“Bu Yalnızca Hegemonya Krizi Değil, Aynı Zamanda Bir Meşruiyet Krizidir”
Gün Zileli - Osman
Tiftikçi ile yaptığın röportaj son derece ilgi çekici. Osman Tiftikçi, esas
çatışmanın AKP-Cemaat çatışması olmadığını belirttikten sonra şöyle
diyor:
"Çatışma özünde emperyalizm, geleneksel sermaye
ve İslami sermaye arasındadır. AKP ve İslami sermaye rakibine direnecek güçte
görünmüyor. Cemaatler 90’lı yıllara kadar küçük ve orta boy ticari, sınai
işletmelere sahiptiler. Bunlar sonradan holdinglere dönüştü. AKP iktidarları
döneminde uluslararası hale geldiler. Tarihlerinde görülmemiş biçimde siyasi
iktidarın, belediyelerin ekonomik ve diğer nimetlerinden yararlandılar.
Özellikle eğitimde gayrı resmi önemli bir güç haline geldiler. Toplumda
bunların ideolojik havası esmeye başladı... Ama gene de İslami sermaye,
emperyalizme, geleneksel sermayeye ve bunların elindeki devlete direnecek güçte
değil. Gülen hareketi ile başlatılan öncü saldırıda bile dağılıp, ne yaptığını
bilemez bir hale düşmeleri de bunu gösteriyor."
Buradan çıkan sonuç, çatışmanın esasen, İslami
sermayeyi temsil eden AKP iktidarı ile geleneksel sermaye denen, cumhuriyet
döneminde büyüyen ve tekelleşen sermaye arasında olduğu, emperyalizmin bu çatışmada
geleneksel sermayenin çıkarları doğrultusunda müdahil olduğu, devlet içinde
yuvalanmış Cemaatin ise, geleneksel sermayenin AKP iktidarına saldırısında araç
rolü oynadığıdır. Sen bu yoruma katılıyor musun? Cemaat, geleneksel sermayenin
hizmetinde mi gerçekten, o zaman islami sermaye ile Cemaat ayrı yerlerde mi
konuşlanmış oluyor? Dendiği gibi bu bir "devlet krizi" midir?
Ordunun, geçmişten farklı olarak, restorasyon için darbe yapamaz hale geldiği
koşullarda, parlamento içinden bir alternatif (röportajda dendiği gibi yeni bir
CHPiktidarı) bunu sağlayabilir mi?
Fikret
Başkaya- Türkiye’de
devletle ilgili, devlete dair konuşurken, daima tarihsel geri planı hatırda
tutmak gerekiyor. İkincisi, devlet düzeyinde herhangi bir düzenleme veya
“çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörü, “dış
belirleyiciliği” de dikkate almak gerekiyor. Yaklaşık iki yüz yıldır devlette
belirli aralıklarla, [20-25 yıl] işte 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960,
1971, 980, 1997 ve şimdilerde AKP
döneminde yapılan restorasyonlar bu bütünlük içinde anlaşılabilir ancak.
Velhasıl düzenlemelerin emperyalizmle
uyumlanarak yapılması söz konusu.
Hiçbir önemli düzenlemeyi, dış faktörü, emperyalizmi hesaba katmadan
anlamak mümkün değildir.
Aksi takdirde yaptığımız tahlilin bir kıymet-i
harbiyesi olması mümkün değildir.
Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı, devlet her
şeydi. Cumhuriyet döneminde de devlet kutsallığını korudu. Neden? Çünkü
Cumhuriyetle birlikte [1923] bir kopuş olmadı da ondan. Cumhuriyet ilan
edilmeden önce kimler yönetiyorsa, cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye
devam etti. Asla bir alt-üst oluş söz konusu değildi. Eğer devlet kutsalsa, o
zaman her şey kutsal devletin bekasına hizmet edecek şekilde kurgulanmak
zorundadır.
Üçüncüsü, söz konusu gelenekte ve her zaman bir
“iktidar ikiliği” söz konusuydu. Biri benim “asıl devlet partisi” dediğim iktidar
ve güç odağı, diğeri de görünen-bilinen iktidar, “seçimle” gelen
“iktidar.“ Asıl devlet partisi” her
zaman kendini devletin varlığından ve bekasından sorumlu hissediyor. Gerekli
gördüğü zaman duruma müdahale ederek, rayından çıktığını düşündüğü aracı rayına
oturtuyor. İşte askeri darbeler bu amaçla gündeme geliyordu. Tabii bu “asıl
devlet partisinin” sadece darbe anlarında müdahale ettiği anlamına gelmiyor.
Darbeler müdahalenin görünür olduğu durumlar.
Senin soruna, yani sadede gelirsek, Cemaat veya
Gülen Hareketi denilen, aslında devletin bir cemaati ama sadece TC’nin
hizmetinde değil, aynı zamanda ABD’nin ve bir bütün olarak emperyalizmin,
küresel oligarşinin de hizmetinde. Dikkat edilirse, Gülen Cemaati olarak
bilinen devlet cemaatinin palazlandırıldığı dönem, 1977 sonrasına, yani ABD’nin
“yeşil kuşak doktrinini” devreye soktuğu döneme rastlıyor. Amaç, ilerici,
demokrat, sosyalist, eşitlikçi hareketlerin önünü kesmekti. Tabii T.C. bakımından ilave bir unsur daha
var: Osman Tiftikci’nin de isabetle belirttiği gibi, devlet dışındaki “asıl
dinî cemaatleri” de etkisizleştirme, değilse hizaya getirme amacı da vardı.
Gerçek durum böyleydi ama sanki cemaat laik cumhuriyeti yıkmak için can
atıyormuş gibi bir izlenim veya algı yaratıldı. Oradaki amaç, devletin
niteliğinden habersiz, laikliğin ne olduğunu da pek bilmeyen ‘laik kesimi’
devlete bağlamak, toplumu kutuplaştırmaktı. Oysa, cemaati peydahlayan,
besleyip-büyüten, destekleyen devletin kendisiydi. Özellikle 1980 Amerikancı
askeri darbesinden sonra Gülen Cemaati eşine az rastlanır bir devlet desteğine
mazhar oldu. Söz konusu olan, insanları aldatmaya yarayan bir ideolojik
manipülasyondu. Eğer buraya kadar söylediklerim doğruysa, şimdilerde AKP ile
Cemaat arasındaki çatışma aslında AKP’nin aşırılıklarından rahatsız olan “asıl devlet partisi” ve arkasındaki büyük
sermaye gruplarıyla AKP ve destekçisi ‘islâmi sermaye” denilenler arasında
cereyan ediyor. O zaman da Cemaatin safı, tartışmasız bir şekilde, “asıl devlet
partisinin” komprador büyük sermayenin ve emperyalizmin safı olmak zorunda...
Peş peşe yapılan darbelerden sonra orduya yönelik
operasyonlar, imajı iyice bozulan ve halkın önemlice bir bölümü tarafından da
hoş görülmeyen ordunun imajını düzeltme, halk gözündeki imajını düzeltme
kaygısı var. Yani “peygamber ocağının” görüntüsünü düzeltmek...Tabii bunun için
kendi adamlarından bazılarını feda edebilirlerdi. Amaç kutsal devletin varlığı
ve bekası olunca bunu rahatlıkla yaparlardı ve yaptılar. Yoksa, yapılan bu
operasyonların asla “vesayet rejimini”
etkisizleştirmek, rejimi demokratikleştirmek gibi kaygılarla uzaktan yakından
bir ilgisi yok... Sadece yeni tip bir vesayet amaçlandığı söylenebilir. Tabii
bu da öyle tereyağından kıl çeker gibi olmaz, nitekim olmuyor...
Eğer bunun bir devlet krizi olduğu söylenirse bu,
sıradan bir “yönetim krizi” demeye gelir ve bunun üstesinden gelmek o kadar da
zor değildir. Egemen sınıflar bu tür krizleri aşmakta tecrübelidir. Oysa artık
sistemik bir kriz söz konusu. Gelinen aşamada
rejim, çözdüğünden daha çok sorun üretmek zorunda. Başka türlü yapması
mümkün değil. O zaman elindeki yegane koz şiddetin dozunu ve kapsamını
artırmaktır. Tabii bu arada utanmazca “demokrasiden”, “demokratikleşmeden”,
işte “hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” de çok söz edilecektir. Daha
şimdiden bir şiddet toplumunda yaşamıyor muyuz? Eğer sistemik bir kriz söz
konusuysa, mevcut iktidara alternatif olarak sunulacak olanın bugünkünden
farklı bir şey yapma şansı yoktur. Sadece zaman kazanmaya hizmet edebilir ama
sorunları daha da azdırarak... Demek ki, halkın sahaya inmesini gerektiren bir
durum söz konusu. Halkın artık seyirciliği bir yana bırakıp, kendi hikâyesini
kendi yazıp, kendi anlatması gereken bir zamandayız...
Bundan önceki restorasyonlarda veya
düzenlemelerde, mülk sahibi komprador
sınıflar, “asıl devlet partisinin” de onayını alan yeni bir parti etrafında bir
koalisyon oluşturuyorlardı. İşte 1946 da Demokrat Parti [DP], 1960 darbesinden
sonrasında onun devamı ama yine de yeni bir parti olan Adalet Partisi [AP], 1980
darbesinden sonra ANAP ve 2001’de de AKP. Şu aşamada yeni bir parti oluşturmak
pek olanaklı görünmüyor. Verili durumda
CHP etrafında bir koalisyon imkân dâhilinde görünüyor. Dolayısıyla Tiftikci’nin
tespiti bana isabetli görünüyor.
Gün Zileli
– Benim
bakış açımın bu tahlille tam örtüşmediğini belirtmeliyim. Ya da açılması,
netleştirilmesi gereken noktalar var.
Kafamda yerli yerine oturmayan noktalar şunlar:
Evet, geleneksel sermaye denen sermaye kesimiyle AKP’nin bugüne kadar temsil
ettiği İslami sermaye arasında önemli bir çatışma var. Ve bu çatışmada ABD’nin
ve Batı’nın, özellikle Gezi olaylarından sonra, AKP’nin yıldızının söndüğünü
görüp (buna AKP’nin Suriye ve Mısır başarısızlıkları da eklenmelidir) AKP’ye
karşı yeni bir alternatif aradığı bir gerçek. Fakat Cemaati, İslami sermayenin
bir unsuru görmeyip, sadece Batı’nın bir aleti olarak ele almak bana doğru
gelmiyor. Bence Cemaat, İslami sermayenin çok önemli bir parçasıdır.
Dolayısıyla MİT kriziyle başlayıp bugüne uzanan ve açıkça patlak veren çatışmayı,
İslami sermaye içinde büyük bir yarılma olarak görmek gerekir. Hatta ben daha
ileri giderek şunu belirteceğim: Cemaat, İslami sermayenin esas bölümünü temsil
etmektedir. Bu kadar güçlenmesinin bir nedeni devlet himayesi ise, bir diğer
nedeni de muazzam ölçekte bir sermayeyi temsil etmesidir. Bugünkü AKP, bence,
İslami sermayenin daha küçük bir bölümünü temsil etmektedir. AKP’nin bugün
esasen temsil ettiği, İslami sermayeden çok, TOKİ’lerle, inşaat ihaleleriyle,
kaçakçılık ve yolsuzluklarla büyüyen yeni iktidar zenginleridir. Bu durumda
şunu bile söyleyebiliriz: Cemaatle AKP arasındaki çatışma, bir yönüyle, klasik
İslami sermayenin büyük bölümüyle yeni iktidar zenginleri arasındaki
çatışmadır. Elbette bu çatışmanın Cemaatçi tarafı, AKP iktidarına epey zamandan
beri tavır alan geleneksel sermaye ile rezonansa geçmiştir ama bu son çatışmada
geleneksel sermayenin, Cemaati mi, yoksa AKP’yi mi destekleyeceği ya da
tarafsız mı kalacağı henüz belli değildir. AKP’nin, orduya ve ulusalcılara
yönelik son ittifak çağrısı göz önüne alınacak olursa, belki de bu, aynı
zamanda geleneksel sermayeye bir ittifak çağrısıdır.
ABD ve Batı’ya gelince. Bunları da bir bütün olarak
görmemek gerekir kanımca. Avrupa da, aynı geleneksel sermaye gibi durumu
izlemektedir ve yakın zamanda Cemaate karşı girişilecek saldırıya sessiz onay
vermesi muhtemeldir. Cemaat, ABD içinde daha çok neo-con denilen saldırgan
kesimle bağlantılıdır ve Obama yönetimiyle çok iyi ilişkiler içinde olduğunu
sanmıyorum. Yani şu andaki durumda, ABD yönetimi de, her ne kadar AKP’ye karşı
bir alternatif hazırlığı içindeyse de, AKP-Cemaat çatışmasında henüz ağırlığını
şu ya da bu tarafa koymuş değildir. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, ordu
ve ulusalcılarla da ittifaka giren bugünkü AKP, iktidarın yürütme gücünü de
elinde tuttuğu için Cemaati yer, tasfiye eder.
Restorasyonda ise büyük bir tıkanıklık söz
konusudur. AKP, orduyu “silahsızlandırarak”, geçmişte yukardan aşağı
restorasyonların baş aktörü olan orduyu kriz anlarında müdahale edemez hale
getirdi. Diğer yandan, merkez sağ oyları tamamen tekeline aldığından
parlamenter yoldan bir değişim olanağını da kapattı. CHP’nin restorasyonu
sağlayacak bir parlamenter aktör olarak geliştirilmek istendiği düşünülebilir
ama CHP’nin bu rolü yerine getirmesi bir hayli kuşkulu görünmektedir.
Bu bakımdan şu anda, içinde bulunulan krizden çıkışı
sağlayacak ve restorasyonu yürürlüğe koyacak aktörler yok. Bu durum, ister
istemez restorasyon yerine revolüsyonu gündeme getiriyor ki, Gezi
isyanı bunun ilk adımıdır.
Fikret Başkaya:
İleriye
dair konuşmak her zaman problemlidir. Eğer geçmişi iyi kavramışsak, bugünü iyi
tahlil edebiliyorsak –ki bu çok zor bir şey, zira her an değişmekte olan
üzerine kafa yoruyorsun- o zaman yaptığımız çıkarsamalar gerçeğe daha çok
yaklaşabilir. Burada mülk sahibi sınıflar, bir bütün olarak egemen sınıflar içi
bir çatışma var ama sonuçta bu, çıkarları ortak olan kesimlerin çatışması.
Mao’nun bir tespitini hatırlamak gerekirse, bunlar asla “uzlaşmaz çelişkiler”
değil. Dolayısıyla bu çatışmanın son tahlilde çıkarları ortak olanların
çatışması olduğunu hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Eğer Cemaat devlet tarafından peydahlanmış,
desteklenmiş, araçlaştırılmış, kullanılmış ve kullanılmakta olan bir “yapıysa”,
esas itibariyle bu bir “devlet cemaatiyse” bu çatışmada da komprador büyük
sermaye, “asıl devlet partisi” ve ABD ve AB safında yer alacağını
söyleyebiliriz. İkincisi, senin söylediğin doğruysa, cemaat “İslâmî sermayenin
esas bölümünü temsil ediyorsa” o zaman bu asıl zayıf olan tarafın hükümet
cephesi olduğu tezini güçlendirir. Tabii şöyle bir soru da akla gelmiyor değil:
İslâmî sermaye içinde neden “büyük bir yarılma” ortaya çıktı? Daha çok ranta kim el koyacak diye değil mi?
Bence tartışmanın zeminini, alışık olunandan asıl
bulunması gereken yere çekmekte fayda var. Türkiye’de 1980’den beri rejim
kompradorlaşmaya devam ediyor. Bu süreç 2002’da AKP’nin gelişiyle hızını,
kapsamını ve yoğunluğunu iyice artırdı. Sömürü, yağma ve talan insan
havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı. Tabii, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma
ve rejimdeki çürüme de derinleştikçe derinleşti ve tüm bünyeyi sardı. Velhasıl
devletin varlığını, işleyişini, bekasını riske sokan bir durum ortaya çıktı.
Kansere metastas yapmadan müdahale etme gereği ortaya çıktı. Bana göre ortada
bir devlet refleksi var. Devlet katında “bindikleri dalı kestikleri” algısı
yerleşmiş görünüyor. AKP’nin ve çevresinin aşırılıklarına, hoyratlığına daha
fazla dayanmak istemiyorlar. Kaldı ki, bizdeki devlet anlayışında hükümetler
yolcu, devlet hancı olarak görülür ve netice itibariyle gerektiğinde
harcamayacakları parti ve hükümet yoktur.
Bu, devlet aygıtında birkaç yüz, belki birkaç bin
kişiyi etkisizleştirmekle olacak bir şey değil. Sadece Diyanetin 100 binden
fazla personeli var! Ve bunların iş ciddiye bindiğinde kimin safını tutacakları
belli... Durum böyle olunca, bu durumdan çıkmak için yeni ittifak arayışları
devreye sokulacaktır. Şimdilik ufukta görünen CHP etrafında bir ittifak gibi
görünüyor ama mülk sahibi sınıflar onu kerhen destekleyeceklerdir. Onların
gönlünde yatan her zaman “sağ-muhafazakâr” partilerdir. Tabii bu CHP’nin bir
sol parti olduğu anlamına gelmiyor. O zaman bu oyunu ancak düzen dışı bir odak
bozabilir. Senin de söylediğin gibi, Gezi’de başlayanın devamı bu işin
üstesinden gelebilir ama o şimdilik sadece potansiyel bir olasılık... Kitleler
“farklı bir şeyin” yapılabilirliği konusunda henüz hazır ve hazırlıklı değil.
Gün Zileli
– Evet,
şu anda her şey belirsiz durumda, sisler ortasında durumu tahlil etmek oldukça
güç. Yine de elimizde bazı temel kerterizler olduğunu düşünüyorum. AKP ile
Cemaat arasındaki kavgada AKP’nin zayıf tarafı oluşturduğunu düşünmüyorum.
Yasama ve yürütmeyi elinde tutan güç (AKP), yürütmenin de yürütmesi olan
ordunun müdahale olanaklarının elinden alındığı koşullarda, karşısına çıkan
rakiplerini eninde sonunda tasfiye eder. Şu anda, vali ve emniyet müdürlerini
köklü bir şekilde değiştirerek Cemaate karşı başlatacakları operasyonun esas
operasyonel cihazlarını sağlama almaya çalışıyorlar. Bu arada, AKP, yolsuzluk
operasyonlarının şokunu atlatıp toparlanmış görünüyor. Bu toparlanmanın en net
belirtisi, AKP kurmayının yeni ittifak manevralarını başlatmasıdır ki, bu
manevralar daha ilk elde sonuçlarını vermiş ve ulusalcıların en uzlaşmaz
pozlardaki kesimleri, Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesi vaadi
karşılığında, çaktırmadan da olsa ittifak mevzilerine doğru hareketlenmişlerdir
ki buna TSK da dâhildir. İlginçtir, ittifakın diğer yanını da, ulusalcıların
yeminli düşmanı PKK oluşturmaktadır. Sanırım Öcalan’ın talimatıyla, Kürt ulusal
hareketinin güçleri de AKP ile ittifak mevziinde aşağı yukarı yerini almış
görünüyor. ABD ve batı, olup biteni sessizce izliyor ve geleneksel sermaye de
aşağı yukarı bu tutumda. Sonuç olarak, bu son çatışmada, CHP ve MHP ile yarım
yamalak bir ittifak içinde olan ve yalnız kaldığı görüntüsü veren Cemaate
müthiş bir darbe indirilecek ve Cemaatçiler, aynı Ergenekon davalarında olduğu
gibi, darbeci ya da komplocu bir güç olarak yargılanacaklar. Kuşku yok ki,
geçmişte olduğu gibi, sahte delil üretimi de devreye girecek. Dahası, bu
baskının sonunda, özellikle bürokraside Cemaatten AKP’ye doğru esaslı bir kayış
olacak. Benim tahminlerim bu yönde.
Neyse, bunlar günlük politikaya ilişkin akıl
yürütmeler. Bizim bu koşullarda yanıtlamamız gereken sorular ise esasen şunlar:
Devletin yeni bir restorasyonu ihtiyacı gelip kapıya
dayandığına göre bu restorasyonun belirleyici aktörü kim olacaktır? Geçmişten
farklı olarak bu aktör ordu değilse, CHP midir? CHP böyle bir role hazır mıdır?
Batı ile ABD, AKP’yi gözden çıkarmış mıdır? Yeni bir iktidar alternatifinde
CHP’nin bileşenleri kimler olabilir? Senin “ asıl devlet partisi” dediğin güç,
bu çatışmada nasıl bir rol oynamaktadır? Kimi desteklemektedir? Yoksa artık
restorasyonun da mı yolu tıkalıdır? Halk ve devrim güçleri, bütün bu
çatışmaların orta yerinde nasıl bir yol izlemelidir? Söyleşimizi bağlarken, bu
noktalara şöyle derli toplu bir açıklama
getirmen mümkün mü?
Fikret
Başkaya
– Sorulara geçmeden önce iki şey söylemem gerekiyor: Birincisi, AKP’nin
arkasında duran, onu destekleyen, mülk sahibi sınıfların tamamını değilse bile
ezici çoğunluğunu oluşturanların koalisyonu çatırdadı. Aynı DP sonrasında, AP
sonrasında ve ANAP sonrasında, “istikrarlı” tek parti iktidarları sonrasında
olduğu gibi. Bu aynı zamanda hegemonya krizi de demektir ve bu günden yarına
aşılması kolay olmayan bir kriz söz konusu. Sadece hegemonya krizi de değil
aynı zamanda bir de meşruiyet, güvenirlilik krizi. Daha önce söylediğim gibi,
sistemik bir kriz söz konusu. Onun için belirsizlik unsuru oldukça büyük yeni
bir durumla karşı karşıyayız. Demek istediğim şu ki, yeni bir restorasyon senin
de söylediğin gibi, hem zor, hem de zaman alacaktır, eğer emekçi kitleler
sürece müdahale edemezse tabii. İkincisi, dış destek eksildi. Bir kere kuşun
boynu koptu mu yapıştırmak mümkün değildir. İster ABD, ister AB olsun, AKP
dışında bir seçenekten yana olacaklardır... Mevcut olanla yola devam etmek
isteyeceklerini sanmam.
Yeni restorasyona giden yolda veya ara dönemde CHP
sahaya indirilebilir ama asıl işi ona bırakmaları söz konu olamaz. Sadece zaman
kazanmak amacıyla, yeni hegemonya ve yeni bir “iktidar koalisyonu” oluşturma
sürecinde ona bir rol verebilirler. Tabii “Asıl devlet partisi” devletimizin yüksek çıkarı neyi gerektiriyorsa onu
yapacaktır. Kısa ve orta vadede komprador büyük sermaye ve “dış uyumu”
gözetecek şekilde hareket edecektir. Eğer tespitlerimiz doğruysa, yani her
geçen gün sürdürülemezlik durumu daha ağırlaşmak zorundaysa, ki öyledir, bu,
egemen sınıfların manevra ve manipülasyon yeteneğinin aşındığı anlamına gelir.
Tabii bu aynı zamanda ezilen/sömürülen, bu gidişattan sürekli zararlı çıkan
geniş kitlelerinin hareket alanının genişlemesi ve farklı bir şeyler yapma
potansiyelinin imkân dâhilinde olması demektir. Fakat potansiyelin realize
olması öncelikle eksik olan “yaratıcı ötopyayı” oluşturmayı gerektiriyor. Bu
süreçte de entelektüellere önemli bir misyon düşüyor ama bu sadece onların
üstesinden gelebileceği bir şey değil. Artık kitlelerin de entellektüel
olmasını, öyle davranmasını gerektiren bir zaman bu. Toplumda ütopyaya dair bir
yanlış anlama var. Ütopya geleceğe dair yanılsama [illüzyon] sanılıyor. Oysa
ütopya bugün olmayan ama ilerde olabilir, olabilen anlamındadır... Mesela daha
şimdiden alternatif bir halkçı program için kolları sıvamak, bizi “yaratıcı
ütopya” dediğime bir adım yaklaştırabilir... Velhasıl, artık hep karşı tarafa
değil, kendimize bakma zamanı gelmeli... Somut öneriler geliştirmeliyiz, insana
yaraşır, yaşanabilir alternatif bir toplum projesi üzerine kafa yormamıza bir
engel var mı?
Gün Zileli
– Kendimize
bakmalıyız önerine tamamen katılıyorum. Kokuşmuş, çürüyen cesedi mezarına
gönderecek ve gerçek yaşamsal alternatifi yeşertecek tek yol budur. Çok sağol
bu söyleşi için.
10 Ocak 2014.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder