Cemil
Gündoğan
Küresel
Cemaatleşmenin Politik Etkileri
Geçen
yazıda, ulus-üstü düzeyde
entegrasyon, ulus-altı
düzeyde ayrışma diye
tanımlanabilecek bir tarihsel-sosyolojik eğilimin dünyada etkisini
her geçen gün daha fazla hissettirdiğini ve Ortadoğu’daki
ufalanmanın bu eğilimlerden bağımsız düşünülemeyeceğini
belirtmiştim. Ne var ki sözü edilen eğilim ağır işleyen bir
dip akıntısı; buna karşılık Ortadoğu’daki ufalanma çok
hızlı gelişen, keskin, kanlı, ve çırpınmalarla dolu bir süreç
olduğu için bu ikisi arasında bir ilişki olabileceğini düşünmek
her zaman kolay olmamaktadır.
Kural olarak,
somut, güncel ve hemen etkide bulunan doğrudan faktörler, derinden
ve görece sessiz biçimde işleyen dip akıntılarına oranla
radarlarımıza daha kolay takılırlar. Örneğin yarım asırdan
fazla bir süredir Anadolu’da TÜSİAD dışında bir burjuvazinin
gelişiyor olması, bu gelişme günlük veya saatlik ölçeklerde
fark edilecek bir şey olmadığı için dikkatimizi çekmeyebilir.
Ama bu tür milimlik gelişmelerin sonucunda oluşan sosyal zeminlere
dayanarak iktidara uzanan bir siyasal figürün demagojik bir lafı
veya seyirlik bir politik manevrası, pekâlâ değişimin esas
nedeniymiş gibi görünebilir. Türk ordusunun politik hayat
üzerindeki eski pozisyonunun geriletilmesini, Türkiye’de yeni
toplumsal zeminlerin oluşmasıyla ilişkilendirmek yerine, Özal’ın
bir askeri birliği şortla teftiş etmesiyle ilişkilendirmek, bu
nedenle daha kolaydır. Oysa kural olarak, gerekli sosyal zeminler
oluşmadan Özal’ın o olayda gösterdiği türden bir “cüret”
kolay kolay ortaya çıkmayacağı gibi, bireysel bir karakter ürünü
olarak çıksa bile kalıcı siyasal sonuçlar doğurmaz. Bu nedenle
politik aktörlerin güncel manevraları kadar, bunların altındaki
sosyal, kültürel ve tarihsel zeminlerin de izlenmesi, gelişmeleri
anlamak bakımından asgari bir koşuldur.
Ortadoğu’daki
gelişmeler düşünüldüğünde, ulus-üstü
düzeyde entegrasyon, ulus-altı düzeyde ayrışma
eğilimi de bu niteliktedir. Bu eğilimin güncel gelişmelere olan
etkisi bire bir hissedilmez, ancak onu hesaba katmadan gelişmeleri
doğru yorumlama imkânı da yoktur. Ne var ki geri planda işleyen
bir faktör olduğu için, bu eğilimin güncel olaylar üzerindeki
etkisi ya hiç görülmemekte ya da önemli ölçüde göz ardı
edilmektedir. Yaşanan olayları yalnızca bölgesel veya küresel
güçlerin politik ve askeri manevralarıyla ilişkilendirerek izah
etmek bunun bir ifadesidir. Komplo teorilerinin bu kadar revaçta
olması da aynı kavrayış ve davranış biçiminin bir ifadesi ve
sonucudur. Oysa tarihsel ve sosyolojik eğilimler, ihmale gelecek
faktörler değildir. Bu tür eğilimlerin politik projeler üzerinde
ne tür etkiler bırakabileceğini anlamak için aşağıdaki
örneklere bakmak yararlı olabilir.
***
Yugoslavya
örneğine geçerken değinmiştim. Bu sefer Ortadoğu’dan bir ülke
seçelim ve tarihsel ve sosyolojik eğilimlerin, bugünkü bölünme
tartışmalarının göbeğine oturmuş olan Irak’ta politik
gelişmeleri ne yönde etkilediklerini izlemeye çalışalım.
Irak denilen
toprak parçası, tarihsel olarak, değişik etnik ve dini gruplara
ilaveten her bir grubun da kendi içinde tarikatlara ve aşiretlere
bölündüğü çok parçalı bir kültür havzasıydı. İngilizler,
1918’de bu bölgeyi işgal ettiklerinde söz konusu bölünmelerin
çok iyi farkındaydılar, ama yeni rejimi kurarken bu bölünmeleri
bire bir izlemediler. Bölünmenin yarattığı bazı imkânları da
kullanarak kendi entegrist projelerini yürürlüğe soktular:
Bağdat’a bir kral tayin ettiler ve bütün geleneksel kimliklerin
ve kesimlerin buna biat ederek bütünleşmiş bir Irak ulusu halinde
örgütlenmelerini dayattılar.
Eklemek
gerekir ki, o sıralar entegrizm, 1700’lerden itibaren yükselen
uluslar çağının arkasındaki tarihsel-sosyolojik eğilimi
oluşturuyordu: Belli bir toprak parçası üzerindeki değişik
kültürel ve sosyal yapıları gerileterek, o toprakların üzerinde
yaşayan insanları tek tek bireyler halinde bir ulus tahayyülü
içinde entegre etme eğilimi.
Elbette
İngilizler bu entegrist projelerinde yalnız değildi. İçeride,
Osmanlı bürokrasisinin artıkları ve Jön Türklerin Arap
muadilleri gibi bazı yerli güçler de aynı projeyi destekliyordu.
Fakat halkın çoğunluğu projeye karşı ya ilgisizdi ya da
muhalif. Nitekim kısa süre içinde direnişler başladı. Daha
sonraları Arap tarih yazıcılığında “emperyalizme karşı
kahraman bir ulusal direniş” olarak resmedilen ve İngiliz
karşıtlığından ötürü o zamanlar Lenin’i de heyecanlandırmış
olan güneydeki Şii ayaklanması (1920), bir yanıyla da
İngilizlerin projesinin entegrist niteliğine karşı bir direnişti.
Aynı dönemde Şeyh Mehmudê Berzenci’nin Kürtler adına Bağdat’a
karşı yükselttiği direniş de dayatılan entegrizm programına
Kürtler cephesinden gösterilen tepkilerden biriydi. Fakat bu
direnişler etkili olamadı, entegrist proje, aksayarak da olsa
yürümeye devam etti.
Irak örneğini
konumuzun terimleriyle ifade edersek durumu şöyle özetleyebiliriz:
1700’lerden beri yükselmekte olan tarihsel-sosyolojik entegrizm
eğilimine yaslanan veya doğrudan onu temsil eden bazı dış ve iç
güçler, 1900’lerin başlarında geleneksel bölünmüşlük
etkenlerinin bir hayli güçlü olduğu bir bölgede, bu etkenleri
sınırlamak isteyen bir projeyle sahaya iniyorlar. Kaçınılmaz
sonuç çatışma oluyor ve bu çatışma, karşıtlarının baskın
karakterine rağmen entegrist güçlerin zaferiyle sonuçlanıyor.
Öykünün
devamı daha da ilginç: Zafer kazanan entegrist projenin içerdeki
savunucuları, pozisyonlarını düzelttikten sonra, BAAS adı
altında bu kez bütün Arapların entegrasyonunu hedefleyen yeni bir
projeye el atıyor. Bir diğer deyişle, entegrizm yanlıları,
başlangıçtaki güçsüz hallerine rağmen içeride zafer
kazanmakla kalmıyor, yaklaşık yarım asırlık bir tahkimattan
sonra dışarıya da benzer bir program dayatmaya çalışıyor.
Elbette ki
Irak’taki entegrist projenin başarısının tek nedeni bu projenin
tarihsel planda yükselmekte olan bir eğilimle uyumlu olması
değildi. İçerideki ve dışarıdaki birçok sosyal, siyasal,
kültürel, ideolojik vb. etken bu sonuç üzerinde etkide bulundu.
Ancak bu etkenlerin bir kısmı daha aşağı düzeylerde çeşitli
biçimlerde sözü edilen eğilimle ilişkilendikleri için Irak’taki
projenin başarısında tarihsel eğilimle uyumlu olmanın rolünü
yadsımak, imkânsız hale gelir.
Peki, bugünkü
durum nedir?
Bugün tam
tersi bir durumla karşı karşıyayız. Dün entegre olan Irak bu
kez çözülmektedir. İlginç olan
şudur ki, Irak’taki dünkü entegrasyon projesi, nasıl o gün
küresel planda yükselmekte olan entegrizm eğilimiyle uyum halinde
idiyse; bugünkü çözülme eylemi de, yine küresel ölçekte
hissedilen ulus-altı düzeydeki ayrışma eğilimiyle uyum
halindedir. Kanımca, bu paralellikler bir tesadüf değildir ve bir
kez daha küresel ölçekli tarihsel-sosyolojik eğilimlerin içerdeki
politik gelişmeler üzerindeki ilişkisini göstermektedir.
Fakat Irak’la
ilgili analizlerde meselenin bu boyutu yok pek görülmemektedir.
Analizcilerin çoğunluğu, Irak’taki bölünmeleri, açık veya
örtük biçimde, Irak’taki merkezin ABD’nin saldırısı
sonucunda yıkılmış olmasına bağlamaktadır. Ne var ki bu
izahat, gerçeğin tamamını vermekten uzaktır. Evet, Irak’ın
çözülüşünde, bir dış saldırıyla merkezi yapının
çökertilmiş olmasının etkisi göz ardı edilemez; fakat her şeyi
bu dış saldırıyla açıklamak mümkün değildir. Böyle olduğunu
anlamak için şu soruyu sormak yeterlidir:
Arap
aydınlarının önemli bir bölümünün, yükselen şehirli
modernist orta tabakaların, bir kısım Arap burjuvasının ve bazı
Arap bürokratlarının, Arap âlemini birleştirme ateşiyle
tutuştuğu 1960’larda veya 70’lerde, bir dış güç Bağdat’a
ağır bir askeri yenilgi yaşatsaydı, toplumdaki mezhepsel ve
tarikatsal bölünmeler, siyasetin taşıyıcısı konumundaki orta
sınıf elitleri üzerinde bugünkü kadar etkili olabilir miydi?
Bu soruya
olumlu cevap vermek çok zordur. O dönemin rüya lideri, bütün
Arapları tek bir devlet içinde birleştirmeyi slogan edinmiş olan
Cemal Abdül Nasır’dı. Tek tek ülkelerdeki bütün siyasal
süreçler bu (modern) eğilimden etkilenirdi. Entegrist eğilimlerin
böylesine güçlü olduğu bir entelektüel atmosferde, halkı
mezheplere ve tarikatlara bölerek kendine iktidar zemini yaratmaya
çalışan Tikritli veya Necefli lokal bir lider, söz konusu elitler
üzerinde bugün olacağı kadar etkili olamazdı.
Nitekim
Irak’taki merkezi yapı, 1950’lerin ortalarından 1980’lere
kadar, dış müdahaleler ve askeri darbeler sonucu birkaç defa
çöktü veya sarsıntıya uğradı. Ama bu sarsıntıların
hiçbirinin ardından geleneksel kimliklere dayalı siyaset ilkesi ve
çözülme Irak’ta baskın hale gel(e)medi. Her seferinde entegrist
bir program durumu kontrol etmeyi başardı. BAAS, bu programın son
ve cisimleşmiş haliydi ve örgütün kilit noktalarında
Tikritlileri istihdam etmekle birlikte program ve strateji itibarıyla
bölgeci (Tikritçi) değil, entegrist bir çizgi izliyordu.
Irak’taki mevcut çözülüşü esasta dış müdahaleyle açıklama
eğilimindeki baskın görüş, bu tarihsel tecrübeyle
uyuşmamaktadır.
Irak
merkezindeki son çöküşün öncekilerden iki önemli farkı
vardır. Yabancı işgal ve çöküşün, küresel ölçekte
hissedilen ulus-altı düzeydeki ayrışma eğilimiyle çakışmış
olması. Dolayısıyla tutarlı bir analiz, bugün yaşanan olayları
bu etkenlerden sadece biriyle değil ikisiyle de ilişkilendirmek
durumundadır.
Öte yandan
Irak’taki son işgalin fazla uzun sürmediğini de biliyoruz. ABD
ile müttefikleri iyi-kötü işleyen merkezi bir devlet aygıtı
kurduktan sonra askerlerini Irak’tan çektiler. Böylece, bir
bakıma merkezdeki eski çöküşlerden sonra şahit olduklarımıza
benzer bir durum oluşmuş, entegrist bir program kontrolü ele almış
oldu. Ama ne hikmetse, entegrist program bu kez işlemedi. ABD ve
İran gibi devletlerin Irak’ın bütünlüğünü korumak için
verdiği ciddi dış desteklere rağmen entegrizm değil çözülme
öne çıktı. Nitekim çözülme hâlâ devam ediyor.
Bütün
bunlar, Irak’taki ufalanmayı sadece eski merkezin çökmüş
olmasına bağlamanın doğru bir değerlendirme olmadığını
ortaya koyuyor. İkinci farklığı, yani merkezdeki çöküşün,
global ölçekte yaşanan ulus altı
düzeydeki çözülme eğilimiyle
çakışmış olması faktörünü de hesaba katan bir değerlendirme,
gerçeğe daha yakın olacaktır.
İngilizler
tarafından işgal edilmesinden günümüze kadar yüz yıllık Irak
tarihi, küresel ölçekte hissedilen tarihi-sosyolojik eğilimlerin
içerideki toplumsal ve siyasal gelişmeler üzerinde ne tür etkiler
yaratabileceğini çarpıcı biçimde anlatıyor.
Elbette
Ortadoğu’daki tek örnek Irak değildir. Geçmişteki yükselen
entegrizm eğiliminin içerideki gelişmeleri nasıl etkilediğinin
bir diğer örneği İran’dır. İran tarihiyle ilgilenmiş
olanlar, Rıza Şah’ın 1920’lerde başlayan yükselişinin sözü
edilen entegrizm eğilimiyle ilişkisini kurmakta zorlanmazlar.
Yazıyı fazla uzatmamak için şu kadarını belirtmek isterim ki,
Rıza Şah, kendisine iktidar yolunu açacak olan Kazak Garnizonunun
başına geçtiğinde, İran’da onun emrindeki kadar askere
hükmeden başka aktörler de vardı. Ama bunların birçoğundan
farklı olarak Şah, bütün İran’ı entegre etmeyi amaçlayan bir
programla sahnedeydi. Nitekim yaklaşık 10-15 yıllık bir süre
içinde, değişik yönlerde işleyen bu güçleri büyük oranda
entegre etmeyi başardı. İran’ın 2500 yıllık bir devlet olduğu
söylemi, akılda genellikle bu devletin her zaman merkezi ve entegre
bir yapı olduğu yolunda bir imaj yaratır. Ama bu, gerçek hayatta
karşılığı olmayan bir imajdır. Gerçek manada entegre olmuş
merkezi bir İran devleti, ilk kez Rıza Şah’a nasip olmuştur.
Rıza Şah’ın bu tecrübesi de tarihsel-sosyolojik eğilimlerin,
içerideki gelişmeler üzerinde fark edilmesi zor olsa bile inkârı
mümkün olmayan etkiler yarattığını gösterir.
Ortadoğu’da
tarihini bilmediğim devletlerin sayısı, tarihini iyi-kötü
bildikleriminkinden daha fazladır. Fakat bütün uluslaşma
süreçlerinin, büyük oranda asimilasyonla el ele giden entegrasyon
süreçlerinden oluştuğu gerçeğinden yola çıkarak Ortadoğu’daki
bütün devletlerin arakasında dünkü yükselen entegrizm
eğilimiyle uyumlu bir projenin olduğunu tahmin edebilirim. Dünün
entegrizm ilkesi, bugün, yerini ulus-altı düzeyde çözülme
ilkesine bırakmaktadır. Dün küresel ölçekli entegrizm ilkesi
içerideki entegrist projeleri nasıl güçlendirdiyse, bugünün
küresel ölçekli çözülme ilkesi de tek tek ülkelerdeki çözülme
süreçlerini güçlendirici etkiler icra etmektedir ve edecektir.
Dolayısıyla
Ortadoğu’daki çözülme sürecini anlayabilmenin ön koşulu,
yazının birinci bölümünde belirttiğim gibi, komplocu mantığı
terk etmek ise kritik koşullarından biri de, bu sürecin küresel
planda aktif olan tarihsel-sosyolojik çözülme eğilimiyle olan
ilişkisini kurabilmektir. Mevcut durumu analiz ederken kendimizi
sadece radarlarımıza daha rahat takılan güncel politika
düzlemindeki hareketler ve gizli komplolarla sınırlayamayız. Bu
hareketler ve komplolar bir boşlukta değil, belli bir toplumsal ve
tarihsel zemin üzerinde işledikleri için, bu zemini hesaba
katmadan yapılacak her analiz eksik kalacaktır. Günümüzde bu
zeminin ana taşıyıcılarından biri ulus-üstü düzeylerde
entegrasyon ise diğeri ulus-altı düzeylerde ayrışma eğilimidir.
Dolayısıyla Ortadoğu’daki ufalanma süreçlerine bir de bu
noktadan bakmak gerekmektedir.
Gelecek
yazıda, cemaatleşme eğilimini bu kez de sosyalleşme ilkesi
çerçevesinde ele almaya çalışacağım.
2014-08-19
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder