BATI
DÜNYASINDA İSYAN GELENEĞİNE DAİR KISA NOT(*)
FİKRET BAŞKAYA
Gezegenin tarihi bir kaç milyar
yıl, gezegende canlı yaşamın varlığı milyonlarca yıl,
bilen-yapan-eden insan anlamında (homo sapiens) insan soyunun tarihi
de yaklaşık 50-60 bin yıl kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim
de denilen insanların yerleşik hayata geçip tarımı
keşfetmelerinden bu yana da yaklaşık 11500 yıl geçtiği
biliniyor. İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu
günkü gibi sınıflara ayrılmış değildi. Devlet ortada yoktu.
İnsan toplumları, uzunca bir dönem mülkiyet kavramından habersiz
yaşadı. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yaşam ilkesini;
paylaşma, bölüşme, dayanışma, yardımlaşma oluşturdu. Başka
türlü ifade edersek, kavramın jenerik anlamında komünist
bir toplumsal düzen
geçerliydi. Emek üretkenliğinin artması, alet-edevat ve beceri
yeteneğinin gelişmesi, bir insanın kendi ihtiyacından daha
fazlasını üretmesine imkân verdiği dönemden sonra, mülkiyetin
ve devletin ortaya çıktığı biliniyor. Çelişik olarak
teknolojik ilerleme, yaşamı kolaylaştırmanın hizmetine sunulması
gerekirken, insanları köleleştirmenin bir aracı da oldu.
Dolayısıyla, her teknik gelişme insan refahını artırması
gerekirken, insanları daha çok sömürmenin, baskı altına
almanın, köleleştirmenin hizmetine sunuldu.
Toplumun ezen-ezilen,
sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve
mazlum... olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve
topluluklar arası çatışmalar da “olağanlaştı”,
“sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan toplumları
farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma
ortamında yaşayacaktı... Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen
ilişkisinin geçerli olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı
diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice itibariyle baskının
olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki
ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı
mücadele eşyanın tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu
arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi de doğal olarak büyür.
Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların tarihi,
sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. “Özgür
yurttaş ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası
ile kalfa, sözün kısası ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya
gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüşüme
uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla
sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa
ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmuştur.
Tarihin daha eski dönemlerinde
hemen her yerde toplumun çeşitli zümreler hâlinde tamamıyla
eklemlenişini, toplumsal konumların çok yönlü olarak
derecelenişini görüyoruz: Eski Roma’da patrisienler, şövalyeler,
plebler, köleler; Ortaçağda feodal beyler, vasallar, lonca
ustaları, kalfalar, serfler ve bu sınıfların hemen hepsinde de
özel derecelenmeler.
Feodal toplumun yıkıntıları
arasında filizlenip yükselen modern burjuva toplumu sınıf
karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Modern burjuva
toplumu eski sınıfların yerine yeni sınıflar, eski baskı
koşullarının yerine yeni baskı koşulları, eski mücadele
biçimlerinin yerine de yeni mücadele biçimleri getirmekten öteye
gitmemiştir.”(1)
Eğer toplumda bölünmüşlük,
sınıfsal karşıtlık kesin çizgilerle ayrılmış, sadece
ezen-ezilen, sömüren-sömürülen iki sınıftan, iki cepheden
ibaret olsaydı, durumun görünürlüğü çok daha kolay olur ve
ezilen kesimlerin mücadelesi de daha etkin ve daha kolay sonuç
alınır durumda olabilirdi. Oysa gerçek dünyada durum hiç de öyle
değildir. Mesela burjuva toplumunu alalım. Teorik olarak kapitalist
bir toplumda başlıca üç buçuk sınıf bulunması gerekirdi: 1.
Sermaye sahipleri; 2. İşletme yöneticileri [müteşebbisler] ki
şimdilerde bunlara daha çok CEO deniyor; 3. Proleterler (işçiler).
Bir de bunlara üretilen malları ve hizmetleri tüketicilere
ulaştıran, aracı tacir taifesini eklemek gerekir ki bu kesim de
buçuğu oluşturur... Oysa gerçek durum çok büyük farklılık ve
çeşitlilik arz eder. İşte büyük kapitalistler, hisse sahipleri
(aksiyonerler), orta-boy kapitalistler, küçük işletme sahipleri
vb. Aynı şekilde işçi sınıfı da bir dizi çeşitlilik arz
eder: Düzenli bir işte çalışan iş güvencesine sahip kalifiye
işçiler, sürekli bir belirsizlik ortamına itilmiş, düzenli bir
iş ve gelirden yoksun olanlar, işsizler, iğreti işlerde
çalışanlar vb.
Fakat ezen ve ezilen toplum
sınıfları arasındaki fark, sadece sınıfsal nitelikte değildir.
Farklılıkların bir dökümünü yapmak gerekse, herhâlde bir kaç
kitap sayfasına sığmazdı. Farklı dinlere, inançlara, mezheplere
mensup olanlar, farklı etkin kökenlere ait olanlar, derilerinin
rengi farklı olanlar, farklı dilleri konuşanlar... Köylülüğün
yaygın olduğu ülkelerde büyük toprak sahipleri, orta boy
çiftçiler, küçük çiftçiler, topraksız köylüler, tarım
işçileri... Tabii hepsi bu kadar değil, her bir ülkedeki
sınıfsal-etnik- kültürel ayrışma bir ülkeden diğerine de
farklılıklar gösterir.
Batı’da isyan (başkaldırı)
geleneğini üç dönem ayrımı yaparak tahlil etmek, sorunun
netleştirilmesini kolaylaştırabilir. Bunu köleci, feodal ve
kapitalist çağların halk isyanları olarak ele alabiliriz. Fakat
daha önce önemli saydığım bir hususu hatırlatmak uygun olur.
Uygarlığın başlangıcından beri Batı’da (Avrupa’da) sınıf
mücadelelerinin seyri, yoğunluğu ve etkileri, ortaya çıkardığı
sonuçlar dünyanın geri kalan bölgelerinden farklıydı. Kabaca
iki gelişme çizgisinden söz etmek mümkündür. Biri greko-romen
çizgisi denilen, Avrupa’daki evrimi tanımlayan gelişme çizgisi
ki bu genel evrim karşısında sadece küçük bir istisna idi.
Dünya’nın geri kalanı bir istisna olan Avrupa’dan farklı bir
rota izledi. Nitekim Batı’da köleci-feodal-kapitalist bir evrim
çizgisi geçerliyken, dünyanın diğer bölgelerinde köleci üretim
tarzı hiç bir zaman söz konusu olmadı. Asla temel bölünmüşlüğü
ve çelişkiyi oluşturmadı. Söz konusu uygarlıklarda (üretim
tarzlarında densin) köleci ilişkiler genel üretim tarzına
eklemlenmiş olarak var oldu. İslâm coğrafyasında olsun, mesela
Osmanlı imparatorluğunda köle-efendi ilişkisi istisna idi ve asla
Antik Yunan ve/veya Roma imparatorluğundaki gibi değildi. Aynı
şekilde bazı benzerlikler ve ortak noktalar olsa da Avrupa dışı
dünyada Avrupa tipi bir feodalizmden de söz etmek mümkün
değildir. İşte, Çin’de, Hindistan’da, İran’da, Orta
Doğu’da, Kristof Kolomb’un macerası öncesinde Amerika
kıtasında (Aztek, Maya-İnka uygarlıkları) geçerli üretim
tarzlarını “feodal” olarak nitelemek abartılı bir
basitleştirme olur.
Üzerinde durulması gereken bir
önemli husus da Avrupa’da sınıfsal karşıtlıkların,
dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, dünyanın geri kalan
bölgelerinden daha keskin oluşudur. Bunun nedeni Batı’da özel
mülkiyetin istisna değil, kural olmasıdır. Oysa Doğu’nun büyük
imparatorluklarında, krallıklarında, hanlıklarında, vb. toprak
üzerinde özel mülkiyet kural değil istisna idi. Mesela Osmanlı
İmparatorluğunda topraklar Beytülmâle aitti. Padişahların
topraklar üzerindeki tasarrufu Tanrı adına yapılan bir
tasarruftu...(2) Bu özellik, sömürü ve baskının (ezen-ezilen
ilişkisini densin) Batı’dakine göre, görece daha “yumuşak”
olmasını sağladı. Avrupa dışı toplumsal formasyonlarda
“merkezî” bir devlet yapısı geçerliydi. Oysa Batı’da bir
dizi iktidar bölünmüşlükleri (hiyerarşiler) söz konusuydu. Bu
durum, sömürü ve baskıyı ve aynı zamanda bölünmüş unsurlar
arasındaki çatışmaları ve tabii ittifakları da olanaklı hâle
getiriyordu. Batı’da çok sayıda köle isyanı olduğu hâlde
Avrupa dışı sosyal formasyonlarda veya uygarlıklarda köle
isyanlarının pek vâki olmayışı doğrudan bu durumla ilgilidir.
Aslında insanlık tarihinin son
bir kaç bin yılı isyanların, başkaldırıların tarihidir ama
tarih, ezenler tarafından yazıldığı için ezilenlerin çığlığı
pek duyulmadı. G. R. Elton bu konuda söyle diyordu: “Tarih,
imtiyaz sahibi olmayanların duygu ve özlemlerini sıklıkla
kaydetmez.” (Elton, 1964: 87) (3)
Zira yaşanmış bir olayın
kimin tarafından hikâye edildiği önemsiz değildir.
İsyan edenle isyanı bastıranın
anlattığı hikâye doğası gereği farklı olmak zorundadır. Bu
konuda çok bilinen köle isyanı, Spartakus’un liderliğinde, Roma
Cumhuriyet döneminin sonlarında patlak veren isyandır ama aslında
bu isyan “köle savaşları” olarak bilinen üç isyanın
sonuncusuydu. Önceki iki isyan milattan önce 1040-1039’da Suriye
kökenli Eunus liderliğinde başlatılan ve 1032 yılanda bastırılan
isyandı. Bu üç isyanın sebebi veya ortak paydasında o dönemde
giderek büyüyen tarım plantasyonlarında ve madenlerde köle emeği
sömürüsünün derinleşmesiydi. Ve köleler Sicilya’nın bir
bölümünde “Sicilya Kırallığı” adını verdikleri
Helenistik temelli bir kırallık kurmayı başarmışlardı. İsa’dan
önce ikinci yüzyılın sonlarında birçok köle ayaklanması
olduğu biliniyor.
İkinci köle isyanı MÖ 104 ve
100 yılları arasında patlak vermişti. Fakat bu ikinci önemli
ayaklanma sadece kölelerin isyanı değildi, Salvius–Tryphon ve
Athénion önderliğinde, çobanları da kapsayan bir isyandı. Aynı
şekilde Sicilya’da Helenistik modele uygun bir krallık kurmayı
başarmışlardı ama konsül Manius Aquilius Nepos tarafından
ezildi.
Üçünçü büyük köle isyanı,
MÖ 73 yılında patlak veren Spartakus liderliğindeki isyan, büyük
köle isyanlarının sonuncusuydu. Roma İmparatorluğunun yürüttüğü
genişleme ve yayılma savaşlarında çok sayıda esir alınıyordu
ve bu esirler köle statüsüne indirgenerek, pazar için üretim
yapan büyük çiftliklerde (latifundiyalar) ve madenlerde çok büyük
baskı altında çalıştırılıyordu. Trakyalı bir çoban olan
Spartakus ücretli asker olarak Roma ordusuna alınmış, ordudan
firar etmiş, yakalanmış ve köle olarak satılmıştı. İtalya’nın
güneyinde bir gladyatör okulu sahibi tarafından satın alındığı,
okuldan bir grup arkadaşıyla kaçtığı ve önce haydutluk
yaptıkları ama zamanla “sosyal eşkıya” niteliği kazandığı
ve köleleri özgürleştirmek, ayaklandırmak üzere harekete
geçtiği biliniyor. Bir zaman sonra Spartakus’un ünü yayılıyor,
kölelerin umudu hâline geliyor ve İtalya’nın her yerinden
köleler Vezüv yanardağının yamaçlarında toplanıyorlar. Kendi
emekleriyle geçinir hâle geliyorlar, dayanışmayı-yardımlaşmayı
esas alan bir yaşam tarzı oluşturmayı ve özgürce yaşamayı
başarıyorlar. Oysa bütünüyle köle emeği sömürüsüne dayalı
Roma’nın böyle bir duruma razı olması, böyle bir durumu tolere
etmesi mümkün değildi. Zira böyle bir şey, Roma için var
olma-yok olma meselesiydi... Spartakus, Alp dağlarını aşarak
kölelerin ülkelerine dönmesi yönünde bir düşünceye sahipti
ama bu düşünce, arkadaşları tarafından benimsenmiyor. O zaman,
Sicilya’ya geçmek ve/veya Kuzey Afrika’da eşitlik temeli
üzerinde bir yaşam tarzı oluşturma fikrini benimsiyor. Roma
ordularının ilk iki saldırısı püskürtülüyor. Roma ordusu M.
L. Crassus komutasında üçüncü bir taarruza geçiyor. Spartakus
liderliğinde köleler, onu da yenilgiye uğratıyor ama savaşçı
köleler itaatsizlik edip düzeni bozuyorlar, erkenden yağmaya
girişiyorlar. Crassus, bu durumu lehe çevirip köle ayaklanmasını
ezmeyi başarıyor... Ve Spartakus vuruşa vuruşa ölüyor. Bir
kısmı köle kaçmayı başarıyor ama yaklaşık 6 bin kadarı
yakalanıp Roma’ya götürülüyor. “Kentin girişindeki Apium
yolunun iki yanına dikilen direklere bağlanarak (devlet terörü
estirmek amacıyla) bir bir haça geriliyorlar. “Keşke bu yol
Roma’ya çıkmasaydı!” Köle ayaklanmalarının bastırılması,
Roma’nın Cumhuriyet’ten bütün yolların Roma’ya bağlanacağı
imparatorluğa geçişini hızlandıran etmenlerden birini
oluşturdu.”(4)
Alâeddin Şenel, “Kemirgenlerden
Sömürgenlere-İnsanlık Tarihi” adlı
ünlü eserinde, Spartakus ayaklanmasıyla ilgili şöyle diyor:
“Spartakus köle ayaklanmasının insanlık tarihi bakımından iki
önemli uzantısından söz edilebilir. Birincisi, Roma
emperyalizminin sömürdüğü köleler ile boyunduruk altında
tuttuğu halkların önderlerini (Spartakus ve İsa’yı)
cezalandırmada haçı kullanmasıdır. Böylece haçın
imparatorluğa, sömürüye ve baskıya karşı başkaldırmanın
simgesi olması beklenirken tersinin olmasıdır. İlk
kovuşturmalardan sonra, imparatorluğa uygun bir ideoloji
olabileceğini kavrayan Roma yöneticileri, İsacılığı devlet
dini yapma başarısını göstermişlerdir. Roma İmparatorluğunun
dağılmasıyla kurulan düzenler ise (haksızlığın ve
acımasızlığın simgesi olabilecek) haç’ı İsacılık ile
birlikte eşitsizlikçi toplum düzenlerine (gönüllü) boyun
eğdirmenin bir aracı olarak kullanabilmişlerdir.
Bunun tam tersi (ikinci) bir
etkiyle, Roma İmparatorluğu’ndaki köle ayaklanması ve
ayaklanmanın önderinin adı (Birinci Dünya Savaşı sonrası
Almanyasında “Spartakistler” ayaklanmasında görüldüğü
gibi) eşitsizlikçi düzenlere başkaldıranların esin
kaynaklarından birini oluşturabilmiştir.”(5)
Batı tarihinde Orta Çağ olarak
bilinen çağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle (476),
Kristof Kolomb’un macerasının başlangıcı olan 1492 arasındaki
dönemi kapsıyor. Elbette bir çağ için bu tür kesin tarihler
vermek o kadar da isabetli değildir. Yine de Orta Çağ uygarlığının
dört ayırt edici niteliğinden veya özgünlüğünden söz etmek
mümkündür:
1. Politik otoritenin
bölünmüşlüğü/parçalanmışlığı, dolayısıyla devlet
kavramının silikleşmesi.
2. Tarım ağırlıklı bir
ekonomik işleyiş.
3. Toprağın sahibi olan ve
militer soyluluk ve serflerden (köylülük) oluşan bir sosyal
bölünmüşlük ve nihayet.
4. Hristiyan inancına dayalı,
kilise tarafından biçimlendirilen bir düşünce sistemi.
Söz konusu toplumsal yapı XIII.
yüz yıldan başlayarak dönüşüme uğradı ve esas itibariyle de
yüzyılın sonundan itibaren tarımda belirgin değişimler ve
dönüşümler ortaya çıktı. XIII. yüzyılın sonunda ortaya
çıkan kuraklık tarımda tam bir yıkıma neden oldu; uzunca bir
zaman süren kıtlık yaşandı. Bazı tahminlere göre 1347 ile 1353
arasında, yedi yılda Batı Avrupa’da 25 milyon insanın ölümüyle
sonuçlanan veba salgını da tarımı olumsuz etkiledi. Bu iki
faktör tarım sektöründe bir yıkım tablosu ortaya çıkardı.
İşgücü yetersizliği yüzünden ücretler yükselince dışarıdan,
Baltık ve Slav ülkelerinden daha ucuza tahıl ithal etme yoluna
gidildi. Bu yeni durum büyük toprak sahipleri ve senyörler lehine,
küçük köylüler ve küçük soyluların aleyhine sonuçlar ortaya
çıkardı. Zira küçük köylülerin ucuz ithal tahılla rekabet
etmeleri mümkün değildi. Bu durumun sonucunda köylüler arasında
işsizlik artmış, proleterleşme derinleşmişti. O tarihten sonra
tarım daha çok kentin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliyor,
tahıl üretiminin yerini sanayi ve ticaret bitkileri (keten kenevir,
üzüm vb.) alıyor, köylüler işsiz kalmadıkları
(proleterleşmedikleri) durumlarda ortakçı ve yarıcı statüsüne
indirgeniyorlardı...
Tarımsal alanda bir önemli
gelişme de kentlerin artan et tüketimini karşılamak üzere, büyük
çaplı koyun besiciliğinin başlatılmasıydı. Ünlü “çitleme
hareketinin (enclosure) başlamasıyla büyük toprak sahipleri
konumlarını daha da pekiştirdi ve sürecin belirleyici unsuru
hâline geldiler. Artık ortak mallar (common goods) kavramı önemini
kaybediyordu ve toplumun, köylü kitlesinin ortak kullanımına
sunulmuş tarım toprakları ve meralar büyük toprak sahiplerinin
eline geçiyor, mülksüzleşme ve tabii proleterleşme derinleşerek
devam ediyordu. Köylü topluluğu parçalandı. Bütün bunlara
ekseri dayanılmaz vergiler ve angarya da ekleniyordu. Ve sonuç
derinden derine yürüyen itirazların ve isyanların açık
isyanlara dönüşmesi olacaktı... Köylü isyanlarıyla ilgili
yazılı kaynaklar son derece sınırlı olsa da bu durum ezilen,
sömürülen ve isyan etmekten, başkaldırmaktan başka seçenekleri
kalmayan kırların emekçi çoğunluğunun çığlığını tam
olarak unutturması da mümkün olmadı. Mesela daha XII. yüzyılda
Normandiya köylüleri “bizde insanız” diye sızlanırken, XIV.
yüzyılda İngiliz köylüleri: “Âdem toprağı beller, Havva yün
eğirirken beyefendiler neredeydi?” diye hesap sorar hâle
gelmişlerdi. Çitleme (enclosure) saldırısına karşı mücadele
yürüten İngiliz köylülerinin şu beyti, durum hakkında bir
fikir veriyor: [They hang the man, and flog the woman, That steals
the goose from off the common; But let the greater villain loose,
That steals the common from the goose].
“Çaldı diye herkesin olan
kazı
Adamı asıp kırbaçladılar
kadını
Saldılar lakin zalimin büyüğünü,
Herkesin olanı kaz
kafalıdan çalanı.”
“İnsafsız, yok edici, öğütücü
bir saldırıyla yüz yüze gelen köylüler, çok çeşitli tepki ve
mücadele yöntemlerine başvuruyorlardı: Angaryaya karşı pasif
direniş, senyörler hesabına vergi toplayan senyörlük
mübaşirleriyle çatışma, işi sabote etme, ot ambarlarını ateşe
verme, senyörlere ait “özel ormanlarda” avlanma... söz konusu
tepki ve mücadele yöntemlerinden bazılarıydı... Tabii buna zaman
zaman başvurulan çapulculuk ve eşkıyalık yöntemini de dâhil
etmek gerekir...
Batı Avrupa’da emekçi halk
kitlelerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen, itirazları ve
isyanları tetikleyen sadece ortak mallara, “herkese ait olması
gerekene” [commons] soyluların ve yeni yetme burjuvaların el
koyması değildi. Mesela Fransa’da ardı-arkası kesilmeyen
savaşlar, yenilgiler, her seferinde vergilerin daha da
ağırlaşmasıyla sonuçlanıyordu ve bu dayanılmaz bir durumdu.
Nitekim Flandre’lıların isyanı tam da bu ağır vergilere bir
cevaptı. İsyancılar, Brugge ve İeper kenlerini ele geçirmişlerdi
ama 1323 yılında patlak veren isyan 1328 de Cassel’de Fransa
kralının ordusu karşısında yenik düşmüştü... Fransa’da
“Jacques Hareketi” olarak bilinen ve önemli izler bırakan isyan
da 1358 yılında bastırılmıştı. Avrupa köylü isyanları
geleneğinden önemli izler bırakan bir isyan da İngiltere’de Wat
Tyler önderliğindeki köylü ayaklanmasıdır. Bu isyanın bir
özelliği de isyana zanaatkârların da dâhil olmasıydı. Bu
vesileyle hatırlanması gereken bir şey de isyanların sadece
toplumun “en yoksullarının” isyanı olmamasıdır. Nitekim
tarım kesiminde durumları sarsılan kırların küçük toprak
sahipleri ve aynı şekilde “küçük soylu” tabaka, isyanların
önemli bileşenleriydi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder