Fikret Başkaya
“
Kapitalizm yasal mafya, mafya da yasa dışı kapitalizmdir” Dorio Bötancourt- Maria
Garcia
Profesyonel
politikacıların ve devlet erkanının ağzında sakız olmuş iki tekerleme var: “ Türkiye bir muz cumhuriyeti
değildir” ve “Türkiye bir hukuk devletidir”. Birinciyle imâ edilen Türkiye’de
köklü bir devlet geleği olduğu, ikinciyle de burada her şeyin hukuk ilkeleri ve
kurallarına göre işlediğidir. O halde “burada öyle arzu edilmiyen şeylere izin
verilmez, eğer yanlış yapılmışsa hukuk dahilinde çözülür” denmek isteniyor.
Elbette “Türkiye’nin bir hukuk devleti” olduğu doğru ama “nasıl bir hukuk
devleti” sorusu durumu netleştirmeye imkân verir. Zira hukuksuz bir devlet mümkün
değildir. Her devletin şu veya bu şekilde işleyen bir hukuk sistemi olmak
zorundadır. Aksi halde devlet diye bir şey de olmazdı. Mesela devlet
kelimesinin önüne kapitalist kelimesini eklerseniz, fotoğraf farklı
görünecektir. Eğer “kapitalist devlet” söz konusuyla, orada devlet
kapitalistlerin [bir bütün olarak mülk sahibi sınıfların veya aynı anlama
gelmek üzere büyük hırsızların] hizmetindedir ve onların işini kolaylaştırmak
için vardır. Devlet kapitalist sınıf için uygun alt-yapıyı oluşturmak, ucuz iş
gücü, ucuz enerji, ucuz girdi sağlamak, yoksullardan alınan vergilerin önemli
bir bölümünü onlara “teşvik” olarak sunmak, zenginlerden alınan vergileri
asgari düzeyde tutmak, işgücü piyasasını “iş dünyasının” istediği kıvama
getirmek, velhasıl kapitalist sınıf için
sömürü, yağma ve talan koşullarını güvence altına almaktır... Tabii bir
de “küçük hırsızları” etkisizleştirmektir. Zira büyük hırsızların daha çok
çalması için küçük hırsızların etkisizleştirilmesi gerekir. Ceza evlerine düşenler
bilir: Ceza evleri küçük hırsızlarla doludur... İstisnalar ve ârizi durumlar dışında
ceza evlerinde büyük hırsızlara raslanmaz. İşte hukuk devleti denilenin misyonu
ve varlık nedeni, küçük hırsızları hizaya getirmektir. Kanunlar, cezalar,
mahkemeler, cezaevleri onlar içindir... Velhasıl insanlar “kanunlar karşısında
asla eşit değillerdir”. Elbette “kanunlar
karşısında eşitlik ilkesi” önemlidir ama kapitalizm dahilinde hiç bir değeri
ve kıymet-i harbiyesi yoktur, sadece yoksulları aldatmaya yarar... Kapitalizmin
geçerli olduğu durumda, şu yere göğe konmayan “hukuk devleti” mülk sahibi
sınıfları “zararlı sınıflardan”, -yoksullardan densin- korumaya memur
edilmiştir.
AKP iktidara geldiğinde,
yolsuzlukla, yoksullukla, yasaklarla [3 Y] mücadele edeceği sözünü vermişti.
Aradan geçen zamanda yolsuzluklar insan havsalasını zorlayacak, skandal
boyutlara ulaştı, yoksulluk çığ gibi büyüdü ve artık yasakların haddi hesabı
yok. Polis devleti kimseye göz açtırmıyor... Parlamentonun varlığı tek adam
rejimine engel değil. Peki neden böyle oldu? Başka türlü olamazdı da ondan. Yegane
amacı mülk sahibi sınıfın servetini ve zenginliğini artırmak, sömürüyü,
yağmayı, talanı ve vurgunu büyütmek olan bir iktidarın asıl işinin ne olduğu
açık değil mi? Türkiye’de politikacının işi bir kamu hizmeti icra etmek değil,
kendisini ve yakın çevresini zenginleştirmektir. “Bal tutan parmağını yalar”
misali.... Böyle bir iktidarın, böyle bir rejimin yoksullukla, yolsuzlukla,
rüşvetle, dolandırıcılıkla mücadele etmesi mümkün müdür? Hiç bir iktidar yoksuzlukla
mücadele etmez, edemez. Mücadele ediyormuş gibi yapar. Kimi zaman da
aşırılıkların üstüne gittiği izlenimi yaratır ama asla gitmez, gidemez. Peki neden?
İki nedenden dolayı: Birincisi, asıl iktidar görünen iktidar değildir. Görünen
iktidar asıl iktidar sahibi olan mülk sahibi, kapitalist sınıfın hizmetindedir
ve kapitalist sınıf varlığını, sömürüye,
yağma ve talana, yolsuzluğa, rüşvete, hırsızlığa ve ahlâksızlığa borçludur. Yolsuzlukla gerçekten mücadele demek, bindikleri
dalı kesmek demektir. İşin ucu her
birine de dokunma istidadı taşır da ondan. Bir sömürücü sınıf kendi varlık
nedeni olanla hesaplaşabilir mi? İkincisi, profesyonel politikacılar bu işi nâm
olsun da kâr olmasın diye, vatan ve millet aşkına yapmıyorlar. Onlar için
siyaset, kendilerini ve yakınlarını zenginleştirmektir. Son on yılda iktidar
çevrelerinin nasıl zenginleştiği ortada değil mi? Peki bu iş nasıl oluyor?
Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmayla, bütçeyi ve hazineyi yağmalayarak. Topluma,
kamuya, hekese ait olanı özel mülke
çevirirek. Aksi halde bir kısım bakan ve iktidar partisi milletvekilinin
ve çoçuklarının az zamanda “büyük işler
başarması” nasıl açıklanabilir? Türkiye’de genel-geçer ahlâk “işbitiricilik
ahlâkıdır”, yani ahlâksızlıktır. İşbitiricilik de mâlûm iki tarafı varsayar:
işi bitiren ve işi bitirilen. Böyle bir genel ahlâksızlık ortamında
yolsuzlukla, rüşvetle, vb. mücadele de ne demek oluyor? Tam tersi geçerli:
yolsuzluk yüceltiliyor ve bir başarı olarak görülüyor. Yöneticiler için “ çalıyor ama iş de yapıyor”
dendiğini sıkça duymuşsunuzdur. Bu, bu toplumun nasıl da her türlü etik değere
elvada dediği anlamına gelir. Hem
işbitiricilik ahlâksızlığı geçerli olacak ve hemde ahlâksızlıkla mücadele
edilecek, bu mümkün değildir. Dolayısıyla, egemen sınıfların, sözcülerinin ve
politikacıların yolsuzlukla mücadele söyleminin hiç bir kıymet-i harbiyesi
yoktur... Bütünüyle mafyalaşmış, çeteleşmiş bir devlet söz konusu. Bu da artık
hukukun asgari düzeyde bile esamesinin okunmaması demektir. O zaman da yolsuzluk
hukuk sistemi tarafından ortaya çıkarılmaz, mafya-içi, çete-içi kapışmanın,
çatışmanın ve hesaplaşmanın sonucu olarak ortaya serilir... Şimdilerde olduğu
gibi...
İnsanlar ne yazık ki,
sorulması gereken soruyu soracak yüksekliğe pek çıkamıyor. Bir adam nasıl olmuş
da, ne yapmış da 72 milyar dolar servete sahip olmuş sorusunu sorana
rastladınız mı? Akıllı-becerikli-işbitirici bir “iş adamının” bir öğleden sonra
servetini 6 milyar dolar artırmasını dert edene rastladınız mı? Bu soruyu
sormayan bir insan, bir yurttaş olur mu? Bu bir skandal değil midir? 2.5 milyar insanın
yoksullukla cebelleştiği, 1.25 milyar insanın aşırı yoksulluk içinde yaşadığı, her
3 kişiden birinin asgari sağlık hizmetine ulaşamadığı, her 4 kişiden birinin elektrikten mahrum olduğu, her 7 kişiden
birinin gece konduda [bidondan şehirde]
yaşadığı, her 8 kişiden birinin açlık çektiği ve her 9 kişiden birinin musluk
suyundan mahrum olduğu bir dünyada bir kişinin onca servete sahip olması neden
sorun edilmez?
17 Aralıkta başlatılan
yolsuzluk operasyonu aslında yolsuzlukla mücadele amacıyla yapılmıyor. Öylesi
insâni, ahlâki kaygılar söz konusu değil, tam bir iktidar savaşı. Başka türlü
söylersek, daha çok ranta el koyma mücadelesi. Sandıktan çıkan ve çıkmayan iktidar
koalisyonunun iki unsuru arasındaki mücadele. Başbakan her ağzını açtığında
sandık diyor, milli iradeden söz ediyor ve sandıktan çıkmayanlarla da koalisyon
yapıyor. Vesayet rejimini tasfiye etmekle öğünüyor ama Cemaat vesayetiyle
yönetiyordu. 17 Aralık sonrasında “devlet içindeki devletten, devlet içindeki
çetelerden” söz ediyor. İyi de o çeteyi oraya kimler ne zaman ve nasıl soktu? Kim
onlarla koalisyon ortağı oldu? İşlerine geldiğinde Cemaat’in bir “sivil toplum
örgütü” oduğunu söylüyorlar. Kavramlar bunca dejenere edilirse, Cemaat neden
bir sivil toplum örgütü sayılmasın? Öyle bir sivil toplum örgütü ki, baştan
itibaren devlet tarafından dizayn edilmiş, desteklenmiş, beslenmiş, büyütülmüş,
gerektiği zaman, gerektiği gibi kullanılmış, bu arada cemaat da “fırsatları”
değerlendirmiş, polise, devlet bürokrasisine, yargıya, bir bütün olarak devlet
aygıtının kritik yerlerine nüfûz etmiş. Siz hiç politikayla ve ticaretle
doğrudan ilgili bir “sivil toplum örgütü” gördünüz mü? Bu dünyada, devlet
sayesinde devletin kalelerini ele geçirmiş bir “sivil toplum örgütü” örneği var
mıdır? Kimse şeylerin gerçeğini tartışmaya niyetli değil. Devlet söz konusu Cemaati
neden besleyip-büyüttü? Bu soru neden sorulmaz?
Eğer gerçekten hırsızlıktan,
yağma ve talandan, yolsuzluktan, rüşvetten âzâde, eşitlikçi demokratik,
adaletli, insan haysiyetine yaraşır bir toplumda yaşamak istiyorsanız,
yapılacak iş çok basit: kapitalizmi dert etmek ve vakitlice kapitalizmiden
çıkmak için kolları sıvamak. Zira, kapitalizmin olduğu yerde eşitlikten, adaletten
söz etmek abesle iştigal etmektir. Çünkü kapitalizm demek, sömürü, yağma ve
talan demektir. Sömürü ve yağmanın olduğu yerde de demokrasi, adalet, eşitlik,
kardeşlik, dayanışma gibi kavramlara yer yoktur. Kapitalizm demek her ileri
aşamada eşitsizliğin ve adaletsizliğin, toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi
demektir. Bir tarafta milyarlarca dolar servete sahip olanlarla, diğer tarafta
yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan, çaresizlik ve sefalet ortamına itilmiş,
milyonlarca, milyarlarca insan demektir. Unutmamak gerekir ki, adelet eşitliği
var sayar, demokrasi de eşitliği, özgürlüğü ve adaleti var sayar. Oysa geçerli
süreç, sürekli olarak eşitlikten ve adaletten uzaklaşma temeli üzerinde yol
alıyor. Bir ülkenin varı yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafından yağmalandığı,
talan edildiği durumda siz hangi haktan-hukuktan, hangi adaletten, hukuk
devletinden, demokrasiden ve özgürlükten söz edebilir siniz ki? Bir şey daha
var: bu gayri insâni ve utandırıcı tablo sadece insani ve toplumsal kötülükler
de yaratmıyor. Bir de ekolojik yıkıma deden oluyor. Velhasıl bizzat yaşamın
temeli aşındırılıyor. İnsanlığın ve uygarlığın geleceği riske sokuluyor.
O halde soru şu: Bütün bu
olup-bitenler neden ve nasıl oluyor? Giderek, ilerleme ve kalkınma adına
dünyanın yaşanamaz bir yer haline gelmesinin sebebi ne? Bu ilâhi bir iradenin eseri
midir yoksa aklı-fikri olan insanların akıllarını başlarına almamalarının,
insana yaraşır bir tavır ortaya koymamalarının, koyamamalarının bir sonucu
mudur? Eğer ikincisiyse ki, öyledir, o zaman insanlar bilinçli eylemleriyle bu
netâmeli süreci pekâlâ tersine çevirebilirler. Bunun için de aklını başina
alıp, bilinçli, haysiyetli insanlar olarak sahaya çıkmak, yurttaş bilinciyle
hareket etmek yeterlidir. Daha ne zaman
kadar insanlar “sayın seyirci” olmaya razı olacak? Artık şu seyirciliğe son
verme zamanının gelmesi gerekmiyor mu?
Türkiye 1980 yılında 24
Kararları ve 12 Eylül askeri darbesiyle, kompradırlaşma tercihi yaptı. Tabii
böyle bir tercih hem içerdeki mülk sahipleri sınıfının [büyük hırsızların
densin] ve hem de emperyalist odakların çıkarlarının bir gereğiydi. İşte şu
sıralarda yaşadıklarımız doğrudan o talihsiz tercihin bir sonucu olarak ortaya
çıkıyor. AKP söz konusu kompradorlaşma statejisinin en hevesli, en gözü kara
sürdürücüsü oldu. Kompradorlaşma kaçınılmaz olarak çürüme ve yozlaşma, kokuşma
yatatabilirdi. Toplum önce dinci-laik
şeklinde kutuplaştırıldı. Şimdi de dinciler iki hasım kutba bölünmüş durumda.
Bu çoklu bölünmelerin devlet aygıtını da kapsaması kaçınılmazdır. Ve bu da
artık işlerin sürdürülebilir olmaktan çıktığı anlamına geliyor. O halde iki seçenek var: bizzat sömürü, yağma ve talandan başka bir şey
olmayan komprador kapitalizmi tartışma gündemine taşımak, ya da bu güne kadar
olduğu gibi büyük hırsızların oyununa gelmeye, aldatılmaya,
aşağılanmaya, horlanmaya, itilip-kakılmaya razı olmak... Bu ikisi arasında bir
orta yol, bir üçüncü seçenek yok! Artık
radikal olma zamanı. Dolayısıyla kimse söz konusu kapışmadan olumlu bir şey çıkacağı
beklentisine kapılmasın. Zira amaç, yönetenleri değil, yönetimi değiştirmek
olmalıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder