Cemil Gündoğan
Şu sıralar güncel siyasetin temel
sorularından biri Hükümetle Fetullah Gülen cemaati arasındaki çatışmada Kürt
hareketinin tavrının ne olması gerektiğidir. Kürt hareketinin tavrıyla ilgili
olarak mümkün üç cevabın söz konusu olabileceğini söyleyebiliriz:
1) Cemaatten yana tavır takınmak,
2) AKP’den yana tavır takınmak,
ve
3) Çatışan güçler karşısında
bağımsız bir çizgide yürümek.
Kürt hareketi saflarında bu
çatışmada Cemaatçileri destekleyelim diyen yok gibi. En azından ben bu yönlü
ifade ve tutumlara henüz rastlamadım. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir
husustur. Çünkü Fetullah Cemaati, AKP’yle Ordu arasındaki mutabakatın görece
dışında bırakılmış Türkiye’deki iki büyük güçten biridir. (Bu mutabakatla neyi
kastettiğimi merak edenler, Vate Yayınları arasında çıkan Dönemeç Yazıları adlı
kitabımdaki “Bir Restorasyon Operasyonu Olarak Ergenekon Davası” başlıklı
yazıya bakabilirler. Üç yıl evvel yazılmış olan bu makalede Fetullahçıların
mutabakata dahil edilmediklerini de tespit etmiştim.) Diğeri Kürtlerdir.
Elbette dışlanmışlık düzeyleri farklıdır, ama sonuçta, dışlanmışlardır. İki
dışlanmışın, böyle kritik bir çatışma anında birbirlerine bu ölçüde karşıt
pozisyonlarda duruyor olmaları veya buna mecbur kalmaları, üzerinde özel olarak
düşünülmesi gereken bir husustur. Ama şimdiki asıl konumuz bu değil.
Üçüncü şıkta dile getirilen
bağımsız siyaset seçeneği ise hareketin hemen her kesimi arasında taraftara
sahiptir. PKK’lier, BDP’liler, Avrupa’daki Kürt muhalifler, Barzaniciler,
bağımsızlıkçılar, sosyalistler, İslamcılar, liberaller vs. arasında bu
düşüncede insanlar bulabilirsiniz. Ancak bunların bağımsız tavırdan aynı şeyi
anladıklarını söylemek zor. Bu da başka bir yazının konusu.
Kürt hareketi saflarındaki sesi
en fazla duyulan tavır ise mevcut çatışmada AKP’nin desteklenmesini öneren
tavırdır. Siyasal çıkışlarını Barzani’nin parasıyla ve onun AKP’yle flörtünün
açacağını umdukları siyasal ve ideolojik alan üzerine kurmayı uman Kürtler,
İslamcı eğilimde bir Kürt hareketi inşa etme çabasındaki Kürtlerin önemli bir
bölümü; hedeflerinden, siyasal farklılıklarından ve ideolojik renklerinden
ziyade PKK’ye karşıtlıklarıyla karakterize olan Kürtler, PKK’yi eleştiren ama
ona özel bir düşmanlık göstermeyen Kürtler, PKK’ye yakın legal hareketin
saflarındaki Kürtler ve kısmen de PKKli Kürtler arasında bu tavrın epeyce
destekçisi var. Bunlara, Kürtlerin söz konusu çatışmada Hükümetten yana tavır takınmasını
öğütleyen bazı Türk liberalleriyle İslamcılarını da eklemek gerekiyor.
***
Öncelikle belirtmek gerekir ki AKP’ye yakın
bir tavır takınılması gerektiği düşüncesindeki kişi ve çevrelerin bu tavırdan
anladıkları şey birbirinden kısmen farklıdır. Gerekçeleri de öyle. En azından
söylem düzeyinde. Örnek olarak aşağıdaki dört ifadeye bakınız:
1) AKP dışındaki bütün partiler
Kemalisttir ve Kemalizm Kürtlerin baş düşmanıdır. Kürtlerin bu kavgada
Kemalistlere destek vermeleri yolunu şaşırmak anlamına gelir.
2) AKP eski statükoyu yerle bir
etti. Ona karşı mücadele edenler ise eski statükoyu geri getirmek istiyorlar.
Dolayısıyla Kürtlerin bunları desteklemesi düşünülemez.
3) Ergenekon ölmemiştir, geri
gelebilmek için Gezi’de çevre duyarlılığı, bugün de yolsuzluk gibi kimsenin
açıkça karşı çıkamayacağı noktalardan saldırarak AKP’yi devirmeye
çalışmaktadır. Eğer galip gelirse Kürt sorununun çözümünü unutalım gitsin.
4) Liderimiz tarihte ilk kez bir
Türk hükümetiyle müzakere masasına oturmuş durumdadır. Yapılıp edilen her şey,
bu masayı devirmeye yöneliktir. Biz bu oyunu göremeyecek kadar apolitik miyiz?
Örnekler arttırılabilir. Tümünün değişik
noktalardan kalkarak ifade ettikleri ortak düşünce, AKP çökerse barış sürecinin
de çökeceği, dolayısıyla AKP’yi çökertmek isteyen güçlerle aynı saflarda yer
almamak gerektiğidir.
Kanımca bu tespit, hem olgularla
hem de siyasetin temel kurallarıyla çelişkilidir. Önce olgularla ilgili yanına
bakalım.
I: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Olgular
Yönünden?
Söz konusu tespitin olgularla
çelişkisi, statükonun bir süreden beridir gerçek sahibi olan AKP’nin hâlâ
statükoya karşı bir güç olarak tasvir edilmesiyle ilgilidir. Bir diğer deyişle,
bu değerlendirmeyi yapanlar, eğer kişisel veya grupsal çıkarları öyle gerektirdiği
için gerçeği bile bile çarpıtmıyorlarsa, bugünün olgularını dünün terimleriyle
anlamlandırmaya çalıştıkları için yanlış yapıyorlar. Çünkü 2010 tarihli
referanduma kadar belli bir anlam ifade eden “statükocu Ergenekon”, “statüko
karşıtı Erdoğan” lafları, o tarihten sonra anakronizm dışında bir şey ifade
etmemektedir.
İnsan düşüncesi böyledir,
toplumsal değişmeyi genellikle geriden takip eder. Örneğin, Kürt hareketini
oluşturan sosyolojik zemin 1950’lerde ve 60’larda oluşup gelişmeye başlamıştı,
ama Kürt solcularının Kemalist Türk soluyla zihinsel bağlarını koparmaları
1970’lerin sonlarını buldu. Keza Kürtler, toplum olarak 1990’ların başlarından
beri Türklerden kopmaktadırlar, ama Kürt İslamcıları hâlâ Türk İslamcılarıyla
zihinsel bağlarını koparmakta zorlanıyorlar. AKP’nin anti-statükocu olduğu tezi
de benzer nitelikte bir gecikmenin ürünüdür. AKP bir süredir statükonun
temsilcisi durumundadır, ama bazıları ona hâlâ Erbakan dönemindeki Milli Görüş
muamelesi yapıyor veya yapmayı tercih ediyor. Oysa Milli Görüş on beş yıla
yakın bir süredir iktidardadır ve artık sistemin sahibidir. O kadar ki artık
kendi yol arkadaşlarını temizlemeye başlamıştır. Rahat anlaşılsın diye bir
benzetme yapmak gerekirse, Ekim Devrimi günlerini değil, Stalin’in 1930 yargılamalarıyla
Troçki ve Buharin kliklerini tasfiye ettiği günleri yaşıyoruz. Stalin
1930’larda Sovyetler Birliği’nde ne kadar statükonun karşısında bir lider
idiyse Erdoğan da bugün o kadar statükonun karşısında bir liderdir.
Kısacası, bu tezin gerçeklerle bir
ilgisi yoktur. Gerçekte, Erdoğan, bugün statükonun cisimleşmiş halidir. Kafa
karıştıran şey, bugünkü statükonun dünkü statükodan farklı olmasıdır. Tıpkı
1930’larda Sovyetler’deki statükonun Çarlık dönemi statükosundan farklı olması
gibi. Bazıları bugünkü statükonun dünküne benzememesinden kalkarak yeni
statükonun anti-statüko olduğunu sanıyorlar veya bilerek öyle lanse etmeyi
tercih ediyorlar.
***
Bu tezin olgularla çelişen boyutlarından biri
de Kürt sorununu çözmek ve Türk milliyetçiliğine karşıtlık noktasında AKP’ye
özcü bir nitelik atfetmesidir. “AKP giderse Kürt sorununun çözümünü unutun,”
iddiası bunun ifadesidir ve olgularla çelişmektedir.
Daha evvel yazdığım için kısa
geçiyorum: Kürt hareketi, bir süreden beridir Türk siyasal denkleminin önemli
bileşenlerinden birine dönüşmüştür. Bu, Kürt hareketinin soykırım gibi
olağandışı yöntemler kullanılmadıkça bastırılamayacak güçte bir sosyal ve
siyasal dinamik haline gelmesiyle ilgili bir sonuçtur, doğrudan onun
(iş)birlikçi veya bağımsızlıkçı olmasıyla ilgili değil. Bu gelişmenin konumuz
bakımında anlamı şudur:
Türkiye’de iktidar savaşı veren
hiçbir güç artık Kürt hareketi yokmuş gibi davranamaz veya onu denklemin dışına
atamaz; tersine onu kendi iktidar mücadelesi oyununda bir yere yerleştirmek
zorundadır ve bu yer sabit bir yer değildir, zamana ve koşula bağlı olarak
sürekli değişir. İktidar Kürt hareketiyle yakınlaşırsa muhalefet Türk
milliyetçiliğini körükleyerek Kürt hareketine düşmanlık politikasına
yönelecektir; muhalefet Kürt hareketiyle yakınlaşırsa bu kez iktidar
milliyetçiliği kışkırtma politikasına sarılacaktır. Ya da bir durumda “masa”ya
karşı esip gürleyen bir güç, başka bir durumda “masa”nın en sıkı savunucusu
olacaktır. Bir diğer deyişle Türk milliyetçiliğine oynamak, özsel, yani tek tek
partilerin, kurumların vs. özlerinden gelen bir nitelik değil, durumsal bir
niteliktir. Oyunun kuralı artık böyle işlemektedir ve bu oyuna, değişik
kesimlerce Kürtlerin en keskin düşmanı olduğu ileri sürülen ordu, MHP, CHP ve
Cemaat de dahildir. Bu durum, Türk milliyetçiliği propagandası Türk halkı
nezdinde ciddi bir siyaset kartı olmaktan çıkıncaya kadar böyle devam
edecektir.
“AKP giderse kimse Kürt sorununu
çözmez,” tezi, bu gerçeği göremeyen bir bakış açısının ürünüdür. AKP giderse
onun yerine gelenler de pekala masaya oturabilirler. Böyle olup olmayacağı
koşullara bağlıdır. Mevcut iç ve dış koşullarda ise MHP’nin bile masayı kolay
kolay terk etmeyeceğini söylemek mümkündür.
Bunu nereden çıkarıyorum?
Başka şeylerin yanı sıra, 28
Şubat tarihinden bu yana ordu da dahil iktidar ve muhalefet güçlerinin Kürt
hareketiyle ilişkilenme biçimlerinin izlediği seyirden.
Neydi 28 Şubat?
İslamcıların bizlere ezberletmeye
çalıştığı cevaba göre, ordunun müminleri ezmek için tertiplediği bir darbeydi.
Bir darbe olup olmadığı
tartışması bir yana, 28 Şubatı bu şekilde tanımlamak, o gün yaşanan süreci
eksik ve yanlış anlamak olur. Doğrudur, 28 Şubatın İslamcılara karşı mücadele
diye bir boyutu vardı. Ama ordunun bu hamlesinin Kürtlerle ilgili bir boyutu
daha vardı. İşin bu tarafına bakmadan konuştuğunuz zaman süreci anlama imkânı
kalmaz.
28 Şubatın Kürtlerle ilgili
boyutu şuydu ki, ordu içindeki bazı etkili mihraklar Kürt hareketiyle masaya
oturmaya karar vermişti. Yani bugün Erdoğan’ı ve onun partisini bazı Kürtlerin
gözünde anti-statükocu bir kahramana dönüştüren şeyi yapmaya!...
Demek ki Kürtlerin en özsel
olarak en büyük düşmanı gibi görünen güç, aynı zamanda PKK ile masaya oturmaya
karar veren ilk güçtür de. Bu işler özsel işler değildir derken kastedilen
budur.
Peki, ordu buna karar verdi diye
o dönemde anti-statükocu pozisyona mı geçmiş oluyordu?
Hayır, sadece artık sürdürülemez
olan eski statükonun yerine yeni bir tanesini kurmaya çalışıyordu. Bugün
biliyoruz ki o statüko, onların hesapladığı biçimde, onların istediği yerde ve
onların istediği zamanda kurulamadı; İslamcıların da dahil edildiği bir
şekilde, yerde ve zamanda kuruldu.
Bunun nasıl mümkün olduğunu daha
önce uzunca yazmıştım: Ordu, PKK’yle savaşında tıkanmış, kendi içinde
çeteleşmiş ve toplumsal ve siyasal hayat üzerindeki hegemonyacı fonksiyonunu
eskisi gibi ifa edemez hale gelmişti. Dahası, ordunun gerilemesinden istifade
eden İslamcı hareketler toplumsal dokuyu fethetmeye başlamıştı. Dolayısıyla
ordunun iktidarını sürdürebilmek için İslamcı hareketle kapışması kaçınılmaz
hale gelmişti. Fakat PKK ile savaş sürüyorken ikinci bir savaş cephesi açmak
ikisinde de kaybetmek anlamına gelirdi. 28 Şubatçı mihraklar, işte bu nedenle
PKK ile olan savaşı soğutmaya kararı verdiler. Savaşı bitirmek demiyorum,
soğutmak diyorum, ya da şoförlük terimleriyle söylersek rölantiye almak. Hal
böyle olduğu içindir ki Genelkurmayın ön kapısından 28 Şubat kararlarını
aldırmak için MGK toplantısına giden generaller çıkarken, arka kapısından da
PKK ile görüşmeleri başlatmak için Brüksel yolunu tutan bir albay çıkmıştı.
Demek ki “AKP dışında kimse
Kürtlerle oturmaz” demek, olgularla bağdaşmamaktadır. Kürtlerin en azılı
düşmanı olduğunda şüphe bulunmayan generaller, AKP’den çok önce PKK ile masaya
oturmuşlardı. Dahası, generallerin çözüm için o gün öngördükleri program da
bugün AKP’nin çözüm diye önümüze sürdüğü şeyin anasıydı!
Bu da nereden çıktı demeyin, on
beş yıl evvel yazmıştım, tekrar edeyim; PKK ile oturmaya karar veren
generallerin kafasında üç ayaklı bir çözüm vardı: 1) Karşılıklı ateşkes, 2)
PKK’nin ileri düzeyde ulusal haklardan vazgeçmesi, buna karşılık Kürtçenin
kullanım alanlarının genişletilmesine dayalı bazı kültürel açılımların önünün
açılması, 3) Yerel yönetimler yasası marifetiyle Kürtlerin kendilerini
yönetmeleri noktasında bazı esnemeler (İller idaresi yasa tasarısının ana hatları
28 Şubat döneminde hazır hale getirilmişti, bekletiliyordu). PKK veya
Genelkurmay bir gün o görüşmelerin tutanaklarını yayımlarsa üç madde halinde
özetlediğim bu hususları daha çıplak olarak göreceğiz.
Peki, anti-statükocu bir kahraman
olduğu söylenen Erdoğan ve AKP’nin bugüne kadar bu üç madde dışında Kürt
sorununun çözümü için önermiş olduğu veya gerçekleştirdiği yeni bir şey var mı?
Hayır yok. İslamcıların ve
liberal çevrelerin Kürtleri kafalamak amacıyla yaptıkları köpürtmelere
bakmayınız. Bugün, yani yaklaşık yirmi yıl sonra hala, generallerin koyduğu o
çerçevede dönüp duruyoruz: Newroz’da ateşkes ilan edildi, PKK ulusal
hedeflerden vazgeçtiğini bir kere daha beyan etti, karşılığında Kürtçenin
kullanım alanları biraz genişletildi; bunun dışında, Avrupa yerel yönetimler
şartına konulan şerhin kaldırılmasıyla çerçevelendirilmiş bir yerel yönetimler
yasası tartışılıyor. Var mı MİT-Öcalan mutabakatında Kürt haklarıyla ilgili
olarak bunun dışında bir gelişme?
Haklarla ilgili olarak yok. Var
olan farklılıklar daha çok Abdullah Öcalan’ın kişisel konumunun
iyileştirilmesiyle ve Suriye’yle ilgilidir. Bunlardan birincisinde belli bir
iyileşme olacak gibi görünüyor. İkincisine gelince, Öcalan’la MİT’in konuyla
ilgili muhabbetleri, Amerika’yla Rusya’nın Suriye konusunda anlaşmaya
varmasıyla gargaraya dönüşmüş durumda. En azından şimdilik.
Durum, özetle böyledir. Ama nasıl
oluyorsa, dün bu işin çerçevesini koyan generalleri dünyadaki bütün
kötülüklerin kaynağı olarak tanıyıp tanıtırken, bu generallerin çizdiği çerçeveye
sadık bir programı yarım-yamalak ve anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan
getirecek tarzda gerçekleştirmeye çalışan Erdoğan’ı bir anti-statüko kahramanı
olarak lanse ediyoruz. Sizce de bu işte bir terslik yok mu?
Sanırım mesele yeterince
aydınlanmıştır: PKK ile masaya oturan ilk Türk politik gücü AKP olmadığı gibi,
Öcalan-MİT mutabakatında üzerinde anlaşmaya varıldığı söylenen hususlar da
-Kürtlere tanınan haklar bakımından- generallerin çizdiği çerçevenin ötesine
geçmiş değildir. AKP-PKK flörtü, bir zamanlar gerçekleşen Çiller-PKK flörtünün,
Erbakan-PKK flörtünün veya Mesut Yılmaz-PKK flörtünün yeni koşullardaki bir
benzeridir. O flörtler de, Kürt hareketinin Türk siyasal sistemi içinde edinmiş
olduğu yeni pozisyonun dayattığı durumsal politikaların ifadesiydi, bugünkü de.
Aralarındaki fark, esas olarak, Ortadoğu’da, Türkiye’de ve Kürdistan’da değişen
güç dengeleriyle ilgilidir. Kürt hareketinin bu gerçeği görme vakti gelmiştir.
Değilse, AKP’ye olmadık özsel nitelikler atfeden bütün değerlendirmeler, sadece
Kürt hareketinin AKP karşısındaki manevra alanını daraltmakla sonuçlanır, o
kadar.
II: AKP Çökerse “masa” devrilir
mi: Siyasetin Kuralları Yönünden?
Böylece konunun siyasal
taktiklerle ilgili boyutuna gelmiş oluyoruz. Fakat bu arada yazı da epeyce
uzadı. Maddeler halinde ilerlersek:
1- Sistemin asıl sahibi Fetullah
cemaati değil, Erdoğandır ve iki güç arasında Erdoğan lehine büyük bir güç
dengesizliği vardır. Dolayısıyla bu kavgada güçlü olana destek vermek, sadece
onu daha fazla güçlendirmek anlamına gelir. Unutmayın, güçlendireceğiniz adam
masada karşınızda oturan veya oturacak olan adamdır.
2- “Erdoğan giderse masa
tehlikeye girer” endişesi, yukarıda belirttiğim nedenlere ilaveten Kürt sorunu
artık çözümü ertelenemeyecek bir noktaya dayandığı için de gerçeklerle
bağdaşmıyor. Türkiye ya Kürt sorununu çözer, ya da çok kanlı hesaplaşmalardan
geçen bir bölünmeye konu olur. Yugoslavya veya Suriye türü bir süreç yani.
Bunun ortası kalmamıştır. Hem PKK, hem devlet, hem de konuyla ilişkili diğer
bölgesel ve küresel güçler bu gerçeğin farkındadırlar. Dolayısıyla Erdoğan
gitse de kalsa da devlet “masa”yı korumaya çalışacaktır. “Masa”yı yıkmak, hem
PKK açısından hem de devlet açısından Erdoğan’a endekslenecek bir şey değildir.
Erdoğan, Gezi olaylarıyla birlikte tarihsel dönüş noktasına girmiştir. En az
bir dönem daha iktidarda kalması yüksek olasılık olmakla birlikte, özellikle
ekonomide yaşanacak koşullara bağlı olarak kısa sürede yıkılması da mümkündür.
“Masa”nın bu tür hareketli faktörlere uyarlı olarak kurulmuş olduğunu
sanmıyorum. “Barış” sürecinin, dünkü Ergenekon-Hükümet çatışmasının görece
dışında kalmış bir aktör olan MİT eliyle yürütülmesi ve ordu tarafından
desteklenmesi bunun ifadesi olarak anlaşılabilir.
3- Devletin sözde barış
sürecindeki en büyük kozu, PKK’yi ve kitlesini yeniden Öcalan’ın arkasına
toplama operasyonunu başarıyla tamamlamış olmasıdır. Cezaevleri direnişleri ve
Sakine Cansız cinayeti üzerinden gerçekleştirilen bu operasyonu mümkün kılan
ana faktör, PKK’nin dağ kadrosunun basiretsizliği olmuştur. Onlar 1999’da yaptıkları
hatayı 2013’te bir kere daha tekrarlamış ve kafalarını kendi elleriyle
cezaevine hapsetmişlerdir. Bu basiretsizliğin de katkısıyla devlet, düşmanının
iradesini kendi avucundaki bir tutsak dolayımıyla eline almayı başarmıştır. Bu
nedenle Cemil Bayık “barış süreci” konusunda iyi kükreyen, ama elinden fazla
bir şey gelmeyen bir yönetici konumuna düşmüştür. Bunu devlet de, PKK de,
bölgedeki diğer aktörler de iyi biliyorlar ve bizzat bu durumun kendisi PKK’nin
elini kolunu bağlayan bir siyaset faktörüne dönüşmüş durumdadır.
Şimdi soru şudur: Devlet, kolay
kolay ele geçmeyecek böylesine avantajlı bir durumu, sadece Erdoğan gitti,
Erdoğan yara aldı veya Erdoğan’ın yerine başkası geldi diye sabote eder mi? Bu
soruya evet cevabı vermek, Makyavelli’nin Prens’inden bu yana yazılmış siyaset
bilimleriyle ilgili bütün temel metinleri tersyüz etmeden mümkün değildir. PKK,
bugün söz gelişi “Öcalan’ı tanımıyoruz” diye bir açıklama yapsa, devletin
masayı devirmesi ihtimali vardır, ama sadece Erdoğan gitti veya yara aldı diye,
yani sadece o nedenle masayı devirme ihtimali hesaba katmaya değmeyecek kadar
küçüktür.
Olaya bu noktadan bakıldığında da
AKP’nin gitmesinin veya kalmasının masanın durumunu kökten etkilemeyeceği
sonucu çıkar. Siyasette hiç bir şey mutlaklık terimleriyle ifade edilemez; ama
durum bugün esas itibarıyla böyledir.
Hal böyle olunca, Kürtler
açısından sorun şuna dönüşmektedir: Mevcut “masa”da karşınızda güçlü bir
muhatap mı görmek istiyorsunuz, yoksa en yakın müttefikleriyle bile dalaşan,
morali bozulmuş, zemin kaybetmiş, ayakta kalsa dahi kolu kanadı kırılmış bir
muhatap mı? Sanırım, Hükümet-Cemaat çatışmasında Kürtlerin tavrı ne olmalı
sorusunun cevabı, mevcut konjonktürde büyük ölçüde bu sorunun cevabından
kalkılarak verilebilir.
Bu koşullar altında tavır ne
olmalıdır?
Cemaate destek vermeyebilirsiniz.
Kanımca bunu yaptığınız için çok büyük bir kaybınız olmaz.
Cemaate destek verebilirsiniz. Bu
durumda kaybınız olabilir ama hayati bir nitelik taşımaz.
Ama AKP’ye destek verirseniz
baltayı kendi ayağınıza vurmuş olursunuz.
Yapılamayacakları böyle
sıralayınca yapılabilecek kendiliğinden ortaya çıkar: çatışmanın doğrudan
tarafı olmayan üçüncü bir çizgide yürümek.
Fakat bu üçüncü çizgi, pek
çoklarının anladığı gibi “karışmayın, yesinler birbirlerini” tavrı demek
değildir. Böylesi, apolitik bir tavır olacaktır. Tersine, Kürt hareketi bu işe
karışmalıdır. Ama “masa”da bugün oturan veya yarın oturacak olan kişinin daha
fazla zayıflaması için ne yapılması gerekiyorsa onu gerçekleştirmek
çerçevesinde karışmalıdır. Bir diğer deyişle, üçüncü yol çizgisi pasif bir
seyircilik politikası değildir, duruma göre tavır alan pro-aktif bir
politikadır. Hatırlayanlar olacaktır, Referandum döneminde de böyle bir tutumu
formüle etmiş ve adına hareketli bir üçüncü çizgi/pozisyon adını vermiştim.
Benzer bir politika bugünkü koşullarda da doğru görünüyor: üçüncü bir pozisyon,
ama hareketli bir üçüncü pozisyon.
Bu tavır, mevcut konjonktürde
denklemin başka boyutlarını etkileyebilecek en etkili araçlardan biri olduğu
için de tercih edilmelidir. Şöyle ki:
Erdoğan devlet içinde mutlak
otorite durumunda olduğu için Öcalan’ın Erdoğan’a karşı manevra yapma imkânı
çok sınırlıdır. Öcalan’ın mevcut tutsaklık koşullarında yapabileceği en
“muazzam politika”, devletin değişik kliklerinden -eğer Aydınlık gazetesinde
bugünlerde yayımlanmakta olan kendi ifadelerindeki deyimi kullanırsak-
“taşeron”luk talebinde bulunmakla sınırlı kalmaktadır. Bu da bir politikadır,
ancak PKK’nin gövdesinin sığmayacağı darlıkta bir politika. Barış adı verilen
sürecin en sorunlu noktalarından birisi buradaki tersliktir.
Ama geldiğimiz gün itibarıyla,
PKK açısından burada tartışılacak bir şey kalmamıştır. PKK yönetimi, Newroz’da,
hiçbir sınır çizme gereği görmeden Öcalan’a itaat edeceğini söylemiş, deli
gömleğini kendi elleriyle kendi sırtına geçirmiştir (Hatırlayanlar olacaktır,
Newroz dönemi yazılarımda barış masasına evet demenin doğru olduğunu, ancak bu
işi Öcalan’ın muhataplarına Öcalan’ın sınırlarını göstererek yapmak gerektiğini
yazmıştım). Siyasetin kuralları noktasından bakıldığında, böyle bir açmaz
içinde kıvranıyorken izleyebileceğiniz mümkün politikalardan biri, Öcalan’ın
manevra alanını genişletici sonuçlar doğurabilecek bir politika olabilir.
Bunun, başarıyla gerçekleştirilse dahi derde deva olup olmayacağı ayrı bir
konudur. Sorun bu değil. Sorun, bunun şu anda PKK açısından neredeyse tek
seçenek durumuna gelmiş olmasıdır. Çünkü PKK “irademiz Öcalan’dır” demiştir ve
Öcalan savaştıkları gücün elinde tutsaktır. Açmaz bu kadar açık ve sadedir.
Bu açmaz sürdüğü ve iktidarın
kontrolü Erdoğan’ın elinde kaldığı müddetçe, Öcalan görece AKP’ye yakın bir
çizgide yürümek zorunda kalacaktır. PKK’nin Gezi’deki tavrı bunun ifadesiydi.
Ama merkezde sözü edilen türden değişiklikler gerçekleşirse, yani iktidar içi
çatışmalar ve kaymalar yaşanırsa durum bir ölçüde değişebilir. Bunun ne demek
olduğunu anlamak için Öcalan’ın bir zamanlar “Ergenekon”la iş tutarken
merkezdeki çatışma ve iktidar kaymalarından sonra Erdoğan’la iş tutmaya
başlamasına bakılabilir. Buradan, mevcut çatışmada AKP’ye destek vermeyip
merkezdeki çatışma ve çekişmeleri derinleştirmeyi hedefleyecek bir siyaset
izlemenin (hareketli üçüncü yol çizgisi) Öcalan’ın politika yapma alanını
genişletmek ve dolayısıyla PKK’yi biraz daha rahatlatmak bakımından da yararlı
ve gerekli olduğu sonucu çıkar.
Ancak bunun kolay bir iş
olmadığını belirtmek lazım. Çünkü bu iş, bir dereceye kadar Öcalan’a karşı
yapılmak durumundadır. Öcalan’ın AKP-Cemaat çatışmasıyla ilgili neler
söylediğini veya önerdiğini henüz bilmiyorum. Ama Gezi’de olduğu gibi, PKK’yi
görece AKP’ye yakın bir çizgide tutan bir politika telkin edeceğini tahmin
ediyorum. Elbette büyük çeşitlilik gösteren taraftarlarının meseleyi
kendilerine göre yorumlamasına imkân tanıyan yuvarlak laflarla süsleyerek
(peygamberler, herkesin kendisini içinde bulabileceği yuvarlak laflarla
konuşmaya mahkumdur). Ama hangi söylemi kullanarak yaparsa yapsın, böyle bir
politika, PKK’yi, baltayı kendi ayağına vurmaya zorlaması anlamına gelecektir.
Bahsedilen zorluk bu ilişkiden kaynaklanmaktadır.
Öte yandan özel olarak PKK, genel
olarak Kürt hareketi uzunca bir süredir sahip olmadığı bir uluslararası
pozisyonu yakalamaya doğru ilerlemektedir. PKK yöneticilerinin andığım
basiretsizliğinden kaynaklanan açmaz, onu bu pozisyonun avantajlarını
kullanmaktan da bir ölçüde alıkoymaktadır. Amerika ile Avrupa Birliği’nin büyük
ülkeleri başta olmak üzere bazı uluslararası güçlerin Türk devletiyle ilk kez
açık çelişkiler ve çatışmalar içine girmelerinden söz ediyorum. Çok yavaş ve bu
nedenle fark edilmesi kolay olmayan bir şekilde ilerleyen bir süreç olarak
böyle bir çatışma gelişmektedir. Erdoğan-Cemaat çatışmasının bile bu süreçle
bağlantısı vardır (özellikle de Halk Bankası halkasında).
Eskiden NATO’nun sadık müttefiki
bir Türkiye söz konusuydu. Dolayısıyla onula çatışma halindeki Kürt hareketi
Batılı emperyalist güçlerin karşısında konumlanmaya mecbur kalıyordu. Nitekim
PKK, otuz yıldır NATO karşıtı uluslararası güçlere mahkum olarak yaşadı ve
savaştı. PKK’nin bu konumlanışının sadece PKK’nin ideolojik tercihleriyle veya
Abdullah Öcalan’ın korkaklığıyla veya “ajan”lığıyla ilgili bir şey olduğunu
sanmak, siyasetin en temel kurallarından habersiz konuşmak olur. Türkiye bir
NATO ülkesiydi ve Kürt hareketi bunun doğurduğu yapısal sorunlarla boğuşmadan,
bunların dikte ettiği konumlanışların zorunlu kıldığı ekstra bedelleri ödemeden
kendine bir politik alan açma şansına sahip değildi. Nitekim PKK, bu bedelleri
canımızdan ve kanımızdan ödedi ve böyle bir alan açmayı başardı.
Fakat bir süreden beridir Kürt
hareketine ekstra bedel ödeten bu yapısal terslik değişme sinyalleri veriyor.
İlk kez PKK ile bazı büyük güçlerin menfaatleri kısmen ve yavaş bir şekilde üst
üste düşmeye başlıyor. Suriye’de yaşananlar bu dönüşümü gözleyebileceğimiz bir laboratuvar
niteliğinde. El Qaide türü yapıların Ortadoğu’daki tehditleri de bu dönüşümü
hızlandıran bir rol oynuyor. Peki, tam böyle bir süreçte Kürt hareketi veya PKK
hangi politik rasyonalite gereği uluslararası güçlerin yavaş yavaş didiklemeye
başladığı Erdoğan ve AKP’nin muhafızlığını yapmaya kalkışacaktır? Çünkü
AKP-Cemaat çatışmasında Erdoğan’a yapışmanın anlamı tam da budur.
Sağa sola çekiştirilebilecek bir
durum yok: PKK’nin bu çatışmada Erdoğan’ı sahiplenmesi, Erdoğan’la uğraşan bazı
Batılı güçler nezdinde, PKK’nin 1990’ların ortalarında Almanya’da otoyolları
işgal edip yakmasına benzer bir anlama gelecektir. Hem de PKK ile bazı Batılı
güçlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin önemini yitirmeye başladığı bir
dönemde! Kürt hareketi otuz yıldır kendi elinde olmayan yapısal faktörler
nedeniyle ekstra bedeller ödedi. Bu kez de “Ne yapalım, liderimiz Erdoğan’ın
elinde tutsak,” diyerek mi ödeyecektir aynı bedelleri? PKK ve Kürt hareketi bu
soru üzerinde ciddi biçimde düşünmek zorundadır.
***
Toparlarsam: 1) Kürt hareketinin
kurulu “masa”daki pozisyonunu görece güçlendirmek, 2) Öcalan’ın manevra alanını
genişleterek PKK’nin sırtına geçirilmiş deli gömleğini birazcık olsun
gevşetebilmek ve 3) uluslararası denklemde olumluya doğru dönen bazı
göstergelerin zarar görmesini engellemek noktalarından kalkılarak yapılacak bir
analiz, AKP-Cemaat çatışmasında en yanlış tavrın Erdoğan’ı desteklemek
olacağını gösteriyor.
Aslında buradaki analizin bir ayağı daha var. Bu
çatışmanın Kürt hareketinin iç dengeleriyle olan bağlantılarıyla ilgili bir
ayak. Fakat bu ayağı bilerek yazıya dahil etmedim. İlk olarak o konuyla ilgili
yazacağım birkaç paragrafın yazıdaki bütün tezlerin üzerini kapatacak kör bir
tartışmaya yol açması ihtimalinin varlığı nedeniyle. İkinci olarak da yazacaklarımın
Kürt hareketinin iç ilişkilerini olumsuz etkilemek amacıyla kullanılması
ihtimalinin varlığını düşünerek. Gerçi ben onları yazmasam da o faktörler
öylece durduğu müddetçe hükümlerini icra ederler. Böyle olmakla birlikte,
yukarıda sunulan analiz, kör bir tartışmaya kurban gitmesin diye ben o bölümü
kurban etmeyi yeğledim. Varsın bu seferlik de böyle olsun. Okurun anlayışla
karşılamasını ummaktan ve bu tür sıkıntılar yaşamadan fikir üretebileceğimiz
koşullara bir an evvel kavuşma dileğini tekrarlamaktan başka yapılacak bir şey
yok.
Kaynak: Özgür Üniversite
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder