Sait Çetinoğlu
Trakya’dan seçilen Rum mebuslar, savaş
sonrasındaki meclis toplantılarında bu durumu meclise taşırlar, ancak bir sonuç
elde edemezler: 11 Aralık 1918'de, Tekfurdağı Mebusu
Dimistoklis ve Çatalca Mebusu Tokinidis Efendiler, Ayvalık, Edirne ve Çatalca
bölgelerinden zorla yaptırılan göçler konusunda da sayılar bildirmişlerdir.
Buna göre Edirne ve Çatalca bölgesinde, evleri ve mallan yağmalanan ve zorla
Yunanistan’a göçe zorlanan Rumların sayısı 300 bindir. Ayrıca bölgede çeteler
katliamlar düzenlemişlerdir. Dilekçe sahipleri bölgedeki Ermenilerin de
katledildiklerini aktardıktan sonra, yapılan katliamları, Masakar Blanc/massacre
blanc olarak tanımlamışlardır. Toplam kayıp 500 bin olarak bildirilmiştir… Efkalidis
Efendi, olaylar üzerine Talât Paşaya başvurduklarında,Talat’ın kendilerine, Biz Türkiye'den kat'iyyen memnun değiliz,
biz Venizelos'un fırkasına mensubuz. Yunanistan'a gideceğiz... Niçin bize
müsade etmiyorsunuz?, biçimindeki
ifadelerin yer aldığı telgraflar gösterdiğini aktarır. Bundan daha da
önemlisi, milletvekili olmasına rağmen kendi malı mülkü de yağma edilmiştir. Mallarını geri istediğinde ise, yörede kurulmuş
komisyona başvurup hakkını orada aramaya yönlendirilmiştir. Dimistokli
Efendi Tüm bu kıyımların İttihat ve terakki Hükümetinin Balkan Savaşı sonrası
sistemli olarak gündeme soktuğu Türkleştirme polikasının parçası olduğunu
söylemiştir. [1] Operasyon’un başarısından dolayı bölge
idarecileri ödüllendirilir; Edirne Valisi Hacı Adil Bey [Arda] Osmanlı Meclisi
başkanlığına, Tekfurdağı Mutasarrıfı Zekeriya Zihni Bey [Baj] Edirne Valiliğine
terfi ettirilmiştir. Bu şahsiyetler 19151 Soykırım sürecinin aktörleri olarak
Patrik Zaven’in exterminators listesinde yer alırlar.
Ege ve Trakya’daki Etnik temizlik üzerine tartışmalar “12 Aralık meclis
oturumunda da devam etmiştir. Tartışmalara katılan Ermeni Mebus Nalbantyan
Efendi, bu temizlik operasyonu ile Ermeni Kırımı arasındaki paralelliğe dikkati
çekmiş; gerçi Türkler tekrar tekrar
yapılan zulümlerin, eylemlerin aleyhinde olabilirler, fakat yapılan mezalim
Türkler namına yapılmıştır, demiştir. Eylemler 1913 yılından itibaren
izlenen sistemli politikaların sonucudur ve Türk
hâkimiyetini sağlamak" adına yapılmıştır. Dolayısıyla Türklerin
kolektif sorumluluğu söz konusudur[2]
Nalbandyan, iki dönemdeki iki süreç
arasındaki benzetmesinde haklıdır.
Teşkilât-ı Mahsusa, bağlılık ve sadakatleri daima şüphe ile
karşıladığı Türklerden gayri ırk ve
milletlerin ekseriyet teşkil ettikleri yerlerde aldığı tedbirlerle, hükümetin
görünürdeki kuvvetlerinin başaramayacağı hizmetleri
görmüştür. İç Düşmana , yani
İmparatorluğun gayrimüslim unsurlarına yönelik eylemler, örnekler de görüldüğü gibi I. Dünya Savaşı öncesi başlamıştır. Trakya ve
Ege'deki Rum nüfusun terörle sürülmesi, milli
iktisat politikasının parçası olarak mallarına el konulması… Gibi genel bir
planın parçası olarak Ege ve Trakya’da hayata geçirilen bu etnik temizlik planı başarılar ışığında gözden geçirilerek daha büyük
ölçeklisi tarihi Ermenistan’a uygulanarak, etnik
temizlik Soykırıma taşınmıştır.
Ege ile ilgili
bir çalışmada uygulanan bu sistematik terör ve Türkleştirme politikası
ayrıntılı olarak incelenir[3]:
Operasyonun iktisadi boyutu
çerçevesinde Milli İktisat adı verilen yeni bir ekonomik politikanın
uygulanmasına da başlanıldı. Balkan Savaşı sırasında başlayan Yunan mallarına
boykot hareketi, imparatorluğun en ücra köyündeki Rum bakkalına kadar
genişletildi.
Her şeyden önce, iktisadi yönden güçlenmiş Rumları
çökertmek, yıkmak gerekiyordu. İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba demiryolları
boyunca sıralanan istasyonlardaki bakkalların hepsi Rumdu. Köy, kasaba ve
ilçelerdeki bakkal ve ticarethanelerin de tamamına yakını Rumların elindeydi.
Geriye kalanları Yahudi ve Ermeniler işletiyorlardı. Türkler ancak büyük
ilçelerde ve şehirlerde güçsüz bir biçimde iktisadi varlıklarını sürdürmeye
çalışıyorlardı.
İşte boykot hareketi bu şartlar altında başlatıldı ve
ilk ağızda gerçekten başarılı sonuçlar alındı. Görünüşte, bu hareketin
hükümetle hiçbir ilgisi yoktu. Avrupa’ya karşı halkın bir tepkisi olarak
gösterilmek isteniyordu. Dışarıya karşı böyle bir hava yaratılmaya
çalışılırken, İttihat ve Terakki, Rumlarla Yunanlıların çoğunlukta bulunduğu
bölgelerde, örgütleri aracılığıyla “Türk’ün Türk’ten alışverişi” ve “Rum, Yunan
tüccarlarıyla her türlü ilişkinin kesilmesi” düşüncesini
halka yayıyordu. Türk halkı, Balkan Savaşları’nın etkisiyle boykot hareketini
tutmuş, elinden geldiği ölçüde desteklemeye başlamıştı.
İttihat ve Terakki, bu
kadarıyla Rum ve Yunanlıların iktisadi güçlerinin kırılmayacağını biliyordu.
Bu hareketi birtakım mali ve ticari kurumlarla desteklemezlerse boykot bir
süre sonra başarısızlıkla sonuçlanacaktı. Çünkü ortaya şöyle bir sorun
çıkıyordu: Türk halkı ve köylüsü, Rumlarla Yunanlıları boykot ettiğine göre,
alışverişlerini, ticari ilişkilerini kimlerle yapacaktı? İhracat Rumların,
Yunanlıların, öteki azınlıkların, levantenlerin, Fransız, İtalyan, İngiliz ve
Amerikan uyrukluların elinde bulunuyordu Ege’de. Bunların karşısına Türk
tüccarıyla Türk ticaret kurumlarıyla çıkmak gerekiyordu. Yoksa, boykot duygusal
bir hareket olmaktan öteye geçemeyecekti. Uzun bir süre sonunda yapılanlar
unutulup heyecan kaybolunca, Türk halkının iliğini kemiğini sömüren eski düzen
yine egemen olacaktı. Böylece boykot hareketiyle birlikte, İttihat ve
Terakki bir Türk burjuvazisi yaratmak için çaba göstermeye başladı. Ege’ye
özgü bankalar ve kooperatifler kuruldu. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasından
sonra yabancı uyrukluların yürüttükleri işler Türklere devredildi…Rumların ve
Yunan uyrukluların bir bölümü, boykottan sonra Ege Bölgesi’nden ayrılmak
zorunda kaldılar. Balkan Savaşlarıyla aklı başına gelir gibi olan Osmanlı
ülkesinde bundan
böyle eskisi gibi kolaylıkla tatlı kârlar elde demeyeceklerini anlamışlardı.
Yine de boykot, Ege’de Rum ve Yunan
nüfusunda önemli bir azalma meydana getirmediği gibi, ekonomik güçlerini de
geniş ölçüde etkilemedi. Çünkü, Türk ticari ve mali kurumlan daha yeni yeni
filizlenmekteydi. Tam anlamıyla etkili olabilmeleri için yıllar gerekliydi…
Tıpkı boykot hareketinde olduğu
gibi, tehcirde de hükümet, resmen eylemin içinde değildi. Tehcir, yani
göç ettirme hareketi Batı Anadolu’daki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
örgütleriyle Teşkilatı Mahsusa tarafından el altından yönetilmekteydi. Çeşitli
yollardan Rumlar rahatsız ediliyor, yapılan baskılarla göçe zorlanıyorlardı.
Teşkilatı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey’in emrindeki Türk çeteleri;
özellikle Söke dolaylarında Yunanistan’a ait Sisam Adası’yla sıkı ilişkileri
bulunan Rum köylerine baskınlar yapıyorlardı…Tehciri
Ege’de merkezi İzmir’de bulunan 4. Kolordu Kumandanı Pertev (Demirhan) Paşa,
bu Kolordunun Kurmay Başkam Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa ile İttihat
ve Terakki’nin İzmir Kâtibi Mes’ulü Mahmut Celal (Bayar) Bey yürütmekle
görevlendirilmişlerdi. İlk ağızda yüz binden fazla Rum, Yunanistan’a gitmiş
ya da Anadolu içlerine sürülmüştü. Bu işlem gelişigüzel yapılmamıştı. Yunan
Adaları’na yakın kıyı şeridindeki Rumlarla, Türkleri azınlıkta bıraktıkları
bölgelerde oturanlar göçe zorlanmıştı. Bergama, Foça, Çeşme ve Karaburun
Rumları göç ettirilenlerin başında geliyorlardı. Siyasal nedenlerle İzmir
içindeki Rumlara dokunulmamıştı. İzmir fazla göz önündeydi. Büyük devletlerin
konsolosluklarının bulunduğu bir şehirde göç ettirme işlemine girişmek
sakıncalı bulunmuştu.
Aslında tek bir Rum'a bile açıkça “Yunanistan’a
git” denilmiyordu. Yalnızca o güne dek görmedikleri birtakım angarya ve
yükümlerle Rumların rahatları kaçırılıyor, tedirgin ediliyorlardı. Eli silah
tutan Rum gençleri, Amele Taburları adı altında toplanıyor; bunlar yol, orman
ve yapı işlerinde çalıştırılıyorlardı…Amele Taburları’yla Rumlar, kontrol
altına alınmış oluyorlardı. Angaryaya dayanamayan Rumlar, sonunda birer ikişer
ya da toplu halde Yunanistan’a kaçtılar, göç ettiler…29
Ekim 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girince tehcir yeniden başlatıldı. Bu kez
kaçan kaçıyor, kaçamayan kıyıdan 500 kilometre içerilere sürülüyordu.
Tehcir sırasında Ayvalık[4]
iki bölüme ayrıldı. 1914 yılının Mayısından itibaren uygulanmaya başlayan göç
işlemi, İzmir bölgesinde sayılan Araplar Deresi’ne kadar olan kesimde
başarıyla uygulanmıştı. Araplar Deresi’nin kuzeyindeki Ayvalık ve Yunda (Ali
Bey) Adası Rumları, türlü nedenlerle ilk göç ettirme hareketinin dışında
kaldılar.
Ayvalık ve çevresinde tehcir hareketi
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar aralıklarla devam etmesine rağmen, yine
de Rumlardan tam olarak temizlenememiştir. Ayvalık’a sırf bu sorunla ilgili
olarak Talat ve Liman von Sanders Paşalar da gelmişlerdir. 5.
Ordu Kumandanı Liman von Sanders, Türk hükümetine verdiği bir raporda, “Yunanlılar
göç ettirilmedikçe, ordunun güvenliğini sağlama sorumluluğunu üzerine alamayacağını”
bildirmişti. Yorgo Sakkaris Sanders’in “bu gavurları hala denize atamaya
muktedir olamadılar mı?[5]
Diyerek tehcirin bir an önce başlamasını istediğini kaydeder. 1914 Mart ayında
Arap Deresi güneyindeki Rumlar; Balıkesir, Kepsut, Susurluk ve sındırgı gibi
Türklerin çoğunlukta oldukları bölgelere gönderilmişlerdi.
Tehcirler savaş boyunca devam ettirilerek Ege ‘deki kalan Rum nüfus ölüm
yolculuklarında yok edilmeye çalışılır. 1917 tehcirleri ile ilgili geniş bir belge
arşivi bulunmaktadır
Bursa Metropoliti Dorotheos’ un Muhtırası
24 Nisan 1917
Bir kaç günden beri
burada yayılan haberlere göre, bir çok başka yerlerde olduğu gibi,
Ayvalık’tan da çocuk ve kadınları ile beraber acımasızca tehcir edilen
soydaşlarımızın buralara yerleşeceği veya başka söylentilere göre Bilecik veya
Yeni-Şehir istikametine gönderilerek orada iskan edileceği haberi dolaşıyordu.
Anlaşıldığı kadar, tehcirin ve naklin yetkililikler tarafından mümkün olduğu
kadar sesiz yapıldığından, pek bilgi
alınmamasına rağmen bugün bir Rum askerden bana doğrudan bilgi vererek bir çok
Ayvalıklı ailenin buradan bir saat mesafesinde Bileciğe gönderilip çadırlarda
feci halde konaklandığını ve benden ölmemeleri için ekmek gönderme çağrısı
yaptıklarını bildirdiler. Bu haberi aldığım zaman hemen Sayın Vali ve öbür yetkilileri aradım ve
bunun üzerine hemen ekmeğin hazırlanıp gönderilmesi için emirler verildiğini
tespit etmeme rağmen bunun gerçekleştirildiğini bilmiyorum. Bu sebepten Sayın
Validen kendim şahsen zavallı Hristiyanların konaklanma yerine gitmek için izin
istedim ve Sayın Vali serbest olduğumu
söyledi.
Evvelden yazdığım gibi,
geçenlerde açlık ve
cefalar yüzünden feci ve korkunç durumda makamıma gelen 25 erkek,
kadın ve çocuklardan ağlayarak inanılmayacak geçirdiklerini anlatılar. Sürgün
Vayion (Paskalyadan evvelki Pazar) günü başlayıp bütün Büyük Hafta boyunca
devam etti ve Aziz ve Büyük Cuma günü genel bir şekilde yayıldı. Sürgüne
yollanalar 50-55 kişilik gruplar şeklinde hiç bir şey almaları yasaklanarak
yalnız elbiseleri ile yollara döküldüler... şimdiye kadar 180 ölü sayıyorlar...
Bursa Metropoliti Dorotheos’ un Muhtırası
1 Mayıs 1917
Buraya peyderpey varan muhacir Ayvalıklı kardeşlerimiz
için geçen ayın 24’sinde yazdığım muhtıranın devamında, Büyük Kiliseye
geçenlerde şahsen Bursa ovasında Platanya mevkilisinde buradan bir saat
mesafede çadırlarda konaklanan muhacirlere yapıtlığım ziyaret için bildirmek
istiyorum.
Feci durumlarını anlatmaya teşebbüs etmeyip yalnız bu
zavallı varlıkların görüntülerinin merhamet dileyen karmakarışık büyük ve küçük
yürüyen iskeletlerin olduğunu yazmak istiyorum.
Bu 2500 zavallı mahlukların beni hıçkırıklar ve
ağlaşmalar ile teselli bulmak için boş umutlar içinde nasıl karşıladıklarını
anlatmam mümkün değildir.
42 gün boyunca yayan yürüyen bu grup Yeni-Şehir'e ve
varmak için bir çok gün daha yayan yürümeye mahkûmdur. Bu zavallılara 2 bin
kuruş dağıtım ama bu yardım okyanusa bir damla atmak gibidir. Bana bu bulundukları mevkiinde kalmalarına ve
eğer bu mümkün değilse, bitkin ve çok yorgun olduklarından yürümek kuvvetleri
olmadığından burada biraz kalmaları için
yalvardılar. Maalesef Vali bir kaç gün için İstanbul'da olduğundan onun
temsilcisi Defterdardan yalnız bir kaç gün erteleme alabildik. Yolda çektikleri
çileler inanılmaz olup 180 kişi yollarda ölüp hendeklere atıldılar ve bazıları
yollarda yarı ölü bırakıldı, doğum veren kadınlar ısız yollarda bebeklerini
bırakıp sürülen konvoyları korkunç jandarmalardan acımasızca dayak yememek için
zorla takip etmeye çalışıyorlardı. Şahsım ırkımıza karşı yapılan bu gibi dehşet
dolu sürgünleri görmek talihsizliğini geçmişte yaşamamıştım, ama bu duygusuz
cellatların bu derecede sert davranışı
ve tulumunu hiç bir zaman görmedim. Sürülenlere yaşam yakından geçtikleri yaşam
yerlerine girip kendi paraları ile yiyecek almaları bile yasaklanmaktadır. Bu
durum yetkili makamlara söylendiğinde aldığımız cevap “bunu başakları
düşünsünler” idi. Tarafımızdan sürülenlere kişi başına 100 gram ekmek
yollanması için çaba sarf edildi ama bu ekmekler küf ve unun kötü durumundan
yenilmez durumdaydı. Evvelde sözü geçen ovada konaklayan grup 500-600
ailelerden oluşmaktadır. Ama her gün yeni guruplar varmakta ve söylediklerine
göre takiben gelenler daha çok olup 10-12 kişiye varmaktadır. Geçenlerde
yazdığım gibi bunlar kafilelerle nakil olmakta son gurup vatanlarını
Paskalyadan bir hafta sonra son kafile terk etmiştir. Ulubat yöresinde buradan
iki saat uzaklığında bulunan Tahtalı ve Yıalaıcak köylerinde kalıcı olarak
150-200 aile çok yoksul durumda iskan etmişlerdir. Bunlar her gün buraya sadaka
almak ve ekmek almak için yayan gelmektedirler. Metropolitliğiz elinden geldiğini yapmakta olup, ama bu
derecede yaygın sefalet için imkanlarımız yetmemektedir. Bu arz ettiğim sebeplerden, evvelki
muhtıramda söylediğim gibi, kardeşlerimizin karşı bulundukları facia ve
sefaletleri Büyük Kiliseden yardım dileyip olanları bildirmek vazifesini
yapıyoruz. Sürülünler her gün ölmektedirler.
Sözümü söyledim ve
konuştum ve arzınızda saygılarımla duruyorum.
Yunanistan Dış İşleri Bakanlığına varış tarihi 17/2/1917
Gönderiliş tarihi 2/2/1917
Protokol Numarası . 1737
Istanbul Yunanistan Elçiliği
Posta ile gönderilmiştir
Haldias Metropoliti Giresun Rum halkının trajik durumu hakkında şunları
yazmaktadır. Trabzon'un Ruslar tarafından işgali sonrasında Giresun sancağına
on binlerce Türk muhacirleri gelip Rum köylerini yağma edip arkalarında
kolera ve tifo bırakarak gittiler.
Trabzon valisinin eylemi sonrasında Giresun Rumlarına kovalanması
başlayıp bilhassa zengin Rumların tevkif edilmesi ve sürgüne gönderilmesi
başlamıştır. Çok sayıda Alman subaylarının kont Sholeburg komutası altına
varması ile şehirlerde sürgünlere biraz
ara vermekle beraber köylerde Hristiyanlara saldırıların artmasına sebep
olmuştur. Genel Kurmay tarafından Rumların Karadeniz sahillerden uzaklaştırılma
kararı alındığı zaman bu Trabzon valisi ve onun yardımcıları tarafından en kötü
şekilde uygulandı. Adı geçen Alman kont Metropolite Alman Elçisinin telgrafını
açıklayarak sürgüne gönderilenlerin kalacak yerlerini kendilerinin
seçebilecekleri, ne istediklerini beraber alabileceklerini ve mal mülklerinin
dokunulmayacağını bildirdi. Bu telgrafa ve üçüncü ordu komutanının
teminatlarına rağmen tehcir en feci
şekilde 24 saat içinde sürülenlere
hiçbir yardım verilmeyerek, hiç bir
yiyecek, elbise ve taşıyıcı hayvanlarını almayarak, şiddetli
yağmur altına yapıldı. Sürülenler çok güçlü jandarma denetimi
altında korkunç soğuk hava şartları altında geçeleri açık sahalarda geçirdiler.
Hiç bir mekanda Metropolit ile irtibat kurulmasına izin verilmedi. Sürülen
Rumların yerlerinden ayrılmasından sonra evleri ve servetleri Türk memurlar ve halk tarafından yağma edildi. Boşaltılan köylerin
sayısı 38 olup toplam nüfus 28 bindir. Bu nüfusun yaşayabilmesi ayda 600 lira
masraf gerekmektedir. Giresun Rum cemaati elinden gelenleri yapmasına rağmen
dıştan yardım gerekmektedir.
İstanbul'da
Yunanistan Kraliyet Elçiliği fon eksiliğinden yardım gönderme imkanından
yoksundur. Her ne halde verilecek yardım gereken masraf seviyesinden
yetersizdir. Eğer Kraliyet Yunanistan
hükümeti önemli miktarda yardım gönderemiyorsa belki Amerika'daki Yunanlılara
yardım çağrısı yapılıp Trakya’da, Küçük Asya’da ve Karadeniz’de badireler ve
sefalet içinde bulunan binlerce soydaşlarını
yardımsız bırakmazlar. Aynı
zamanda İzmir Genel Konsolosluğu çevresindeki muhacirler için para yardımı
istemektedir ve Kraliyet Dışişleri Bakanlığına telgraf göndererek yardım
istediğini bildirmemi dilemektedir.
Samsun yardımcı Konsolosu mektupla irtibatın yasaklanması sebebinden
buraya gelip durumu anlatacaktır. Olayları Alman, Avusturya ve Amerikan
Elçilerine bildirdim.
Kalergis
----------------------------------------------------------------------------------
YUNANİSTAN KRALİYET ELÇİLİĞİ İstanbul 21/4/1917
Protokol Numarası : 548
Sayın Bakan,
Giresun civarında
Rum nüfusun sürülmesi olaylarını evvelki 119 sayılı ve 24 Ocak telgrafımla
bildirmiştim aynı konuda 3 Şubat yazımla aynı konu hakkında Kraliyet Dış İşleri
Bakanlığına bilgiler göndermiştim. Şu
anda size bu yerin Rum nüfusun akıbeti hakkında altı rapor yolluyorum. Aralık
1916' dan Şubat 1917 sonu ayları arası seksen sekiz Rum köyü boşaltılıp yakılmıştır
(çoğu tamamen bazıları kısmen). Otuz bin
soydaşlarımız bunların büyük kısmı kadın, çocuk ve yaşlı olup yanlarına beraber
hiç bir şey almadan, kar kış zamanında
Ankara vilayetinin köylerine sert soğuk hava şartları, hastalıkların
yaygın durumu altında ve ilaçlardan mahzur durumunda sürülmüşlerdir. Bu halkın
¼ ölmüştür (çoğunluğu çocuk).
Bütün yaşam vasıtalarından yoksun olduğundan dolayı kalan 3/4 halk da mezara doğru yol alacaktır..
Bu sürgünlerin
vesilesi Amasya Metropolitinin doğruladığı bilgilere göre sayısı 300 geçmeyen asker kaçağıdır. Tabii ki
Türk Hükümetinin görevi bu asker kaçaklarını kovalayıp ve şiddetle cezalandırmasıdır. Ama binlerce mahvolan Rum köylülerin ve yakılan köylerinin günahı
nedir? Devletin güvenliği bir bahane olup, her
zamanki bilinen bahane, bunun arkasında yine çok zamandan beri kararlaştırılan
Rum unsurunun imha edilme planı olup ve
bu yapılanlar Ermenilere yapılanların
aynısıdır .
İmza
Kalergis
Bir yabancı çalışmada Ege ve Trakya operasyonları
sonucunda oluşan tabloyu sunar: “Teşkilat-ı Mahsusa’nın
içlerinden birçoğunu ülke dışına sürgün eden bir terör saldırısına da maruz
kalan Rum ve Ermeni girişimcileri idi. Sırf batı kıyı bölgesinden, 130.000 Rum
Yunanistan’a göçtü. Bunların şirketleri yeni Müslüman girişimcilere verildi.”[6] Araştırmacı burada 130.000 sayısını vermektedir. Ancak hiçbir acının
istatistiklere konu olamayacağını aklımızdan çıkarmamamız gerekir...
[1] Taner Akçam, İnsan Hakları…s 192-194
[2] Taner Akçam, İnsan Hakları…s 194
[4] 1914 yılında Ayvalık’ın ekonomik,
toplumsal ve kültürel durumu şöyleydi: Kasabada 22 zeytinyağı
fabrikası, 1 pirina fabrikası, 15 büyük sabunhane, 6 un değirmeni, çoğu buharla
çalışan 80 debbağhane vardı. Bunlardan başka Ayvalık’ta 6 eczane, 20 doktor, 10
avukat bulunuyordu. 30 bini aşkın nüfus, 5.500 binada yaşamaktaydı. Sayısı 500’e varan ticarethanesiyle Ayvalık;
işlek, hareketli bir beldeydi. Nüfusun tamamına yakını Rum olduğu gibi,
fabrikalar ve öteki işyerleri de onlara aitti. Yunan harfleriyle kitap, dergi
ve gazete basan iki matbaa faaliyetteydi. Bu matbaalarda Kirikıs adlı
günlük bir gazete ile Eolikos Astir adlı on beş günlük bir dergi
yayımlanıyordu.
[5] Yorgo Sakkaris
KİDONİE'nin TARİHİ. Yayınlayan Faydalı Kitapları Yayınlama Cemiyeti (Atina)
1920. Liman von Sandres'in söyleyişi sayfa 210'da
[6] Erik Jan Zürcher, Modern Türkiye’nin Tarihi,
Çev. Y.S. Gönen, letişim, 2006. s 184
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder