Fikret Başkaya
“ Aklın
uyumasından canavarlar türer” Goya*
Dersaneler ülke gündeminin birinci sırasını
işgal etmeye devam ediyor. Gazeteler ve televizyonlar kafayı dersanelerle
bozmuş durumda. Bu, “konunun uzmanlarına” iş çıktığı anlamına da geliyor.
Politikacılar ve “medyatik aydınlar” kapatmadan yana olanlar ve olmayanlar
olarak iki kampa ayrılmış. Tabii her zaman olduğu gibi akademinin sesi-soluğu
çıkmıyor. Çıkması için, sesi-soluğu olması gerekirdi. Bizdeki üniversiteler,
ses çıkarmak için YÖK’ten emir ve talimat bekler. Ve emir-komuta dahilinde ses
verirler. Nasıl ses verdikleri de mâlum...
Aslında asıl söz konusu
olan, dersanelerin kapatılmasından çok,
eğitimin özelleştirilmesinde yeni bir eşiğin aşılmasıdır. Amaç büyük
sermayeye yeni değerlenme, sömürü ve yağma fırsatları sunmaktan ibaret. Bir
kamu hizmeti ve bir hak olması gereken eğitim, tipik bir kapitalist etkinlik
alanı haline getirilmek isteniyor... Böylece, zaten özelleştirmede hayli yol
alınmış olan eğitim alanı bütünüyle sermayenin etkinlik alanı haline getirilecek.
Gerçek durum bu ama tabii “eğitim reformundan” “ fırsat eşitliği” yaratmaktan,
eğitimin kalitesini yükseltmekten de çok söz edilecektir. Kavganın görünen
yüzünde, iki dinci odağın iktidar ve rant kavgası da var. Bu da kafa
bulandırmaya, asıl amacı gizlemeye imkân veriyor. Böyle bir ortamda asıl
sorulması gereken soruyu soran da pek yok gibi.
Asıl sorulması gereken soru şu: Dersaneler neden var? Devlet okulları
yanında tipik birer ticarethane olan dersanelerin işi ne? Kaldı ki, bunlara
dersane demek de uygun değil, testhane demek gerçeğe daha uygun düşüyor. Zira
sadece test çözmeye odaklanmış durumdalar. Dersanelerin varlık nedeni ve
biricik amacı kâr etmektir, sermaye biriktirmektir, daha çok bikirtirmektir. Ve
çocukları bu ticarethanelerin patronlarının insafına terk etmek, bu toplumun
ayıbıdır. Zira, eğitim ve öğretim, kamusal bir etkinlik olarak
gerçekleştirildiğinde adına lâyık bir etkinlik olabilir. Çocukların ve
gençlerin öğrenme, bilgilenme, bilgi ve becerilerini yetkinleştirme, entellektüel
yetkinliğini geliştirme gereği ve isteğiyle, gözü daha çok kârdan başka bir şey
görmeyenlerin amacı ve beklentisi uyuşur muydu? Velhasıl eğitimin bir metaya
dönüştürülmesi söz konusu.
Soruyu başka türlü
soralım: Dersaneler [testhaneler] neye yarıyor? Gayet açık ki, insanları aldatmaya
yarıyor. Ve bu aldatma/aldatılma operasyonundan birileri büyük paralar
kazanıyor. Üniversiteye sınavla giriliyor ve üniversitelerin kapasitesi
sınırlı, talebi karşılamaktan uzak. Orta öğretim diploması olan herkesi kapsaması
mümkün değil. İkincisi, üniversiteler arasında da önemli kalite farkı var,
dolayısıyla kaliteli bir üniversitenin ilgili bölümüne girmek için de bir
rekâbet var. Mârifet sadece kazanmak değil, iyi bir yeri de kazanmak. Ve bu
durum çelişik olarak kalitesiz üniversitelerin çoğalmasını teşvik ediyor. Zira
üniversite kurmak, AVM açmak, toplu konut inşa etmekten farklıdır. Uzun bir
hazırlık evresini, yetkin bir öğretim kadrosunu ve eğitim için gerekli donamını
varsayar... Bir binanın ön cephesine “burası üniversitedir” yazıldı diye orası
üniversite olmaz. Üniversite kurmak çocuk oyuncağı değildir. Şimdilerde artık
üniversite kurmak, bakkal dükkanı açmaktan daha kolay, zira bu günün AVM’li
dünyasında bakkallara yer yok. Bir zamanlar kent merkezlerinin her sokağında
dersane açılıyordu. Şimdilerde de her mahallede bir özel üniversite açılıyor. Bunlara
bilgi ticarethanesi, diploma ticarethanesi demekte bir sakınca yoktur. Görünen
o ki, bilgi ticareti iyi kazandırıyor... Dersaneler bir tür Milli Piyango İdaresi
gibi [yakında o kurum milli olmayan idareye dönüşecek, zira özelleştiriliyor],
her öğrenciye sınav kazanma ve üniversiteye giriş vadediyor. Fakat bir sorun
var, üniversitelerin ve bir bütün olarak yüksek öğretim kurumlarının kapasitesi
sınırlı. Üniversitenin diyelim 100 binlik kapasitesi varsa ve sınava giren
öğrenci sayısı da 300 bin ise, testhaneler nasıl bir mucize yaratıp da 300 bin
genci üniversiteye sokacak? Eğer dersaneler sayesinde herkes üniversiteye
girebilseydi, o zaman bunların bir varlık nedeninden ve işlevinden söz
edilebilirdi. Ve öyle bir şey mümkü değil. Eğer durum böyleyse, dersaneler en
fazla ne yapabilir? Belki sıralamayı değiştirebilirler ama onu da abartmamak
kaydıyla. Aslında dersanelerin olmadığı durumda kimler kazanıyorsa, en iyi
üniversitelerin ilgili bölümlerine kimler girebiliyorsa, dersanelerin olduğu
durumda da yine onlar girer. Elbette sıralamada ufak-tefek kaymalar olabilir
ama netice itibariyle kayda değer bir değişiklik yaratmaz. Dersaneler
olsun/olmasın en iyi üniversiteleri ve bölümleri en iyi kolejlerde, liselerde
okuyanlar, varlıklı sınıfın çocukları olmaya devam eder. En iyi liselere,
kolejlere okuyanlar, en pahalı dersanelere de gitme imkânına sahiptirler.
Netice itibariyle dersanelerin yoksul ailelerinin çocuklarının mâkus talihini yendiğine
dair yaygın tevatürün reel bir karşılığı olması mümkün değildir.
Sınıfsal ayrışmanın
böylesine keskinleştiği bir toplumda, kimlerin nereye kadar gidebileceği,
kapıların kimlere açık, kimlere kapalı olduğu önceden belirlenmiş durumdadır.
Peki istisnalar olmaz mı? Elbette olur ama mâlûm “istisnalar” kuralı doğrulamak
içindir denmiştir... Tüsiad başkan ve üyelerinin, Müsiad başkan ve üyelerinin,
yüksek yargı mensuplarının, barolar birliği başkanının, zengin avukatların,
finans baronlarının, milletvekili ve bakanların, toprak ağalarının, üniversite
rektörlerinin, zengin profesörlerin çocuğunun, gündelikçi bir kadının, bir
tarım işcisinin, asgari ücretle yaşama savaşı veren, “çalışan yoksulların”,
velhasıl sıradan mütevazı ailelerin çoçukları yarışa aynı çizgi üzerinden mi
başlıyorlar? Anadili Kürtçe olan yoksul bir emekçi çocuğunun yarışa nereden
başladığı açık değil mi? Böyle bir durumda da dersaneler ancak bir yanılsama/aldatma/aldanma/oyalama
aracı olabilirler. Ve öyleler... Elbette alt-sınıflardan çocukların da istisnai
olarak yüksek bir performans göstermesi mümkündür ama diğerlerinden bir kaç kat
fazla çaba göstermek kaydıyla. Zira yarışa diğerleriyle aynı çizgi üzerinden
başlamıyorlar. Yanılsama yaratan bir şey de, burjuva toplumunda sınıf atlama
yolunun açık olmasıdır. İşte “sıfırdan milyoner” olanların öyküleri anlatıla
anlatıla bitmez. Oysa bunlar, yoksulluk okyanusunda küçük bir ada bile değildirler...
Devlet okullarıyla
dersaneler arasında tuhaf bir işbölümü oluşmuş durumda. Devlet okulları diploma
veriyor, dersaneler de öğrencilere test yapmayı öğretiyor, sınava hazırlıyor. Dersanelerin
varlığı, devlet okullarını daha da kalitesizleştiriyor. Zira öğretmen yapması
gerekenin bir kısmını zaten dersanenin yapacağını düşünecektir. Özel dersaneler
öğretmeni işlevsizleştiriyor, itibarsızlaştırıyor. Tabii aralarında dersanelere
müşteri temin etmek için seferber olanlar da az değil... Etik değerlere bunca
yabancılaşmış bir egitici kitlenin o toplumda hâlâ bir itibarı olur mu? Toplum
ve öğrenciler katında bir saygınlıkları kalır mı? Öyle bir öğretmen ki, devlet
okulunda öğretmediğini 200 metre mesafedeki özel dersanede öğretiyor... Bu
rahatsız edici bir durum değil mi? Çocuklar taa baştan sınava kilitleniyor,
sınıvlarda başarılı olmak, bir var olma- yok olma ikilemine dönüşüyor. Sadece
sınavı düşünen çocuklardan, gençlerden ne olur? Bu ülkenin çocuklarını,
haftanın beş günü devlet okuluna, hafta sonu iki gün de dersaneye, duruma göre
bazı günler gündüz okula, akşam da dersaneye göndermek hangi pedagojik ilkenin
bir gereğidir? Bu tam bir saçmalık, akılsızlık değil mi? Bu çocuklar ne zaman
ders kitapları dışında bir şeyler okuyacak, mesela klasikleri okuyacak,
düşünmek, tartışmak, şiir, hikaye yazmak için, dertleşmek, gözlem yapmak, sağı solu görmek
için nasıl vakit bulacak? Yegane amacın sınavlardaki başarı olduğu koşullarda
bizzat çocukların, gençlerin ruh sağlığı da riske girmez mi?
Eğer durum böyleyse,
aileler her türlü zorluğa katlanarak çocuklarını neden hâlâ dersaneye göndermek
için akıl almaz bir çaba içine giriyorlar, onca fedakârlık yapıyorlar? Kendilerini buna mecbur hissediyorlar ve bunu
çaresizlikten yapıyorlar. Ne yayıp-edip, bir yolunu bulup çocuklarını dersaneye
gönderiyorlar. Aksi halde onlara karşı görevlerini yapmadıkları düşüncesine,
suçluluk duygusuna kapılırlardı. Velhasıl onların çaresizliğinden birileri kâr
ediyor. Bunu, herkes için kaliteli eğitimin bir hak olması gerektiğini
bilmedikleri için, öyle bir dayatma yetenekleri olmadığı için, yurttaş bilinci
taşımadıkları için yapmaya mecbur
oluyorlar. Devlet veya bir bütün olarak kamu idareleri artık kendilerini kamu
hizmetlerini, sosyal hizmetleri sağlama yükümlülüğünün dışında görüyorlar. Kamu
hizmetleri sürekli budanıyor, paralı hale getiriliyor, özelleştiriliyor. Devlet
adım adım sosyal hizmetlerden elini çekiyor ama bu arada havadan başka her şeyden
de vergi alıyor. Şimdilerde bir tek havadan vergi alınmıyor. Bakalım ona sıra
ne zaman gelecek? Öyleyse bunca vergi ne için toplanıyor?
Kapitalistleri, iş dünyası denilen mülk sahipleri kesimini daha çok beslemek
için. Devlet neye mi yarıyor? Kapitalistler için “uygun” alt-yapı yatırımları,
düşük ücret, düşük vergiler, düşük maliyetler, yüksek teşvikler sağlamak,
sömürüyü derinleştirmek, bütçeyi ve hazineyi sonuna kadar yağmalatmak için... Oysa normal koşullarda kamu idarelerinin
misyonu ve varlık nedeni, topulmsal refahı sağlamak, toplumun ortak iyiliğini
gerçekleştirmek değil midir? XVIII.
Yüzyılın sonlarında Batı Avrupa’da: “
Temsil yoksa vergi de yok” sloganı dillendirilirdi. Şimdilerde de artık “Kamu hizmeti, sosyal hizmet yoksa vergi de
yok” şeklinde bir slogana ihtiyaç var...
Elbette, genel okul
müfredatlarında yer almayan, özel yetenek sınavıyla girilen güzel sanatlar
bölümleri [müzik, resim, heykel, tiyatro, drama, vb.] için özel ders veren
kurumlar gereklidir ama zaten bunların eğitim sisteminde bir sorun ve ikilik
yaratmaları mümkün değildir.
Eğitimin
özelleştirilmesine karşı çıkmak gerekir zira bilginin metalaşması,
paralılaşması, kâra ve kazanca endekslenmesi, bilginin varlığı ve misyonuyla
çelişir. İkincisi, kapitalist toplumda, “her sınıftan çocukların eğitim
kurumlarından eşit yararlanmaları” anlamında “demokratik eğitim” mümkün
değildir. Üçüncüsü, kapitalizm dahilinde
fırsat eşitliğinden söz etmek
insanlarla alay etmektir... Nihayet
eğitim sorunu ve nasıl bir eğitim
istiyoruz sorusu da, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusundan
bağımsız değildir. Ve eğitim alanında iyi şeyler yapmanın yolu, bir bütün
olarak toplumun rotasını değiştirmekten geçiyor. Velhasıl nasıl bir eğitim
isitiyoruz sorusu, iç tutarlılığı olan bir toplumsal-politik projeyi
varsayar...
* “ El
suene de la risòn prduce monstruos”. Goyo’nın bir gravürü üzerine yazılmıştır.
“
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder