“
Türkiye son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır... AKP iktidarı ve T. Erdoğan
II. Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür”.
Fikret Başkaya: 1. Son kitabını* zevkle okudum, tebrik ve
teşekkür ediyorum. İstersen, genel bir tespitle başlayalım. Son dönemde İŞİD ve
benzerlerinin zuhuruyla, bizzat İslam algısıyla ilgili “aşırılıklar” da depreşti,
yeniden su yüzüne çıktı. Sanki “işte İslam budur” demeye kadar ileri gidenler
çoğaldı. Aslında bu, Müslüman Arap
halklarına dair üretilmiş, Avrupa-merkezli, Oriyantalist önyargıların,
kabullerin, basma kalıp düşüncelerin depreşmesi demeye geliyor. Ki bunlar, işte
bu toplumların “uygarlık üretme” yeteneğinden yoksun oldukları, modernite ve
demokrasi gibi kavramların onların kitabında yazmadığı, Müslüman Arap
toplumlarının “özel bir kategoriye” dahil oldukları, ilerleme [progrès] üretemezlikleri,
rasyonel düşünce yoksunu oldukları, devrim kavramına yabancı oldukları,
eşitsizlik ve adaletsizlik karşısında tepkisiz oldukları... gibi bir dizi bilim
ve gerçek dışı kabullere, önyargılara dayanıyor. Tabii bu durumun da dinden,
İslam’dan kaynaklandığı, onun doğal sonucu olarak tezahür ettiği ima
ediliyor... Velhasıl, Avrupa-merkezli, Oriyantalist,
ırkçı bakış açısının ürünü olan bir İslam-Arap algısı söz konusu...
İşin garip tarafı, bu tür saçma-sapan önyargıların ve kabullerin, sadece
bunları üreten Batılılar katında değil, bizzat eğitimli, okumuş Müslüman
Araplar tarafından da içselleştirilmiş olması... Oysa ne kadar eski, köklü ve kapsayıcı
olursa olsun, din de son tahlilde bir ideolojidir ve bütün mesele onun nasıl
yorumlandığı, nasıl algılandığı ve nasıl anlaşıldığıdır. Bu konuda neler
söylemek istersin?
Osman
Tiftikçi: İslam’ın
gelişmeye engel olduğunu iddia eden anlayış 19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da
ortaya çıkmıştı. Fransız burjuva aydın Renan’ın şahsında simgeleşmişti bu
anlayış. Bu anlayış aynı zamanda bir Hıristiyanlık övgüsüydü. Bu anlayışa göre,
İslam gelişmeyi engelleyen bir dindi ve bu anlayış hep var oldu. Müslüman ülke
burjuva aydınları katında da rağbet gördü. Bu anlayışa süreç içinde İslam
dininin demokrasiyle çeliştiği, kadın haklarıyla çeliştiği, İslam’ın kendi
dışındaki inançları zorla yok eden savaşçı, katliamcı bir din olduğu gibi
özellikler de eklendi.
Oysa, İslam ülkelerinin
geri kalmışlığını, bu ülkelerdeki siyasi düzenleri, İslamı kullanan siyasi
oluşumları, bunların kullandıkları yöntemleri dinle açıklamaya kalkmak
yanlıştır. Böyle yapmak özünde
dincilerin, dünyayı, evreni, yaşamı dinle açıklamaya çalışmalarından farklı
değildir. Toplumsal, tarihi, siyasi olgular dinle değil, günün gerçekleriyle,
sınıflar mücadelesi ve bunun ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır. Bu toplumbilimin,
tarih biliminin de abcsidir...
Tarihin hiçbir
döneminde toplumsal, tarihi gerçeklerden, o dönemin sınıflarından bağımsız bir
din anlayışı ve dinî oluşumlar olmamıştır. Ayrıca tarihin her döneminde aynı
dinin değişik yorumları hep var olmuştur. Çünkü her sınıf dini kendi
ihtiyaçlarına göre yorumlar, biçimlendirir, kendi istemlerini dile getiren bir
şekle sokar. Hiçbir zaman
iktidardakilerin dini ile ezilenlerin dini aynı olmamıştır. Fransız
devrimine kadar bütün halk ayaklanmalarının dini biçimler aldığını
unutmamalıyız. Ama bütün savaşlar ve katliamlar ve işkenceler de din adına
yapılıyordu. Günümüz için söylersek, emperyalizmin, egemen sınıfların
sahiplenip destekledikleri İslami anlayış, kâr için her şeyi mubâh gören,
Afganistan’da, Irak’ta, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi,
milyonlarca insanın katledilmesini öngören, faşist insanlık dışı bir anlayıştır.
Ama yoksulların İslamı, eşitlikçi, vicdanlı, merhametlidir.
Günümüzdeki İslami
oluşumlar ve bunların ideolojileri esas olarak bugüne özgüdür. Bunları 1400 yıl
öncesinin sözleriyle fikirleriyle açıklayamayız. Örneğin Asr-ı Saadet diye adlandırılan dönemde mezhepler ve mezhep
savaşları yoktu. Daha düne kadar ılımlı İslam, radikal İslam, köktenci İslam,
tevhidi hareket gibi ayırımlar da yoktu. El Kaide, Taliban gibi anlayış ve
örgütlenmeler 1990’lı yılların ürünüdür. Türkiye’de cemaatler tek parti
döneminde filizlenmiş, 1960’lardan sonra toplumsal, siyasi, ideolojik bir güç
haline gelebilmişlerdir. Yani İslam hep vardı ama ortaya çıkan siyasi,
ideolojik oluşumlar farklı koşulların, sınıflar mücadelesinin farklı ihtiyaçlarının
ürünüydüler.
Toplumsal gerçekliklere
dini temelde yaklaşım, Türkiye’deki bilimsel birikimin çok gerisinde bir
tutumdur. Böyle bir tutum dini sınıfsal çıkarlarına alet eden din
tüccarlarının; “bunlar dine düşman, dine hakaret ediyorlar” demagojilerine de
pirim vermek olur.
2.
Bu yaklaşım çerçevesinde Taliban, El
Kaide, IŞİD gibi oluşumları nereye koyacağız o halde?
Taliban ve El Kaide,
Doğu blokunun çökmesinden sonra ortaya çıkan yeni koşulların ürünüydüler. Bu
örgütler 1990’lı yıllarda kuruldu. Burada konumuz açısından cevap verilmesi
gereken soru şudur: İslam dini bu tür örgütler tarafından neden en geri, en
bağnaz, hatta geri bıraktırılmış Müslüman ülkelerde kazanılmış kısmi demokratik
hakları, kültürel gelişmeleri, nispi seküler kazanımları da silecek biçimde
yorumlandı? Neden bu tür yorumlar ve oluşumlar emperyalizm tarafından, Müslüman
devlet yönetimleri tarafından desteklendiler ve bir kısım kitleden rağbet
gördüler?
Emperyalizm açısından
şunları söyleyebiliriz: Emperyalizmin ideolojik geriliği daha 1980’li yıllara
gelindiğinde, İslam ülkelerinde yobazlık derecesine ulaşmıştı. Emperyalizm bu
ülkelerdeki anti-emperyalist, sosyalist hareketlere ve ideolojilere karşı,
Sovyetler Birliği ve diğer “reel sosyalist” ülkelere karşı dini gericiliğe
sarılmıştı. Bazı İslam ülkelerindeki kısmi laiklik bile emperyalizme dar geliyordu. Türkiye’de
12 Eylül cuntasıyla, Pakistan’da Ziya ül Hak cuntasıyla, Mısır’da Nasır’dan
sonra gelen Enver Sedat ve Mübarek yönetimleriyle geliştirilen dini gericiliği,
Yeşil Kuşak projesini bu vesileyle hatırlamak gerekir.
Emperyalizm Suudi Vahâbiliğini,
Selefilik biçiminde Ortadoğu ve İslam ülkelerindeki antiemperyalist, ulusalcı,
demokratik, sosyalist hareketlere karşı zaten kullanmaktaydı. 1960’larda
kurulan Rabıta, daha sonra İslam Konferansı gibi örgütlerin ardında Suudi
gericiliği vardı. Suudiler bütün İslam ülkelerinde kendilerine yakın İslami
akımların tümüne de yardım ediyorlardı.
Vahâbilik 1730-40’lı
yıllarda, Arabistan’da kendi devletlerini kurmak isteyen kabilelerin ideolojisi
olarak ortaya çıkmıştı. Peygamber soyundan gelen, İslama beşiklik etmiş,
başkalarına hükmetmiş bu kabileler, yüzyıllarca Emevi, Abbasi ve Osmanlı
egemenliğinde kaldıktan sonra, kendi devletlerini kurmak istediler. İslamı da
aşiret, kabile yapısına uygun biçimde en sekter, en geri biçimde yorumladılar.
Bunlar kendilerinin egemen olduğu dönemlerin saf İslamını, Kur’an ve Sünnet’ten
ibaret olan İslamı, Selefi anlayışı savunuyorlardı. Mezheplere ve İslama
sonradan eklenen her şeye şiddetle karşıydılar.
Vahâbi hareket, 1800’lü
yılların ilk çeyreğinde Osmanlılar tarafından bastırıldığında, İslam dünyasında
başka İslam yorumları da ortaya çıkmıştı. Örneğin Kafkaslarda Şeyh Şamil Vahhâbilik
benzeri bir İslami anlayışı zorla yerleştirmeye çalışıyordu. Tatar aydınları
ise Kursavî ve Mercanî’nin şahsında İslamı reformist bir yoruma tabi
tutmuşlardı. Şeyh Şamil, Kafkas halklarından tepki gördü, Ruslar karşısında
yalnızlığa terkedildi ve teslim oldu. Vahâbiliğe yakın bu İslami anlayış
Kafkaslarda tutmadı. Ama Vahâbilik, aşiret, kabile yapısının tasfiye
edilemediği, yönetimde, işbirlikçi şeyhlerin, kralların var olmaya devam ettiği
Arap yarımadasında ve Ortadoğu’da yok olmadı.
1930’lu yıllarda
petrolün bulunmasıyla, Vahâbilik büyük bir mali güce de kavuşmuş oldu.
Emperyalizm İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu gücü Arap milliyetçiliğine,
sosyalist düşünceye, Sovyetlere karşı bir silah haline dönüştürdü. Suudiler
farklı İslami akımlara maddi ve ideolojik destek sağlamalarının yanı sıra
(örneğin Türkiye’de de 1960’lı yıllardan itibaren bütün cemaatleri maddi olarak
desteklediler), İslam ülkelerinde kendi anlayışları doğrultusunda Selefi
örgütler de kurdular, kurdurdular. Örneğin Mısır’da Selefi hareket 1950’li
yıllardan itibaren örgütlenmeye başladı.
Sovyetler
Afganistan’dan çekildikten sonra başlayan iktidar kavgasında, Taliban ve El
Kaide örgütlendi. Bu örgütler Selefi denilen İslam yorumu üzerine kuruldu.
Çünkü hem ortaya çıkış süreçleri hem de günün koşulları bunu zorunlu kılıyordu.
Örneğin Taliban başlangıçta Suudi Arabistan’ın finansal desteğiyle Pakistan
tarafından örgütlenmişti. Talebelere sekter, kendi anlayışından başka bütün
İslami yorumlara düşman Vahâbî eğitimi verilmişti. Bunun nedeni sadece eğitimin
ardında Suudi Arabistan’ın bulunması da değildi. Aşiret yapısının egemen
olduğu, dinin en gerici biçimde yorumlandığı, Sovyet işgaline karşı verilen
mücadelede ideolojik olarak dinin ön planda bulunduğu, ciddiye alınabilecek bir
tane demokratik laik hareketin bulunmadığı Afganistan’da başka bir ideolojik
yorum başarılı olamazdı.
İslâmın bu tür yorumuna
sarılmak için çok önemli bir neden daha vardı ki, o da İran ve Şiilik
faktörüydü. İran devriminden sonra, Suudi Arabistan başta olmak üzere, bütün
Müslüman ülkeler İran’a karşı ideolojik ve siyasi mücadele içindeydiler. Doğu
blokunun çöküşünden sonra İran’ın Şiiliği de kullanarak, Orta Asya, Kafkasya ve
Ortadoğu’ya girme tehlikesi büyüdü. Bu tehlikeyi önleyebilmek için, İslami
anlayışta esnek değil, sekter ve sert olmak zorunluydu. Örneğin İslam kardeşliği,
değişik İslami anlayışların ve yaşam tarzlarının bir arada bulunması, mezhepsel
farkların ortadan kaldırılması gibi anlayışlara pirim vermek hem kapıyı İran
etkisine açmak olurdu ve hem de iktidar için mücadele edilen İslamcı
yönetimlerle ve örgütlerle savaşmayı zora sokardı. Emperyalizm bu örgütleri kendi egemenliği için rakip Müslümanlarla
savaşsınlar diye destekliyordu. Örgütün dışındaki farklı İslami yorumları
düşman bellemeden bunu yaptırabilmek mümkün değildi. İslâmın toplumcu, kollektif, ezilenden yana
yorumlarının Suudiler ve Pakistan tarafından emperyalizm destekli olarak
örgütlenen bir yapı tarafından savunulmasını beklemek, ölü gözünden yaş
beklemekle özdeşti.
Kısacası Taliban, El
Kaide türü anlayışlar ve örgütler bir yandan tarihi gelişimin aldığı biçim,
diğer yandan da Doğu Blokunun çökmesinden sonra ortaya çıkan yeni koşulların,
Suudilerin ve İran’ın birbirine zıt etkilerinin, emperyalizmin ve işbirlikçi
devlet yönetimlerinin ihtiyaçlarının ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu anlayış ve yapılanmalar, İslam dininin
özellikleriyle, vahşetiyle vs. değil, bu maddi olgularla, emperyalizm ve
işbirlikçi egemen sınıfların ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır.
Emperyalizm, siyasi
İslam, radikal İslam diye isimlendirdiği bu yapılanmalarla, bir taşla birkaç kuş
vurdu aslında. Müslüman sömürge ülke halkları ve Batılı ülkelerdeki göçmen
Müslüman işçiler, Batılıların gözünde düşman olarak görülmeye başlandı. Yani
Batılı halklar devletlerine, düzene ve dinlerine daha çok bağlandılar.
Emperyalist devletler terörü bahane ederek bir çok demokratik hakkı gasp ettiler
ve yeni baskı yasaları çıkardılar.
Bu anlayışların bazı
Müslümanlar, özellikle de gençler tarafından sempatiyle karşılanmasının
nedenlerini, emperyalizmin ve işbirlikçi devlet yönetimlerinin dünya Müslümanlarına
reva gördüğü baskı ve zulümde, gençliği mahkum ettiği açlık, işsizlik ve
gelecek kaygısında aramak gerekir. Kapitalizmin bu ülke halklarına, gençliğine
hiçbir olumlu gelecek, sarılabilecek bir ütopya bırakmamasında aramak gerekir. Ben bu gençleri bu İslami örgütlere çeken
en önemli özelliğin emperyalizme ve mevcut devlet yönetimlerine karşı savaşmak
isteği olduğuna inanıyorum. Bunlar
var olandan farklı yeni bir dünya, yeni bir düzen kurmak istiyorlar. Tabii
yağmurdan kaçarken doluya tutulup bir yığın pis işe bulaştırılıyorlar ki, orası
ayrı...
3.
Türkiye’de rejimin dinîleştirilmesi,
devlet ve cemaat dindarlığı, mülk sahibi sınıflar ve emperyalizm (ABD]
tarafından dinin araçlaştırılması cephesindeki manzarayı nasıl görüyorsun?
Genel olarak bakıldığında
Türkiye son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır. Bu süreçte kazanılan
kısmi burjuva demokratik, kültürel, seküler kazanımlar yok edilmektedir.
Atatürkçüler II. Abdülhamit’i tarihimizin en büyük gericisi olarak bilir. AKP
iktidarı ve T. Erdoğan Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür. Abdülhamit
bugünkü eğitim sistemini kuran kişiydi. Abdülhamit medrese mezunlarına
bürokraside iş vermiyordu. Memur olmak için Mülkiyeyi bitirmiş olmak gerekirdi.
Askeri okullarda eğitim dini değildi. Medreseler fiili olarak eğitim sisteminin
dışına çıkmıştı. Şimdi tam tersi yapılarak eğitim tümden dînî hale getirilmeye çalışılıyor. Neredeyse her
iki okuldan biri imam hatip. Çocuklar zorla imam hatiplere yönlendiriliyor.
Abdülhamit döneminde siyaset, eğitim, hukuk esas olarak dini kurumlar olmaktan
çıkmıştı. Şimdi Diyanet devletin en etkin kurumu. Devletin bütün bürokrat
kadroları, valiler, kaymakamlar, polis şefleri, Milli Eğitim müdürleri, adalet
kurumları dinci kadrolarla dolduruldu. AKP’li olmayan, belli bir cemaatten
olmayan kişiler buralarda yer bulamıyor. Hatta Alevi, Kemalist, solcu olanlar
uzaklaştırılıyor. Abdülhamitle en büyük benzerlik basına ve düşünceye konulan
yasaklar. Sendikal hareket bile dincileştirildi. Memur-Sen en büyük kamu
çalışanları konfederasyonu. Hak-İş ikinci büyük işçi sendikaları
konfederasyonu. Türk-İş yönetimi AKP’ye bağımlı. Bu da Türkiye ve işçi sınıfı tarihinde bir ilk.
Dinin toplum üzerindeki
etkisi tarihimizde görülmedik biçimde artmış durumda. Kısacası Türkiye son 200
yılda böyle bir dönem yaşamadı.
Memleket içinde durum
böyle. Dış politikada da emperyalizme hizmette kusur etmemekle birlikte kendi
aklınca bazı işler çevirmeye, İslam dünyasındaki bazı anlayışlarla özel ilişkiler
geliştirmeye çalışan bir dinci yönetim var.
Resmi İslam, yani
egemen sınıfların ve emperyalizmin dinciliği açısından meseleye bakarsak durum
şöyle görünüyor: 12 Eylül faşizmi ile birlikte dinci politikalar daha öne
çıkarılmıştı. Gülen hareketi ve AKP bu politikaların bir ürünü ve aracıydı. Ama
emperyalizmin ve büyük sermayenin istediği her halde yukarıda manzarasını
çizmeye çalıştığımız durum değildi.
Günümüzde iktidarda
olan Resmi İslam yani, TÜSİAD’ın, ABD’nin, ordunun İslamı değil. Günümüzde Cemaatlerin
yani İskenderpaşa, İsmailağa, Süleymancılar, Menzil, Erenköy gibi dini
yapılanmaların, eski Milli Görüşün İslami anlayışı yönetimde bulunuyor. Gülen
hareketi ile AKP arasındaki kıyasıya
mücadele bir yanıyla eski Resmi İslam ile Cemaat İslamcılığı anlayışı
arasındaki mücadeledir. Saflara şöyle bir baktığımızda bu rahatça görülür. Gülen’in
yanında ABD, Almanya başa olmak üzere, Avrupa Birliği, Türkiye’deki bütün
liberal çevreler ve TÜSİAD var. AKP’nin yanında ise - antikapitalist
Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar gibi küçük çevreleri bir yana bırakırsak- bütün dini çevreler, MÜSİAD ve tüm İslami
sermaye kuruluşları, TOBB, Hak-İş, Memur-Sen gibi kurumlar bulunuyor.
Gülen anlayışı Resmi
İslamın günümüzde aldığı biçimdir. Ve bugün bu anlayış AKP tarafından devletten
tasfiye edilmek isteniyor. Karşı taraf ise AKP’yi ve T. Erdoğan’ı alaşağı etmek
için uygun koşullar arıyor.
Cemaatlere
gelince. Bunlar 28 Şubat sürecinden
sonra gerçekten kötü durumdaydılar. İslami alanda AKP ve Gülen dışında kimse
bırakılmamıştı. Cemaatler Gülen
hareketini ve AKP’yi kendilerini tasfiye etmeye yönelik planların parçaları
olarak görüyorlardı ve desteklemiyorlardı. Ama süreç içinde özellikle AKP’nin
2007 seçim zaferinden sonra, cemaatler ve tüm İslami çevreler AKP etrafında kenetlendiler.
O kadar ki, Erdoğan’a ve Abdullah Gül’e
içlerinden çıkmış hainler gözüyle bakan Milli Görüşçüler bile AKP’yi
desteklemeye başladılar. Bunlar kendi bağımsız varlıklarına son vermediler
elbette. Örneğin Saadet Partisi duruyordu, Milli Gazete’de hükümete muhalefet
de yapılıyordu ama AKP’yi yıpratacak en küçük bir davranıştan uzak duruluyordu.
AKP cemaatler ne isterse yapıyordu. AKP,
üzerindeki Gülen vesayetini, denetimini kırabilmek için cemaatlere yaslanmak
istiyordu. Bu durum Gülen hareketine baştan beri şüpheyle bakan Cemaatlerin de
çok işine geliyordu.
Şimdi Cemaatlerin
İslami anlayışı iktidarda. Gezi ayaklanması ve 17-25 Aralık olaylarından sonra
bunlar AKP’ye daha çok sarıldılar. Çünkü bugün sahip oldukları konumu bunlar
bir daha rüyalarında bile göremezlerdi. Ayrıca bunlar T. Erdoğan ve AKP ile
birlikte bütün kirli ilişkilerin içine batmış durumdalar. Onlar da Erdoğan gibi
hesap vermekten korkuyorlar.
Cemaatlere ve AKP’ye
mevcut konumlarını sağlayan şey, bir
daha tekrarı mümkün olmayan sıra dışı koşullardı. Şöyle ki: Emperyalizm ve
egemen sınıflar, Gülen hareketi ve AKP’yi kullanarak devlet kurumlarını ve
resmi ideolojiyi yeniden düzenleyen bir süreç başlattılar. Bu süreç içinde
eskinin yerini yenisi alırken kaçınılmaz olarak birçok boşluklar ortaya çıktı.
Özellikle “askeri vesayeti kırıyoruz” diye, ordunun hırpalanması, mevcut komuta kademesinin önemli ölçüde tasfiye
edilmesi ve sonuçta ordunun siyasetten çekilmesi çok büyük bir boşluk doğurdu.
Neredeyse her gün demeç veren, hükümetlerin iç ve dış politikalarına, basına,
yargıya doğrudan müdahale eden, şeriata
karşı mücadelenin yılmaz savaşçısı askeriye, şimdi ortalıkta görünmüyordu. Bu
boşlukları cemaatler ve Tayyip Erdoğan doldurdu. Öyle ki Tayyip’te, ordunun
konumuna sahip olma, saltanatını kurma eğilimleri ortaya çıktı. AKP cuntanın
anayasasını, 12 Eylül kurumlarını, yüzde on barajlı seçim yasasını, meclisteki
çoğunluğunu kullanarak boşluğu doldurmak için hücum ettiğinde karşı taraf
hazırlıksız yakalandı. Medya teslim oldu, TÜSİAD sesini kesti.
Özetle AKP ve
cemaatlerin, İslami sermayenin iktidar oluşu özgül koşulların, yeni süreçte
ortaya çıkan boşlukların ürünüydü. Eğer emperyalizm ve egemen sınıflar, liberal
aydınlar, medya, Gülen örgütü ile birlikte Atatürkçülüğe, “askeri vesayete”
tavır almasaydı bu durum gerçekleşmezdi.
Önümüzde AKP’nin
alaşağı ediliş sürecinde de bu tür boşluklar doğacağa benziyor. Tayyip ne kadar
direnirse bu boşluklar da o kadar geniş olacak gibi görünüyor. Dolayısıyla sol
muhalefet için de elverişli koşullar oluşuyor ama mevcut haliyle sol hareketin
neler yapabileceğini kestirebilmek çok zor. Fakat Kürt hareketi bu boşlukları
ve egemen kesimler arasında çıkan çelişkileri
kullanmada başarılı görünüyor.
4.
Söyleşimiz bu aşamaya gelmişken, İslami hareketin geleceği ve ordunun durumuna
dair söyleyeceklerini de merak ediyorum doğrusu. Sana göre manzara nasıl
görünüyor? Bu ikisiyle ilgili öngörülerin nedir?
Ordu ile ilgili olarak düşünülmesi
gereken çok şey var. En başta Türk ordusunun şu özelliklerini unutmamak
gerekiyor: Türk ordusu sadece askeri bir güç değildir. Bunun yanı sıra
ideolojik bir güçtür. Ordu resmi ideolojinin bekçisiydi. Ordu yakın zamana
kadar güçlü bir asimilasyon ve şovenizmi yayma aracıydı. Zorunlu olarak askere
alınan gençler burada sıkı bir Türkleştirme çarkından geçiriliyordu. Bu çark
artık eskisi gibi işlemiyor.
Bunun yanı sıra ordu
ülkemizde önemli bir siyasi güçtür. Milli Güvenlik Kurulu hala fonksiyonel
olmaya devam ediyor. Ordu bütün bunlara ek olarak önemli bir ekonomik güçtür. 2002
yılında OYAK Türkiye’nin üçüncü büyük holdingiydi. Silah sanayi ordu
vakıflarının, askeri kurumların tekelindedir. Bütün bunların üzerine ordu NATO
üyesidir, Pentagonla içi çe bir kurumdur.
Ordunun bu saydığımız
özellikleri, ideolojik veçheyi bir kenara bırakırsak AKP iktidarları döneminde
de değişmemiştir. Hatta ordu devletin resmi dincileştirme politikalarının
özenle dışında tutulmaya çalışılmıştır. Cemaatler orduya hiç yaklaştırılmamış,
dindar askeri öğrenci ve subaylar anında ordudan atılmışlardır. Gülen
örgütlenmesi de orduya pek sokulmamıştır. Örneğin polis teşkilatına yapılan
tarzda Gülenci bir kadrolaşma orduda yapılmamıştır.
Ordu Türkiye’deki düzen
için bu kadar önemli bir kurum olmasının yanı sıra, önemli problemlere de
sahiptir. Örneğin ordunun Atatürkçülüğü ve Türkiye’deki ulusal, şovenist
hareketle ilişkileri, hatta 1990’lı yıllarda ordunun, ADD (Atatürkçü Düşünce
Dernekleri), Kuvayı Milliye gibi oluşumlarla bu hareketi bizzat örgütlemeye
kalkması egemen kesim ve emperyalizmle sorunlar ortaya çıkarmıştır. Aynı
şekilde emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının hayata geçmesi, ordunun
Kürt meselesindeki tereddütleri yüzünden sekteye uğramıştır.
Bu problemlerin yanı
sıra zorunlu askerlik sistemi epey zamandan beri tıkanmıştır. Kürt hareketine
karşı mücadelede sergilenen başarısızlık, uluslararası görevleri yerine
getirmede ortaya çıkan yetersizlikler, yüzbinleri bulan asker kaçakları ve
bitmeyen bedelli askerlik tartışmaları, mevcut sistemin, ömrünü doldurmuş,
hantal ve çok masraflı bir sistem olduğunu göstermektedir. Emperyalist
ülkelerde olduğu gibi profesyonel orduya geçmek bir zorunluluk olarak kendini
dayatmaktadır. Ama 1980’lerden beri bu istenildiği halde bir türlü
gerçekleştirilememektedir.
Ergenekon,
Balyoz gibi isimlendirmelerle orduda yapılan tasfiyeler, ulusalcıların iddia
ettiği gibi ordunun gücünü zayıflatmamıştır. Bu operasyonlarda esas olarak,
NATO ve Pentagon’dan Türkiye’deki askeri birliklere uzanan hiyerarşinin dışına
çıkarak kendine göre bir şeyler yapmaya çalışan ve şovenist çevrelerle
ilişkiler içinde olan askeri kesim tasfiye edilmiştir. Yani ordu sistem içine
yeniden oturtulmuştur ve gerekirse darbe yapmak için daha uygun bir işleyişe
sahiptir.
Askeri bir darbe şu
anki koşullarda çok riskli görünüyor. Çünkü hangi yeni iktidar gelirse gelsin,
çözmek zorunda olduğu ilk sorun Kürt sorunudur. Bu sorunu zorla çözmeye
kalkacak bir cuntanın Kürtlere sözü geçmez ve Kürtlere sözü geçmeyen bir darbe
de darbe olmaz. Ayrıca Kürtlerin
direndiğini gören farklı çevreler de direnişe geçeceklerdir.
İslami hareket
konusunda şunları söyleyebiliriz: Resmi İslam bu düzen var olduğu sürece devam
edecektir. Çünkü emperyalizm ve egemen sınıflar en az iki nedenle dine ihtiyaç
duyuyorlar. Birincisi, malum sol, sosyalist harekete karşı mücadele için.
İkincisi, ise dini alanı dini görünümlü siyasi muhalif hareketlere, cemaatlere
bırakmamak için.
Şu
dönemde AKP ile iktidarda bulunan cemaatlerin ve İslami sermayenin, bu konumunu
uzun süre koruması mümkün değildir. Erdoğan
düşürülecek ve AKP de tarih olacak. Ama cemaatler kalacak. Elbette biçim
değiştirecekler, kimileri yok olacak. Örneğin 70’lerin ve 80’lerin güçlü
cemaatlerinden Işıkçılar zamanla tasfiye oldular. Muhtemelen yenileri çıkacak.
Gene örnek vermek gerekirse, İsmailağa cemaati 12 Eylül’den sonra oluşmuştu.
Cemaatler siyasi
partilere bağımlı oluşumlar değildir. Var olabilmek için parti kurmak zorunda
değiller. Cemaatler içinde sadece İskenderpaşa cemaati siyasi parti kurmuştur
(MSP). AKP de cemaatlerin partisi olarak kurulmamıştı.
Cemaatler yapay
kurumlar değil, Türkiye sınıflar mücadelesinin bir dinamiğidir. İslami
hareketin gövdesini oluşturanlar da şimdiye kadar bu cemaatler olmuştur. Bu
nedenle kendi resmi anlayışını uygulamak isteyen egemen sınıflar, hem bu
cemaatlerle mücadele etmek hem de bunlarla işbirliği yapmak zorundadır.
Cemaatler de şimdiye kadar emperyalizm ve devletle işbirliği için kapılarını
her zaman açık tutmuşlardır.
Cemaatler bir tür esnaf
hareketi, devlete ve düzene karşı sağdan bir tür esnaf muhalefeti olarak ortaya
çıkmışlardı. Bunlar 1990’lı yıllardan itibaren holding haline geldiler ve bu
niteliklerini kaybettiler. Şu anda da muhalefette değil iktidardalar. Bu
sınıfsal değişim cemaatleri sol harekete, sendikal harekete, genel olarak
demokratik hareketlere karşı daha düşman hale getirmekte, emperyalizme ve
düzene daha çok bağlamaktadır. Örneğin AKP’nin Kürt meselesinde bir yandan
çözüm süreci derken, aynı anda tek millet, tek bayrak, tek devlet tekerlemesine
sarılması, sadece MHP tabanından oy kapmak için değildir. Bu söylem aynı
zamanda İslami sermayenin Kürdistan’a yönelik sömürgeci niyetlerden
kaynaklanmaktadır.
Cemaatler hem
holdingleşip iktidar oldular hem de her türlü pisliğin içine battılar.
Dolayısıyla henüz dışa vurulmuyor olsa da, dindar kitle nezdinde değerlerini
yitirdiler. Şu anda dini alanda bir muhalefet, muhalif bir örgüt boşluğu
var. Önümüzdeki süreç içinde AKP’nin
etekleri altında gelişen ve Ortadoğu’da, Arap ülkelerinde tabanını genişleten,
“radikal”, “selefi” diye isimlendirilen anlayışın, Türkiye’de de ayrı bir örgüt ve hareket olarak ortaya
çıkması kuvvetle muhtemeldir.
Bu
önemli tespitlerin ve açıklamaların için çok çok teşekkür...
Ben de teşekkür
ediyorum...
*
Osman
Tiftikçi, 1960’lardan günümüze
TÜRKİYE’DE İSLAMİ HAREKET
( Resmi İslam, cemaatler, tevhidi
hareket), Ceylan Yayınları, İstanbul 2014.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder