düşünce özgürlüğü çıkar. İfade Özgürlüğü bir siyasi sistemin demokrasi
olarak nitelendirilebilmesi için en temel özgürlüktür. Öbür özgürlüklere
benzemez, çünkü özgürlüklerin anasıdır. Düşünce ve ifade özgürlüğü ve onun
sonucu olarak basın özgürlüğü hiçbir sınır, kısıtlama ve yasak tanımaz.
TCK’daki 301. ve benzeri maddelerin demokrasilerde yeri yoktur. Bu tür
maddelerin olduğu siyasi sistemler ya otoriter, ya totaliter, ya da diktatörlük
rejimleridir. Bu tür kanunların olduğu ülkelerde fikirlerden korkulur ve
aydınlarla uğraşılır. Kitaplarla ve fikirlerle uğraşmanın siyaset bilimindeki adı da
faşizmdir, en basit haliyle de otoritarizm.
Ben yazı yazarken özgür, batılı ve
çağdaş bir aydın olarak hiçbir sınır tanımam, hiçbir güce (siyasal, ekonomik,
sosyal, finansal) boyun eğmem; ayrıca kendi Fikir Özgürlüğü’me de kimseyi
karıştırtmam. Kimse bana neyi nasıl yazacağımı, nasıl düşüneceğimi, neyi ne
zaman nerede söyleyebileceğimi dikte ettiremez. Keyfi otorite ve baskılara
meydan okurken, İfade Özgürlüğü ekseninde evrensel olan hukuk değerlerini temel
alan kendi hukukumuzu öne çıkarıyorum; kaldı ki bu “hukuk anlayışı” Anayasa’nın
90. maddesi ile güvence altına alınmıştır. Bu anlamda, TCK’daki İfade Özgürlüğü ile ilgili bütün
hükümlerin Anayasa’ya aykırı ve geçersiz olduğunu savunuyorum. Burada söz
konusu olan, siyasi otorite ile aramızda olan, Demokrasi adına yapısal bir
uzlaşmazlıktır.
Toplumun yararına, İfade
Özgürlüğü’nü sınırlayan tüm bu anakronik ve çağdışı kanunları reddederken,
zaten Anayasal hakkım olan 90. maddeye gönderme yapıyorum: “Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır”.
Türkiye’nin imzalamış olduğu “İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi” ve “İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi”ne göre fikir suçu olamaz. Bu çerçevede ifade özgürlüğünü
kısıtlamayı amaçlayan kanunların tümü kadüktür. Bu durumda Türkiye’de alenen
Anayasa çiğnenmektedir.
Sonuç olarak benim için çağdışı,
anti-demokratik ve hatta bu alandaki faşist kanunların hiçbir önem ve değeri
yoktur; çünkü Anayasa’nın 90. maddesi bunların tümünün üzerindedir ve benim
için geçerli olan tek hukuki normdur. Kısaca kitap ve fikir kutsaldır.
Dokunulmaz, dokunulamaz.
İddianamede ise,
savcı Hasan Bölükbası'nın düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda kafasının son derece
karışık olduğu görülüyor. Savcı kitaba aynı bir salam muamelesi yapıyor ve
dilimlere ayırıyor. Halbuki bu bir kitaptır, bir bütündür. Bir gazete haberi
değildir, bağımsız bir yazı değildir. Yürürlükteki kanun çerçevesinde eğer
mutlaka dava açmak istiyorsa, önünde tek yol vardır; o da 301. maddedir. Ama
onu yapamıyor, çünkü Gezi Fenomeni'nin temeli Nurten Özkoray'ın Boğaziçi
Üniversitesi'nde 2010 yılında kabul edilmiş olan dolayısı ile YÖK'ün onayından
da geçmiş “Türkiye'de bireysellik ve demokrasi” adlı yüksek lisans
tezine dayanır. Yani bilimseldir. Savcının böyle bir yola girmesi Türkiye ve
Batı'da akademik dünyanın ayaklanması demektir ki bu tsumaniye kimse dayanamaz.
Zaten onun için salam dilimi mantığı ile Nurten Özkoray'a takipsizlik kararı veriyor.
Kitabın ek bölümünde yer alan anonim nitelikli duvar yazılarını temel alarak
“başkaları tarafından yazılmıs olsa dahi...” diyerek buradan suç unsuru icat
etmeye çalışıyor. Ayrıca 53. maddeyi de iddianamaye ekleyerek benim
seçme-seçilme ve diğer siyasi haklardan yoksun bırakılmamı isteyecek kadar da
keyfi davranabiliyor. Bir savcı ve hukuk adamının görevi devletin üstün
çıkarlarını korumak değil, yurttaşa hizmet etmek için adalet dağıtmaktır.
Demokrasilerde böyledir. Tersi faşist ya da otoriter rejimlerde olur. Alman
filozof Hegel'in dediği gibi, “başkasının hizmetkarı olmak yerine,
insanın önce kendinin efendisi ve kendinin hizmetkarı olması gerekir”.
Gezi Fenomeni adlı kitap, Türkiye’nin yakın tarihinin önemli hadiseleri
arasında yer bulmuş ve Mayıs-Haziran 2013’te gerçekleşmiş olan “Gezi Parkı
Direnişi” diye adlandırılan dönemi ve olaylar silsilesini konu edinir. Bu
yayının amacı, ülkenin geleceği açısından kayda değer bulduğum bu sürecin bir
fotoğrafını çekmek, bu dönemi belgelemektir. Nurten Özkoray’ın Boğaziçi’nde
yaptığı sosyoloji yüksek lisans tezi söz konusu çalışmanın akademik, bilimsel
temelini oluşturmaktayken, ben de bir
gazeteci ve siyaset bilimci olarak kendi izlenim ve yorumlarımı aktardım. İşbu
yayın, gelecekte 2013 Türkiyesi üzerine çalışacak tarihçi, araştırmacı, öğrenci
vb. kişiler için bakılması gereken metinler arasında bulunmayı hedeflemektedir.
Bahsi geçen bilimsel ve belgesel gayelerden ötürü, hakkında belli tahliller
geliştirilen dönemin ruhunu yansıttığı düşüncesiyle sokaktan, bilumum görsel
malzeme üzerinden, İnternet ve çeşitli medya organlarından derlenen duvar
yazıları ve sloganlara kitapta yer verilmesini uygun gördüm. Söz konusu kelime
öbekleri ve cümleler, cümleciklerin belli bir yazarı, müellifi yoktur, tanımı
gereği bu tür sözler öncelikle anonimdir, kamuya mal olmuş hüviyettedir.
Dönemin ruhunu yansıttığı varsayılan bu sözlerin kayıt altına alınışı, yine
gelecekte bu dönem ve meseleler üzerine çalışacak insanlar için bir tür
muhtemel kaynak niteliğinde olabileceği düşünülerek gerçekleştirildi. Bu
sözleri derleyerek kitabın sonunda ek bölüm halinde yayımlamayı seçmem,
yukarıda zikredilen bilimsel ve belgesel kaygılardan ötürüdür. Bu tavır
tarafsızdır, dokümante edilmis olan sloganların lehinde, veya aleyhinde olmayı
gerektirmez. Bu durumda, kaynağı belli, fakat müellifi anonim yazıların alıntı
yapılarak bir kitapta yayımlama yoluna gidilişinin de herhangi bir şekilde suç
teşkil ettiğini iddia etmek saçmalık olur. Zira, içinde yaşanılan dönemin
fotoğrafını çekerek geleceğe aktarma kaygısı gazeteci, sosyolog ve yayıncı
yaklaşımıyla gerçekleştirilerek vuku bulmuştur.
Şimdi en önemli noktaya geliyorum. Savcının suç isnat etmeye
çalıştığı “başkaları tarafından yazılmıs” duvar yazıları, sözler ve sloganlarla
ilgili yeni TCK'da herhangi bir kanun yoktur. Yani savcı keyfilikte sınır
tanımadan, kanunda karşılığı olmayan bir suç icat ediyor ve buradan ceza
verilmesini istiyor. Kısaca gerçeküstü bir durum karşısındayız. Savcı kendini
kanun yapıcı yerine koyuyor. Bu durum, ancak eski ceza kanunundaki 162. Madde
geçerli olsaydı amacına ulaşabilirdi. Bu maddeye göre : “
Kanunun cürüm saydığı neşriyatı nakil etmek başlı başına bir
cürüm olup, faili aynı cezaya tabidir. Nakil olunan bu gibi neşriyatın
muhteviyatı tasdik olunmadığına veya ihtiyatla nakil edildiğine yahut
mesuliyeti başka bir kimsenin tamamiyle deruhte eylediğine dair bir kayıt
ilavesi naklini mesuliyetten vareste kılamaz.
|
Kısaca suç(!?)
sayılan birşeyi tekrar yayınlamayı suç sayan eski TCK'nın 162. maddesiydi ve
yeni TCK'ya alınmadı. Şimdi yasalarda olmamasına rağmen ''Olsa da olmasa
da...'' diyen savcılar ve onların iddianamelerini kabul eden yargıçlar
tarafından diriltilmeye çalısılıyor.
Bu mahkeme, ünlü
felsefe profesörü John Rawls'ın “Adaletin Teorisi” adlı
kitabında yer alan “Bir devlette adaletin uygulanabilmesi için rejimin
demokratik olması şarttır” sözünü uygulamaya koyarak işe başlayabilir.
Sizlerin de çok iyi bildiği gibi hukukta temel anlayış şudur: KANUNSUZ SUÇ
OLMAZ. Yeni TCK ile iptal edilmiş olan 162. madde, bu dava ile geri getirilmeye
çalışılıyor. Bunu ancak kanun yapıcı olarak parlamento gerçekleştirebilir.
Dolayısı ile, hukukun en temel niteliğini bile hiçe sayarak, yeni TCK'da
suçlamaya tekabül eden bir kanun bile bulunmayan, iddianamesi keyfi, kasıtlı ve
kötü niyetli olarak düzenlenmiş olan bu davayı düşürmenizi yüce heyetinizden
talep ediyorum.
------------------
Erol Özkoray: “Kanunsuz suç olmaz!”
Idea Politika
Yayınları (Istanbul) – Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'a “Gezi
Fenomeni” adlı kitabında hakaret ettiği
iddiasıyla açılan davanın ilk celsesinde, gazeteci-yazar Erol Özkoray
düşünce ve ifade
özgürlüğü üzerine evrensel görüşlerin yer aldığı manifesto niteliğindeki
savunmasında, davanın düşmesi
gerektiğini söyledi ve “savcının isnat
etmeye çalıştığı suçun kanun olarak karsılığı yoktur” dedi.
Savunmasında
RTE'nin “Gezi Direnişi sırasında,
insanlarımızın ölümüne ve yaralanmasına yol açtığı için “insanlığa karşı suç” islediğini ve “meşruiyetini
keybettiğini” belirten Özkoray şunları söyledi: “Gezi'nin anonim olan
duvar yazıları ve sloganlarına kitabımda yer verdiğim için ceza vermeye çalısılıyor. Bu eski TCK'daki 162. maddedir, ancak
yeni TCK'da buna yer verilmedi. Savcılık makamı olmayan bir kanunu hortlatmaya
çalışıyor, kendini kanun yapıcı olan
parlamento yerine koyuyor. Bunun gerçekleşebilmesi
için davaya gelmesi değil, Ankara'ya
parlamentoya gidip lobi faaliyetinde bulunması gerekiyor. Hukukun temel
prensibidir: Kanun yoksa, ceza da yoktur; kanunsuz suç olmaz! Mahkemedeki genel
hava, bana gelecek duruşmada
davanın düşeceği izlenimi uyandırdı. Tersi zaten çok
büyük skandal olur”.
Avukat Sennur Baybuğa'nın Erol Özkoray'ı savunduğu davayı PEN Türkiye Merkezi Başkanı Tarık Günersel, PEN 2. Başkanı Halil Ibrahim Özcan , Türkiye
Yayıncılar Birliği
Koordinatörü Merve Okçuoğlu,
editör Attila Tuygan, yazar Aziz Tunç, gazeteci Raffi Hermon, kitabın diğer yazarları Nurten-Gökşin-Imre Özkoray, psikolog Inci Özkoray ve
yabancı basın mensupları takip etti.
Erol Özkoray'ın 32
aya kadar hapsinin istendiği
davanın bir sonraki celsesi 17 Haziran 2014 tarihinde görülecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder