85=3.500.000.000 dünyasında “demokrasi” oyunu !
“İyinin düşmanı kötü değil, düşünce yokluğudur.”
Hannah Arendt
Dünyanın birçok ülkesinde
olduğu gibi, Türkiye’de de hayli zamandır bir demokrasi oyunu oynanıyor (daha
baştan söyleyelim ki, bizâtihi oyun, güzel, işlevsel ve gerekli bir şeydir.
Burada oyun, kelimenin pejoratif
anlamında kullanılmıştır). Bir kere oyunu kuranlar, sahneye koyanlar var ki,
onlara mülk sahibi egemen sınıflar denmesi gerekiyor ve her toplumda dar bir
oligarşiyi oluşturuyorlar; oyunda aktif rol alan “oyuncular” var, onlara da
politikacı deniyor, şu bildiğiniz kaşarlanmış profesyonel politikacılar
taifesi; bir de, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan sıradan insanlar, yoksul
figüranlar kitlesi var... Onlara şimdilerde “seçmen”, “sayın seyirci” veya
“tüketici” deniyor... Belirli aralıklarla [4-5 yıl] önlerine bir sandık konuyor
ve figüranlar o sandığa bir zarf atarak oligarşi tarafından yazılıp-sahneye
konan, politikacılar taifesi tarafından oynanan oyuna taraf oluyor. Böylece
oyun “gerçekleşiyor” ve sürekli tekrarlanıyor. Bu oyunun emperyalist
ülkelerdeki versiyonuna “Batı demokrasisi” veya “ileri demokrasi” deniyor ve
zamanla diğerlerinin de Batı’daki gibi olacağı umudu ve beklentisi sürekli
olarak canlı tutuluyor... Tabii oralarda “ileri demokrasi” oyununun
oynanabilmesi, dünyanın geri kalanından oraya taşınan zenginlik sayesinde
mümkün oluyor. Kaydedelim ki, Batı’da bu oyununun oynanabilir olması, sadece
verilen mücadeleyle açıklanabilir değil...
Oy kullanmak demek,
oligarşinin partisi üzerinden devlete (tabii oligarşi hesabına ve bal tutanın
da parmağını yalaması koşuluyla) 5 yıl boyunca istediği her şeyi yapma yetkisi
vermek demektir. Artık, istedikleri yasaları çıkarabilir, istedikleri
bürokratik düzenlemeleri yapabilir, istedikleri yasakları dayatabilir, sömürü
ve yağmanın önündeki sınırlı engelleri kaldırabilir, yerin altında ve üstünde
topluma ait ne kadar zenginlik varsa sermaye sınıfına, aç gözlü servet
avcılarına “özelleştirme” adı altında peşkeş çekebilirler... Bu arada son 30
yılda yapıldığı gibi, kalkınmadan, büyümeden, ilerlemeden, demokrasi
cephesindeki büyük gelişmelerden de çok söz edilmek kaydıyla....
Aslında kullanılan oy,
kullananın aleyhine sonuçlar doğruyor, zira sömürüye, baskıya, yağma ve talana
onay verilmiş oluyor. Buna rağmen bir sonraki seçimde oligarşinin partilerinden
biri onayı almayı başarıyor. Böylece, topluma ait olanın özel şahıslara
peşkeş çekilmesini, kalkınma, ilerleme olarak sunmak mümkün hale geliyor. Aksi
halde suyun özelleştirilmesi bir başarı sayılabilir miydi?
Bu sefil oyun yıllar yılı
oynanıyor, sahneleniyor, lâkin iki şey hiç bir zaman değişmiyor. (İnsanlar
oyuna gelmekten kurtulmadıkça ve bu
oyunu bozmadıkça da değişmesi asla mümkün değildir). Zira oyunu kuranlarla,
oyunda figüranlık yapanlar hiç değişmiyor. Elbette sistemin mantığının ve
işleyişinin bir gereği olarak, her ileri aşamada figüranlar cephesinin durumu
kötüleşmek zorunda... Sadece duruma ve ihtiyaca göre oyuncular (partiler,
politikacılar) değişiyor. Oligarşinin bir partisi gidiyor, bir başkası
geliyor... Emperyalist ülkelerde demokrasi oyunu ekseri iki partiyle oynanıyor.
İşte ABD’de Cumhuriyetçi Parti/ Demokrat Parti, İngiltere’de Muhafazakâr
[Liberal Parti)- İşçi Partisi; Fransa’da Sosyalist Parti-Sağcı Parti;
Almanya’da Hrıstiyan Demokrat Parti- Sosyal Demokrat Parti; Japonya’da Liberal
Demokrat Parti- Japonya Demokrat Partisi...
Türkiye’de de 1946’dan beri CHP/DP geleneğindeki sadece adı değişen
sağcı/milliyetçi/muhafazakâr ikili parti pratiği geçerli... Tabii bu zaman
zarfında CHP’nin nöbeti devralması istisna olsa da... Aslında bunlara
oligarşinin iki partisi demek mümkün ve ihtiyaca göre biri inip, diğeri çıkıyor
ve bu sürekli tekrarlanıyor. Öyle görünüyor ki, insanlar hep aynı oyunun
oynandığını ve oynanan oyunun kendileri açısından ne anlama geldiğini anlayıp,
artık yeter diyecekleri zamana kadar, bu sefil oyun oynanmaya devam edecektir.
Velhasıl toplum çoğunluğunu oluşturan geniş emekçi kitleler, kendileriyle alay edildiğinin, aldatıldıklarının,
ahmak yerine konduklarının farkına varmadıkça, bu tuzaktan kurtulma imkânı
yoktur.
Ortalama insan seçim sandığına
gidip, oy kullandığında“vatandaşlık görevini” yaptığını, seçtiğini ve
verdiği oyun bir karşılığı olduğunu sanıyor! Oysa bizâtihi görev kelimesi sorunludur.
Görev daima başkası için yapılan şeydir. Bu konuda oğul Alexandre Dumas, aynen
şöyle demişti: “Görevin ne olduğunu biliyor musunuz? Görev, başkasından
istenen şeydir”.İnsanlardan oy kullanmaları isteniyor ve onlar da sandığa
gidip oy kullanarak emre itaat ediyorlar... Oysa oyuna gelmemek için önce
yurttaş olmak gerekiyor. Bir nüfus cüzdanının veya şimdilerde olduğu gibi,
devlet tarafından verilmiş bir “vatandaşlık” numarasının sahibi olmak, yurttaş
olmak için yeterli değil... “Herkes kanunlar karşısında eşittir” demekle eşit
olunamadığı gibi. Eğer toplum, gerçek yurttaşlardan, yurttaş bilincine sahip ve
o bilincin gereğini yapabilen insanlardan oluşsaydı, bu sefil oyun bunca zaman
oynanabilir miydi? Aslında seçimler yapılıyor ama “seçme” diye bir şey asla söz
konusu değil. Seçimle oligarşi tarafından kurdurulup- rotası belirlenen bir
siyasi parti tarafından tayın edilene oy veriliyor. Bu durumun istisnaları
olabiliyor ama bunlar hiç bir zaman “istisna” olmanın ötesine geçemiyor. Zaten
oligarşinin parlamentosuna girebilenin oradan sağlam çıkması mümkün değildir...
Sistemin, muhalif olanı veya kendini öyle sananı ehlileştirmek, kendine
benzetmek konusunda müthiş imkânları ve manipülasyon yeteneği var. Geride kalan
150 yılda burjuva parlamentolarının durumu ortada... Aslında “seçimle”yapılan,
egemen oligarşi tarafından önceden kurgulanmış/belirlenmiş olanı onaylamaktan
ibarettir. Parlamentolarda bir bütün olarak yoksul çoğunluğun ve toplumun
yarısını oluşturan kadınların esemesi pek okunmaz. Tüm başka kamusal ve özel
alanlarda da olduğu gibi...
Aslında “yeryüzünün
egemenleri” de oynanan oyunun tevatür edildiği gibi demokrasiyle bir ilgisinin
olmadığını bal gibi biliyorlar. Dolayısıyla, söylemlerinin sorunlu olduğunun
farkındalar. Onun için demokrasi kelimesinin önüne niteleme sıfatları ekleyerek
zaman kazanmaya çalışıyorlar. Tabi bu işe teşne akademisyenler, gazeteciler,
siyasetçiler, vb. de eksik değil. İşte “sosyal demokrasi”, “katılımcı
demokrasi”, “radikal demokrasi”, “otoriter demokrasi”, vb. Sanki sosyal olmayan
bir demokrasi, katılımın olmadığı bir demokrasi olurmuş gibi... Eğer gerçek
demokrasi olsaydı, kelimenin önüne bu tür eklemeler yapmaya gerek olur muydu?
Aynı şekilde gerçekten kalkınma diye bir şey olsaydı, “sürdürülebilir kalkınma”
demeye gerek olur muydu?
Demokrasi sosyal eşitliği
varsayar. Aksi halde yapılan seçimlerin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün
değildir. İngiliz kökenli açlık ve yoksullukla mücadele örgütü OXFAM, son
raporunda, 85 kişinin 3.5 milyar insanın geliri kadar servete sahip olduğunu
bildiriyordu. O halde bu durumun başka türlü ifadesi ne olabilir? Veya bu ne
anlama geliyor? 85 kişinin milyarder olabilmesi, yaratılan zenginliğin yarısına
sahip olabilmesi için, bu dünyada yaşamaya çalışan 3.5 milyar insanın yoksul
olması gerekiyor. Aslında dünyada iki tip insan var: Bir yanda “uyurken bile
zenginleşmeye devam edenler”, öte yanda çalışacak bir iş bulamayanlar veya
iğreti işlere mahkûm olanlar, günde 12-14 saat çalıştığı halde karnını
gerektiği gibi doyuramayanlar, ekmek parası uğruna “iş kazası” denilen
cinayetlere kurban gidenler... İşte demokrasi oyunun sahnelendiği dünyanın
manzarası böyle... Skandal eşitsizliği sorun etmeden açlık ve yoksullukla
mücadele edilebilir mi? Bu kadar derin ayrışmaya/bölünmeye/kutuplaşmaya maruz
kalmış bir dünyada demokrasiden söz edilebilir mi? Dünya nüfusunun %1’i dünya
zenginliğinin yaklaşık yarısına el koyuyor,%8,4’i (393 milyon kişi), dünya
toplam servetinin %83,3’üne sahip. Bu %1’in zenginliğinin 110 trilyon dolara
yükseldiği de biliniyor. Her geçen gün gelir dağılımı adaletsizliği
derinleşiyor. Bir fikir vermek için, “Batı demokrasisi” denilenin beşiği
sayılan ABD’de, 2008 krizinden sonra yaratılan zenginliğin %95’ine, en zengin
%1 el koymuş... ABD’de 46 milyon yoksul var, yoksulluk oranı %15 ve çocuk
yoksulluk oranı da %22. 1993-2012 aralığında tepedeki %1’in geliri %86,1
oranında artmış bulunuyor. Türkiye’deki durum da ABD’dekinden pek farklı değil.
Bu bakımdan “Küçük Amerika”, Büyük Amerika’ya benziyor. Dolayısıyla, şeyleri,
olguları ve süreçleri hangi zemin üzerinde tartıştığını bilmek önemlidir.
Eğer bir ülkede birden çok
siyasi parti varsa ve belirli aralıklarla seçimler yapılıyorsa, bu o ülkeyi
“demokratik” saymak için yeterli koşul sayılıyor... Oysa, demokrasiden söz
edebilmek için, geniş halk kitlelerinin sosyal/kamusal/politik alana aktif
olarak katılması ve şeylerin seyrini etkileyebilir, değiştirebilir, rotayı
belirler durumda olması gerekir. Eğer öyle olsaydı dünyada bunca yoksulluk,
açlık, sefalet, bu günkü boyutlarda doğa tahribatı, çatışma, savaş, kargaşa,
kaos, şiddet... olur muydu? Geçerli “demokrasi” pratiğine “temsili demokrasi”
de deniyor ama asla gerçek bir temsil söz konusu değil. Zira, “seçenle” seçilen
arasında gerçek bir temsil ilişkisi yok. Süreç sanıldığı gibi kitleden yukarı
doğru değil, yukardan aşağı doğru işliyor. Zaten hiyerarşinin geçerli olduğu
yerde, eşitlikten, adaletten, tabii demokrasinden söz etmek abestir... Yukarda
pişirilen aşağıdakilere yediriliyor, ne yedikleri de malûm... Tabii bu durumun
sürekliliğini sağlayan bir şey de var: Zira, her zaman daha az kökü olana
yönelmek mümkün... Oysa daha az kötü olan lehine tercih yapmak, netice
itibariyle “kötü” olan lehine tercih yapmaktır. Kötünün alternatifi “daha az
kötü” olmadığına göre...
Esasen oyun daha baştan
oligarşi lehine kotarılmış durumda, zira ekonomik alanın yönetimi bütünüyle
mülk sahibi sınıfların tekelinde. Politika oyunu o alanın dışında oynanıyor. Bu
yüzden de şeylerin seyrini etkilemesi mümkün değil. Geçerli politika [seçim]
pratiği varlığını kitleleri aldatmaya borçlu, öyle olunca da en büyük demagog,
en etkin yalancı, seçimleri kazanıyor. Marifet, “seçmenin” hoşuna gideni
söylemek ve gerçeği gizlemekle ilgili. Ne demek istediğimi görmek için geride
kalan 12 yıllık AKP iktidarının yaptıklarına bakmak yeter... Ve sonuç ortada:
çeteleşme, mafyalaşma, her türlü hukuk tanımazlık, en bariz hukuksuzluğu hukuk
adına sunma ve dayatma, sınırsız yağma ve talan... Üstelik bütün bunlar da bir
başarı öyküsü olarak sunulmak kaydıyla...
Siyasi partiler
anti-demokratik bir işleyişe sahip, bir tek kişi tarafından yönetiliyor. Seçim
kanunu, siyasi partiler kanunu anti demokratik... Her şeyin anti-demokratik
olduğu bir yerde hâlâ demokrasinden söz etmek abes değil mi? Aslında siyasi
partiler iki şey için var: bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak/yağmalamak ve
kitleleri (sayın seyircileri) uyutmak... O halde bu oyunu bozmanın yolu,
geçerli “siyaset yapma tarzının” dışına çıkmaya, bu oyuna dahil olmayı, “oyuna
gelmeyi” reddetmeye bağlı. Bunun için de zahmet edip
birazcık düşünmek, kafayı her zaman bakılan yerden başka yere çevirmek
gerekiyor ki, bu da gayet mümkün...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder