Sait Çetinoğlu
“Teşkilat-ı Mahsusa Osmanlının son dönemi
ve devamındaki cumhuriyet rejiminde,
azınlıkları yada
kendinden saymadıkları halk topluluklarını ve ulusları etnik temizlikten
soykırıma varan cinayetlerin ve katliamların organizasyonunu 30 binin
üstünde bir güçle yöneten bir kadrodur.
Bu kadro, askeri ve sivil bürokrasinin de üstünde yer alır ve aydınlardan bürokrasiye
din adamına ve yerel unsurlara kadar uzanan geniş bir yelpazeden devşirilen
elemanlardan oluşturulan bir cinayet şebekesi ve bir katil sürüsüdür.
Yaptıklarından dolayı hiçbir şekilde cezalandırılmayan ve soykırıma varan
katliamları maddi ve manevi ödüllendirilen bu kadrolar kurucu ve
yöneticileri olarak cumhuriyet vitrininde yer alırlar.
Teşkilat-ı Mahsusa aynı zamanda zihniyettir ve bu zihniyet İttihat ve
Terakki’den (1. Jöntürk) Kemalizm’e (2. Jöntürk) günümüze uzanır.”
Teşkilat-ı
Mahsusa (TM) hakkında resmi tarih ve tarihçiler, teşkilatın bir istihbarat
örgütü olduğunu Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında zorunluluktan kaynaklı bir
örgütlenme olduğu ve zorunluluktan dolayı operasyonel yetki verildiği söylemi
etrafında bir efsane örülür. Dahili operasyonlarından söz edilmez ve
reddedilir. 1915 Soykırım süreci ile ilişkilendirilmesine ise son derece tepki
gösterilir. Oysa teşkilatın içindeki Galip Vardar, teşkilatın ikili yapısı ve
ikili yüzüne şu sözleriyle işaret ederek: “Teşkîlât-ı Mahsûsa,
çok geniş tutulmuş bir teşkilâttı. Dahilî ve haricî siyâsete, harbin bütün
îcâblarına göre ayarlanacaktı. Kadrosu o kadar genişti ki, buraya bağlı çeteler,
çeteciler temin edilmişti. Bütün bu insanlar, ordunun vazifesini kolaylaştıracak
yolları açacak, düşmanı içinden, gerisinden vuracak ve birçok bilgiler
toplayacaktı burada hakim olan ruh, bir zamanlar Balkanlarda eşkıya takibinde
hasıl olan ruhun[1]
tamamen aynı idi. İttihat ve Terakki’nin erkanı, bütün ömürleri boyunca o
davaya sadık kalmışlardı.”[2] Sözleriyle TM’yı bu katil
sürüsünü yüceltir.
Bozarslan, TM’nın kuruluşu, rolünü ve işlevini şu cümlelerle özetlemiştir
“İmparatorluktan çıkış sürecinin son
yılları olan Cihan Harbi döneminde, çeteleşme olgusunun
en önemli örneğinin İttihat ve Terakki tarafından kurulan ve resmî askeri ve
sivil bürokrasinin üstünde bir yer alan Teşkilât-ı Mahsusa olduğunu
söyleyebiliriz. Ermeni soykırımında belirleyici rolü oynayan Teşkilât, hem
resmi bürokraside yer tutan, hem de bu bürokraside resmen yer almayan
şahıslardan oluşmaktaydı. Teşkilât içinde, Diyarbakır valisi Dr. Reşid’le
birlikte, Yakup Cemil gibi sicilleri devlet
adamlığını engelleyen kişiler ve ulemadan ve eşraftan -kişisel ve kolektif
biyografyaları henüz yazılmamış- çok sayıda kişinin yer aldığı anlaşılmaktadır.
Belli bir ölçüde modem dönemlerin memlûk sistemini oluşturan Teşkilât’ın
özellikle Balkan ve Kafkasya kökenli elemanları içerdiği yolunda da bazı
bilgiler de bulunmaktadır. Bir yandan devletin resmen uygulayamayacağı
icraatlarla yükümlü olan Teşkilât, diğer yandan Ermeni mallarının
yağmalanmasında önemli bir rol oynamakta, bu yolla da, çeteleşme ve kişisel
zenginleşme arasında bir bağ kurmaktaydı.[3]
TM’nın Kuruluşu
Teşkilat-ı
Mahsusa ile ilgili düzenli bir doküman yoktur. Teşkilatı Mahsusa ile ilgili
belgeler, 15 Eylül 1918’e doğru, Talat kabinesinin istifası sırasında Güvenlik
şefi Aziz Bey [Hüseyin Aziz Akyürek] tarafından hükümet arşivlerinden çıkarılmış
ve imha edilmiştir.[4] Biz
örgüte ilişkin bilgileri çeşitli anılar ve dağınık arşiv belgelerinden
toplamaktayız.
TM’nin, Harbiye
nezaretine bağlıyken Harbiye Nazın Enver Paşa tarafından denetlenen, örtülü
ödenekten özel bir bütçesi vardır.
Örgüt, fedai olarak çalışan subaylar vasıtasıyla iş görüyordu.[5]Bu
subayların bir kısmının ordu ile ilişkisi şeklen
kesilmiş bulunuyordu ancak sıkı bir disiplin ve hiyerarşiye tabi idiler.
Örgütün Soykırım sürecinde Dahiliye nezaretine bağlanmasıyla Dahiliye
Nezaretinin örtülü ödeneğini
kullandığını söyleyebiliriz. Ancak yazışmalardan zaman zaman aynı anda her iki
bakanlığın örtülü ödeneğinin de kullanıldığını anlıyoruz.
Zira, TM’nin
askeri istihbarat bölümü Harbiye Nezareti’ne, sivil bölümü ise Dahiliye Nazın
Talât Paşa’ya karşı sorumlu idiler. Savaştan önce ve savaş sırasında TM,
gazetecileri, yazarları, hatipleri ve din adamlarını kullanarak, İttihatçı
karşıtlarına karşı yoğun bir propaganda yürütmüştür.[6]
İTC’nin Dünya
Savaşından önce bir devlet politikası olarak örgütlenmeye başlanan Büyük
Turan İmparatorluğunu kurma hayali Savaş
ile birlikte savaşın olanaklarıyla gerçekleşeceğine dair inanç İTC’ni bu amaçla
çalışacak bir örgütün organizasyonunun gerekliliğine de inandırmıştır. Teşkilât-ı Mahsusa bu amaçla
kurulmuş olan gizli örgütün adıdır. Örgütün ne zaman ve nasıl kurulduğu
konusunda elimizde kesin bilgiler yoktur. Bunun nedeni örgüte ilişkin birçok
belgenin imha edilmiş olmasıdır. Örgütte önemli görevlerde bulunmuş Kusçubası
Eşref, örgütün 1911-1913 arasında kurulmuş olduğunu söyler. Çeşitli
anılarda örgütün 1914 Temmuz sonu Ağustos başında "yeniden"
kurulduğuna ilişkin bilgiler vardır. Takma ismi A. Mil olan Parti Sekreteri,
konuya ilişkin tartışmaların Balkan yenilgisi sonrası başladığını, kuruluşun
Temmuz 1914 sonlarında olduğunu söyler. Tevfik Bıyıkoğlu örgütün, 5 Ağustos 1914’te Harbiye Nazırı Enver
Paşa'nın gizli bir emriyle kurulduğunu bildirir. Kısaca eldeki bilgilerden
çıkartılabilecek sonuç şudur ki, 1911 ile birlikte, Enver Paşa etrafında bir
grup kendisini bu isimle adlandırmaya başlamıştır. [7]
Soykırımın Yüzüncü yıl çalışmaları
çerçevesinde değerlendirdiğimiz bir çalışmada; 2 Ağustos 1914’te ilan edilen
seferberlikten sonra Trablusgarp ve Balkan Harplerinden alman dersler istikametinde
acil tedbirler alma çerçevesinde TM
teşkilatlanmasının gerçekleştiğini “Dâhiliye Nâzın Talat Paşa’nın bilgileri dâhilinde, öncelikli olarak Kafkas
cephesinde, bir anlamda gayrinizami harp yürütmek üzere kadrosunu gönüllülerin
oluşturacağı birliklerin kurulması, şevki ve sair işlerini koordine etmek
üzere, teşkilat-ı mahsusa merkez-i
umûmisi teşkil edilir. Komisyonda Binbaşı Süleyman Askerî, Emniyet-i
Umûmiye Müdürü Aziz Bey [Hüseyin Aziz Akyürek], Dr. Nazım Bey ve Atıf Bey
[Kamçıl/Kambur Atıf] yer alırlar.[8] Orhan Koloğlu
kuruluş için 5 Ağustos 1913 tarihini verir ve komisyona Dr. Bahattin Şakir’i de
ekler. “Teşkilatın
üst düzey yönetici kadrosunda bazı ünlü isimler vardı: Yakup Cemil, Dr. Rusuhi,
Süvari Kaymakamı Hüsamettin (Ertürk), Eşref ve Hacı Sami Kuşçubaşı kardeşler,
Ömer Naci, Mümtaz, Yüzbaşı Rıza, Nuri Paşa (Mataracı), Eyüp Sabri (Akgöl),
Yusuf Şetvan, İzmitli Mümtaz.”[9]
Gibi şahsiyetleri sayar. Tevfik
Bıyıklıoğlu TM’nın kurulusunu 5 Ağustos 1913 tarihine çekmektedir.[10]
Bir başka çalışmada, Eşref Kuşçubaşı’na dayanılarak,
TM’nın 1911 ile 1913 arası bir tarihte gayriresmi olarak adlandırılmaya
başlandığını belirterek. Eşref Kuşçubaşı’nın “Teşkilat, ister Batı Trakya Geçici
Hükümeti, ister Fedai Zabıtan, ister Umur-u Şarkiye, ister Teşkilat-ı Mahsusa
ismini taşısın, lideri Enver Paşa’nın yönetiminde aynı tür faaliyette bulunan
aynı insanlardan oluştuktan sonra, bunun bir önemini yoktu.” Sözlerinin altı
çizilerek, TM’nın doğuşunu Enver’in Harbiye Nazırı ve Başkomutan vekili olmadan
önce kurduğu resmi olmayan örgütlere dayandığını söylenerek TM’nın İttihat ve
Terakki ile olduğu kadar silahlı kuvvetlerle de organik bağının olduğu
vurgulanır.[11]TM’nın
üst düzey görevlileri, harbiye Nazırıyla yakın ilişkilerinden kaynaklı
gücüyle ordu birliklerine Enver adına
emir de verebiliyorlardı. Aslında teşkilat Erver ile ordu komutanları arasında
özel, yarı resmi bir bağlantı oluşturuyordu.[12] Sözleri
de TM ile Enver arasında özel ilişkiyi belirtir.
Yapısı
TM’nın Ordu- Parti- Güvenlik üçgeninde
birbiriyle iç içe geçmiş, asker- sivil
arasında flu ve geçişli bir kadroya sahiptir. Sultan’ın özel bir
kararnamesi ile kurulduğu iddia edilse de
belgelerin imha edilmesinden dolayı bu kararnameye ulaşılamamıştır: “Hususi
bir irade-i şahane ile kurulduğu için bünyesi gereği gizli kaldı; bütçesi
Harbiye Nezareti tahsisat-ı mesture [örtülü ödenek] faslında idi...Ordunun çok
değerli kurmayları, yaşlı ve tecrübeli kumandanları, sivil kesimin fikir,
sanat ve edebiyat sahasından ve dini-manevi hayatın seçkin tanınmış
şahsiyetleri ve bu arada Türk milliyetçiliğinin kudret-i kuvvet gaye mihrakı
Türk Ocakları tam kadro halinde Teşkilatı Mahsusa safında idi,[13]Kısaca
toplumun her kesiminden insanlar TM içinde seferber edilmişlerdir.
TM kadrolarının
asıl nüvesi 3. Orduya mensup subaylardır. Bu bakımdan TM kadroları Harekat Ordusu ve Trablusgarp kadroları ile örtüşür. Özünün Enver’in
etrafındaki bu fedai subaylar topluluğunun Balkan savaşından sonra
reorganizasyonu olduğunu söylemek mümkün.
Bu Fedai grubu 1913’te gayrı resmi
olarak Teşkilât-ı Mahsusa diye nitelendiği biliniyor. “Örgüt bu ad altında 1914’te
resmileştirilmiş ve (o tarihte) Harbiye Nazırı olduğu için Enver’in doğrudan
denetimine verilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda bu örgütün hem ayrılıkçı
hareketlerin, bilhassa Arap eyaletlerindekilerin bastırılmasında ve hem de Batı
Anadolu’daki Rum işyerlerine karşı yapılan terör saldırılarında perde
arkasından önemli rolü”[14]
olduğu gibi, bu kadrolar 1918 sonrası milliyetçi hareket/milli mücadele
kadrolarının da taşıyıcılarıdır.[15]
Kaldı ki İTC ve TM kadrolarının uzun yıllara dayanan bir birlikteliği vardır; Aynı
dönem okula başlamışlar, aynı dönemde aynı görevleri paylaşmışlar aynı dönemde rütbe
alarak yükselmişlerdir.[16]
TM kadroları
Makedonya’da komitacılık çalışmaları,
Harekat Ordusu çerçevesi, Trablusgarp
ve II. Balkan Savaşı sırasında şekillenmeleri yanında asıl etnik temizlik deneyimlerini Savaş öncesi Ege ve Trakya pratiklerinde
kazanmışlar ve geliştirmişlerdir. Ermeni
Soykırımı sürecindeki en önemli kadrolar Ege ve Trakya pratiklerinde
devşirilmiştir: Mahzar Müfit Kansu, Dr. Reşid, İbrahim Bedrettin, Gn. Pertev
Demirhan, Sarı Edip Efe, Eşref
Kuşçubaşı… gibi.
Toynbee, Ege'den
Hıristiyanların yok edilmesi konusunda şu bilgileri aktarır; Batı Anadolu Rumlarına karşı Türklerin saldırıları
1914 baharında yoğunlaştı. Bütün Rum cemaatleri korku salınarak
yer-yurtlarmdan atıldı, evleri, toprakları ve sık sık da taşınır mallarına el
konuldu ve bu süreçte insanlar öldürüldü. Toynbee, (Kuşçubaşı'nın
anılarından habersiz), olayların
gelişimi bunun sistematik olduğunu gösteriyor, der. "Terör, sırayla bir bölgeden ötekine yöneldi ve yerel halk kadar
Rumeli göçmenlerinden de toplanan ve görünüşte düzenli Osmanlı jandarmasına
bağlı ’çete'ler eliyle yürütüldü. [17]
Toynbee’nin kısaca aktardığı bilgiler durumun vahametini anlatan ifadelerdir.
İttihat ve
Terakki'nin (İTC) başındakiler Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinin ardından
–İTC Paşa suikasti ile beraber muhalefeti yok etme şansına kavuşurlar- İktidara
el koyup, iktidarı tekellerine almalarından sonra Haziran ve Temmuz içinde
güdecekleri genel siyasanın ana çizgilerini tesbit etmişlerdir. Artık sorun
bunları hayata geçirmek meselesidir. Burada önemli bir köşe taşı Enver'in Paşa
olması ve Harbiye Nazırlığına atanmasıdır. 4 Ocak 1914'te gerçekleşen bu atama
ile özellikle ordunun (ve Teşkilât-ı Mahsusa'nın) yeniden örgütlenmesinde
büyük adımlar atılır. Anadolu'nun tümüne yönelik İttihatçı politikalar hayata
geçirilmeye başlanır,.. Teşkilât-ı Mahsusa örgütü bu dönemde kurulur
veya yeniden düzenlenir. O güne kadar parça bölük uygulamaya konan bazı
fikirler tek bir elden planlı olarak, hayata geçirilebilecektir.[18]
TM’nın Ege ve Trakya pratikleri Örgütün gelişimini ve kökleşmesini sağladığı
gibi Etnik temizlik ve Soykırım konusunda da engin deneyim kazandırmıştır.
“Kuşçubaşı Eşref, verdiği tarihe güvenmek
gerekirse, 23 Şubat 1914 tarihinde Harbiye Nezareti’nde Enver Paşa ile bir
görüşme yapar. Enver ülkenin içinde bulunduğu çöküş tablosunu çizdikten sonra,
tek çıkışın Türk ve İslam aleminin birliğini sağlamaktan geçtiğini söyler.
Ülke içindeki gayrimüslimler ise devletin devamından yana olmadıklarını ispat
etmiş bulunuyorlardı. Osmanlı Devletinin kurtuluşu onlara karşı alınacak
tedbirlere bağlıydı. Teşkilât-ı Mahsusa'nm görevi, hükümetin.... görünürdeki
kuvvetlerinin ve asayiş teşkilâtının kat'iyyen başaramayacağı hizmetleri
yerine getirmekti. Kuşçubaşı'nın sözleriyle, ilk vazife, SADlK’larla HAİN'leri birbirlerinden ayırmak idi[19]. Bu doğrultuda, büyük bir plan hazırlamıştık...”[20]
Teşkilât-ı Mahsusa'nın önde gelen ismi teşkilatın mucidinin amaçların
özetliyor.
İTC Ege'den gayri Türk unsurların temizlenmesine
ilişkin geniş planını yaygın bir kadro ile örgütleyerek gerçekleştirir. Bu plan çerçevesinde yok dilen Gayri Türk
unsurların sayısı çeşitli şahsiyetlere göre 150.000 ile 1.500.000 arasında
değişir. Ayrıca bu unsurların bütün mal varlıklarına el konulduğunu söylemeye
gerek yok. Çeşme’de her şeylerini
bırakarak bir hafta içinde 40.000 Rum tarihsel topraklarından buharlaşmıştır.[21]
Planın askeri boyutunun yanında İktisadi boyutu da vardır. Bu planının iktisadi
boyutunu yönetmek üzere özel olarak Bursa'dan getirilerek görevlendirilen 3.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, stratejik
noktalara kümelenmiş... gavri Türk yığınakların tasfiyesi sonucu,
sadece İzmir ve civarından 130 bin dolayında Rum'un zorla Yunanistan'a göç
ettirilmiş olduğunu aktarır. Celal Bayar tüm bu eylemleri, milli bir hareket olarak adlandırmaktadır.
Halil Menteşe, İzmir civarından sürülen Rumlar için 200 bin sayısını
vermektedir. Bu sayılar sadece Ege bölgesine ilişkindir. Trakya bölgesinden
sürülen Yunan nüfusu ise 1919 yılında, Meclis-i Mebusan görüşmelerinde, 300- 500
bin arasında verilmiştir.
Kuşçubaşı,
sadece 1914 içinde ve savaşın ilk aylarında,
Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan... Rum-Ermeni
nüfus(un), sürülen miktarının 1 milyon 150 bin olduğunu
söylemektedir. Böylece, değil sahip,
bekçi bile olmadığımız gâvur İzmir başta olmak üzere tüm Ege temizlenir. Kuşçubaşı tüm bu eylemleri fetih hareketi olarak tanımlar. 19
Haziran 1918 tarihinde İngiliz İstihbarat servislerince Fransız Harbiye
Vekaletine sunulan bir raporda, sürülen ve öldürülen Rumlara ilişkin verilen
sayılar, Kuşçubaşı'nın verdiği sayılara yakındır: Trakya ve Anadolu'dan gönderilen nüfus 1.5 milyonun üstündedir; bu
miktarın yarısı ya zor koşullar altında öldüler ya da katledildiler. Türk Memur
ve subaylar Hıristiyanların artık Türkiye'de
yaşamalarına izin verilmeyeceğini ve Rumların zorla Müslümanlaştırılacaklarını
çekinmeden ilan ediyorlar. Rumların Türklerce el konulan- emlâkinin değeri 5
milyar Frank’ın[22]
üzerindedir.[23]
Ege’deki
kovulmalar konusu ancak savaş sonrasında ilk defa Meclis'in 4 Kasım 1918 tarihli, 11.
Oturumunda ele alınmıştır. Ege’de etnik
temizlik ve ve ardından gelen 1915 sürecini vatandaşlara karşı cihad olarak niteleyen Aydın Mebusu Emanuil Emanuilidis
Efendi, "Hükümet-i Sabıkanın [eski hükümetin] icraatı hakkında” şimdiki
Hükümet'in açıklama yapması amacıyla bir soru önergesi vermiştir. Önergesinde
Ermeni Kırımı konusuna değinen Emanuel Efendi, Rum göçüne ilişkin; "Rum unsurlarından 250 bin nüfus,
hudud-u Osmani'den [Osmanlı sınırından]
tart edilerek [kovularak] malları
müsadere edilmiştir", ayrıca, "550 bin Rum nüfus daha, Karadeniz,
Çanakkale, Marmara ve Adalar denizleri sevahil [kıyıları] ve havalisinde ve
sair mahallerde kati ve imha edilmiş ve malları da zabt ve gasp edilmiştir.[24]
Çeşme Kaymakamı Hacim Muhittin
Bey’in zihniyeti bu konuda ilginçtir. Planın bir parçası olarak özel olarak
bölgeye atandığının ifadesidir: “Bizce en mühim anasır meselesi, Aydın
vilayetinin sahil kısmının çoğunlukta oturan Rumlar meselesi idi. Balkan Harbi
es nasında kazandığı kolay galibiyet neticesinde bir taraftan Drama’ya kadar
Makedonya’yı gasb etmiş olan Yunanlılar’ın bundan sonra artık Aydın vilayetini bilfiil işgale
başlayacaklarına şüphe yoktu. Adalar meselesinden dolayı kendileriyle ergeç
mücadeleye hazırlandığımız Rumlar’ında, Yunanistan Makedonyası’nda kalan ve
Osmanlı memleketlerine hicret etmek isteyen İslam ehaliye mukabil Yunanistan’la
mübadelesi esasına muvaffakat etmesi Yunan hükümetinden talep olundu.
Mösyö Venizelos, istikbale ait muzır niyetleri için bir mümanaat darbesi
teşkil eden bu teklifimize iltifat etmiyordu. Fakat o sıralarda Türk unsuru
arasında şiddetle hüküm sürmeğe başlayan milliyet cereyanı en ziyade Aydın
vilayeti dahilinde tesir etmeğe başlamış ve Yunanlılarla Sırplar’dan ve
Bulgarlar’dan gördükleri her nevi zulme tahammül edemeyerek en caniyane
işkencelere maruz kaldıktan sonra Osmanlı memleketlerine ilticaya mecbur olan
yüzbinlerce İslam muhaciri tarafından yerli Rumlar’a karşı bazı tecavüzlere
başlanmıştı … Yani tahkikat netice gösterdi ki,
Rumlar’a zulüm yapılmamış ve zulümden çok cam yanmış İslam muhacirlerinin
irtikab ettiği bazı tecavüzler, hükümet tarafından şiddetle menedilmiştir.
Nihayet Venizelos, Talat Bey’in noktai nazarını kabul ederek Aydın vilayetinin
sahil kısımlarındaki Rumlar’ın Yunanistan’a ve Makedonya İslam ahalisinden
arzu edenlerin de Aydın vilayetine nakledilmesi ve menkul mallarına eskisi
gibi tasarruf etmek üzere, gayrimenkul mallarının mübadeleye tabi tutulması
esası dairesinde müzakerata başlamağı kabul etmişti.”[25] Olayların boyutu nedeniyle Yunanistan
tarafından sorunun mübadele ile
çözülmesi önerilmektedir.
Hacım Muhittin Bey’in oğlu, babasının uyguladığı terörü nakleder, Hacım bey bu
uygulamalarıyla bölge Rumlarını sindirmiş ve pratikleriyle de övünmektedir.
“[O]n bin Türk’ün kırk bin Rum üzerinde egemenlik kurarak onları
sindirmelerini de daima sitayişle [övünçle] anlatmıştır. Gerçekten on bin
Çeşme Türk’ü kırk bin Rum üzerinde hakimiyet kurmuştur. Bunun sonucunda Balkan
Savaşında, Sakız ve diğer Ege adalarında Yunanlı 26 ların saldırıları sürerken, Çeşme Rumları
kıpırdamaya ve başkaldırmaya cesaret edememişlerdir. Bunda kaymakam Hacim
Bey’in cesur ve bilgili idaresinin de payı olduğunu kabul etmek gerekir
sanırım. Kaymakam, daha başlangıçta harbin devletler arasında olduğunu, aynı
topraklarda yaşayan toplulukları ilgilendirmeyeceğini belirtmiş ve bir olay
vukuunda çoktan yani Rumlardan çok, azdan yani Türkler- den de az kayıp
olacağını hatırlatmayı ihmal etmemiştir. Balkan Harbinden sonra da Rumların İzmir (Klozomen)
yarımadasından Yunanistan’a göçünü hızlandırmak için yıldırma hareketlerine
tevessül etmekten çekinmemiştir. Rum manastır ve kiliselerinin, sorumluluğu
sarhoş palikaryalara atılarak yakılması gibi. Karadağdaki fener bekçisinin
öldürülmesi gibi. Çeşme’ye
çok yakın olan Urla’da ise Rumlarla Türkler arasında farklı bir ilişki mevcuttu.
Çok saldırgan, hatta şirret olan Rumlar çoğu devecilikle geçinen sakin tabiatlı
Türkler üzerinde gerçek bir hakimiyet kurmuşlardı. Bu durumu savaş da
değiştirememişti. Hükümet, Rumlar saldırganlıkta çok ileri gittiklerinde
Kızıldağ, bu günki Çatalkaya, yörüklerini Urla’ya indirir ve Rumları
sindirirdi. Belki garip bir idare tarzı ama gerçek.” [26] Özel görevli Hacım
Muhittin Bey,
bölgede terör kaynaklarından biridir.[27]
Bölgeye Hacim Bey’den sonra gelen Hilmi
Uran tasfiye ve etnik temizliğin boyutunu ortaya serer. Hatıratında Çeşme ve
çevresindeki terör olaylarına özel bir
yer ayırır:
ÇEŞME kaymakamlığında işe başladığım
günlerde artık Balkan Harbi de sona
ermiş bulunuyordu: harbi 'kaybetmiştik. Hemen ardından Osmanlılık camiasında bir çöküntü
başlamıştı. Ordularımızın ricatini geniş ve acıklı bir hicret akını takib etmekte
ve bir Türk - İslâm muhacereti, daha çok İstanbul üzerinden sel gibi
Anadolu’ya akmakta idi… Bu büyük bozgunun ve bir sefalet akım halinde devam
eden muhaceretin Anadolu’da ilk tepkisi Çeşme’de Rumlar arasında olmuş, çok
ihtiyatlı bir kaç Rum ailesinin durup dururken adalara gitmeyi isabetli bir
hareket bularak Çeşme’den ayrılması bütün Çeşme Rumları arasında şiddetli bir
korku yaratmış ve birkaç gün içinde Çeşme ve mülhakatında başlıyan bir Rum
muhacereti derhal her tarafa yayılarak artık önüne geçilemez bir hal almıştı… Biz Çeşme’de Sakız
adasıyla karşı karşıya idik. Mahallî kayıkların Rumları ilk Sakız’a götürmesi
üzerine oradan derhal muhtelif Çeşme iskelelerine kayıklar gönderilmiş ve bu
da, bir nevi kucak açma kabilinden olarak, Rum muhaceretini teşvik etmişti.
Bütün ilçe Rumları, artık birkaç gün içinde Çeşme’den olduğu gibi, kendilerine
en yakın ve en münasip iskele olarak seçtikleri, Köste’den, Aşağı Çiftlikten, Agrilya’dan,
Reisdere'den ve ıldır’dan Sakız’a gitmeye başlamışlardı. Sonradan bazı Yunan
vapurları da gelmiş ve taşımaya yardım etmişti. Bununla beraber, pek çok
Rumlar, iskelelerde günlerce vasıta beklemişler ve bugünleri bazıları
evlerinde ve bazıları da hep bir arada toplu bulunmayı daha emniyetli telâkki
ederek, deniz kenarında, eşyaları üzerinde geçirmişlerdi. Rumlar beraberlerinde istedikleri kadar eşya
götürüyorlardı. Buna hiç mümaneat edilmemişti [engel olunmamıştı]. Hattâ bazı
Rumlar telâşla az eşya alarak çıktıkları evlerinden, iskelelerde kaldıkları
müddetçe, gidip gidip eşya getiriyorlar ve götürebileceklerine kani olduklarını
alıp götürüyorlardı. Çeşme’ye İslâm muhacirleri, Rum muhacereti başladıktan ve
artık önüne geçilemez bir hal aldıktan sonra getirilmiş ve Rumların terkedip
çıktıkları evlere yerleştirilmişti. Çeşme’de Rum muhaceretinin sebebi tamamiyle ruhidir. Bunu, Rumların
birdenbire mahiyetini bilmedikleri meçhul bir korkuya' kapılmış ve bilhassa
hayatları için herşeyden şüphe eder bir duruma düşmüş olmalarında aramalıdır. Onlar kısa zamanda bu korkuyu birbirlerine
aşılamışlardı. Çünkü hiç bir yerde hiç bir tazyika maruz kalmamışlardı. Hiç
.bir yerde hiç kimsenin evine en ufak bir tecavüz olmamıştı. Ne muhaceret başlamazdan
evvel, ne muhaceret devamınca kimsenin burnu dahi kanamamıştı. Ve hiç bir
kimseye yan gözle ve kötü gözle bakan olmamıştı; bu muhakkaktır. Nitekim bu muhaceret
birdenbire devletlerarası bir mesele ehemmiyetini de almış ve henüz muhaceretin
arkası alınmamış iken Çeşme’ye İstanbul’dan muhtelit bir tahkik heyeti
gelmişti. Bu heyet büyük devletlerin İstanbul sefaretleri baş tercümanlarından
terekküp ediyordu. Hükümet böyle bir tahkik arzusunu. memnunlukla kabul etmiş ve o vakit
Muhacirin Müdürü vazifesini görmekte bulunan Şükrü Kaya Beyi de bu heyetin
reisliğine tâyin etmişti. Heyet gelmiş, Çeşme’de bir çok Rum evlerini gezmiş,
bir çok Rumlarla görüşmüştü ve hiç bir evde ufak bir taarruz ve tecavüz
işareti bulamadığı gibi, hiç bir Rum da kendilerine şundan veya bundan tazyik
gördüklerini söylememişti. Gitmemeleri kalmaları tavsiyesini de
reddetmişlerdi. Hattâ bu baş tercümanlardan birisi, muhaceret için mutlaka bir
sebep bulmak istiyormuş olacak ki, bir aralık bana dönmüş ve sitemli bir
bakışla : “Biz vakıa bir şey bulamadık. Fakat kırkbin kişi de dua ile gitmez”
demişti. Evet, öyledir. Kırkbin kişi gerçi dua ile gitmezdi, buna inanmak
lâzımdı Fakat yine inanmak lâzım geliyordu ki, kuşkulu dimağlarda muhayyelenin
büyüttüğü mevhum bir can korkusu, işte böyle koca bir ilçe halkını yerinden
oynatabiliyor ve onları zaptecülemez, durdurulamaz hale getiriyordu. Çeşme’nin bir iki hafta içinde tamamen
çehresini değiştiriveren Rum Muhacereti işte böyle başlamış ve böyle
bitmişti.”[28] Hilmi Uran olayları ve
uygulanan terörü anlamazdan gelmektedir...
[1] O ruhu
Teşkilat-ı Mahsusa başkanlarından Halil (Kut) “Talebelik yıllarında Enver ve
Hafız Hakkı ile konuşurken Makedonya’dan bahseder, orada teşkilât
yapmanın ve çetelerle dövüşmenin hayallerini kurardık. İmparatorluğun başına
dert olan çeteleri yola getirmekle devlete karşı hizmet içinde olacağımıza inanıyor
ve daha sonraki ideallerimiz için de Makedonya’yı biçilmiş kaftan buluyorduk”
sözleriyle nakleder. O ruh savaş öncesi ve sonrasında Osmanlı coğrafyasını kan
gölüne çevirecektir.
[2] Galip Vardar, İttihad ve Terakki İçinde
Dönenler. Ed. S.N. Tansu, YZY yayınları, s 387-388
[3] Hamit Bozarslan, türkiyede devlet komitacılık
ve çetecilik konusunda birkaç hipotez Resmi Tarih Tartışmaları-1 Ed.
F.Başkaya, Özgür Ün. Kitaplığı 2005. S
181.
[4] Ternon, bir Soykırım Tarihi, haz. R. Zarakolu,
Belge, 2013 s 272
[5] Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923,
iletişim 2008 s 145
[6] Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923,
iletişim 2008 s 146
[7] Taner akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu,
İmge,2002, s 169-171
[8] Ahmet Tetik, Teşkilat-ı Mahsusa (Umur-ı
Şarkiyye Dairesi) Tarihi cilt I: 1914-1916, İşbankası Y. 2014, s 15
[9] Orhan Koloğlu, Curnalcilikten Teşkilat-ı
Mahsusa’ya Kırmızı Kedi Y. 2012 s 98
[10] Orhan Koloğlu, Curnalcilikten Teşkilat-ı
Mahsusa’ya Kırmızı Kedi Y. 2012 s 89
[12] Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, arma, 2003, s 62
[13] Kutay, Cemal (1983). Talat Paşa’nın
Gurbet Hatıraları. Cilt 3. İstanbul: Kültür. Sayfa 1491. Akt. Vahakn N. Dadrian, türk Kaynaklarında Ermeni
Soykırımı, tpolu Makaleler 2, Çev. Attila Tuygan Belge Y. 2005 s 80
[14] Erik Jan Zürcher Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev Y.S. Gönen,
İletişim.2002 s 162
[15] Bozarslan, miiliyetçi hareket/ milli mücadele dönemindeki
TM kalıntılarına da dikkat çeker: İstiklâl Harbi’nin
de, en azından 1921’e, yani Batı bölgesinde az-çok merkezî bir ordunun
kurulmasına kadar, çetecilik temelinde geliştiğini görmekteyiz: İstiklâl
Harbi çeteciliği, büyük bir ölçüde bürokrasi ile eşanlamlı olarak kabul edilen
“okumuşlar katmanını” hor gören plebyen bir niteliğe sahibdi. Subay kökenli
İttihatçılıkla ihtilaflı ilişkilerin oluşmasına yol açan bu plebyenlik, aynı
zamanda da, asker eşraf ve ulema kökenli Birinci Cihan Harbi dönemi
İttihatçılığını devam ettirmekteydi. Bu dönemdeki çete üyelerinin de büyük bir
kısmının devlete oranla nispi bir özerkliğe sahip olan ve “cemiyet”ten,
özellikle de eşraftan ve ulemadan gelen simalarla güçlenen Teşkilât-ı Mahsusa’dan
geldikleri, devleti devlete rağmen kurtarma programını devam ettirdikleri
söylenebilir. Bu anlamda, çetecilik, belli bir oranda, kendini, Cihan Harbi
İttihatçılığının ya zihnî ya da de organik devamı olarak algılamaktaydı. Ne
var ki, kriz ve dağılma, İttihatçılığın uğradığı prestij kaybı, İstiklâl
Harbi’ni destekleyen Sovyetler Birliği’nin varlığı ve Üçüncü Enternasyonal
yoluyla yoğun bir propagandaya girişmiş olması... gibi faktörler, devletin ne
olduğu ya da ne olması gerektiği konularında çeteler arasında da ciddî yol
ayrımlarına yol açmıştı. Bu nedenle, Çerkez Ethem misalinin de gösterdiği gibi,
bazı çeteler kendilerini, sosyalizm, İslâmcılık ya da Türkçülük arasında
ihtilaflı sentezlerle meşrulaştırmışlardı. Hamit Bozarslan, türkiyede devlet
komitacılık ve çetecilik… s 182-183)
[16] Erik Jan Zürcher, Milli mücadelede
İttihatçılık, Çev. N. Salihoğlu, İletişim,2003 s 108
[17] Arnold J. Toynnbee, The Western Question in
Greece and Turkey NY 1970 s 36 dan akt Taner akçam, İnsan Hakları s 189
[18] Taner akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu,
İmge,2002, s 186
[19] Eşref Kuşçubaşı, anılarında bu toplantıların
Mayıs, Haziran ve Ağustos 1914 tarihlerinde de devam ettiğini söyler.
Toplantılara, İttihat ve Terakki Partisinin Anadolu'daki
"mutemet... değerli, fedakâr, vatansever unsurları" da "birer
vesile ile İstanbul'a çağrıl(arak) dahil edilmişlerdir. Önemli olan
bu toplantılardan, kabineye dahil bazı
zevatın bile malumatı olmamasıydı Cemal Kutay, Birinci Dünya… s 18’den
aktaran Taner Akçam, İnsan Hakları…s 187
[20]Cemal Kutay, Birinci Dünya harbinde Teşkilat-ı
Mahsusa ve Hayber’de Türk Cengi, 1964
s 18. Akt. Taner akçam, İnsan Hakları ve
Ermeni Sorunu, aynı yerde
[21] “evlerde götürülemeyip de Rumlar tarafından öylece bırakılan eşya da bir
müddet, evler gibi sahipsiz kalmıştı. Bu gibi sahipsiz eşya, hiç hırsızlık
olacağı akla bile gelmeksizin, evlere girilip almıyor ve götürülüyordu ve bunu
kimse gayri ahlâkî telâkki etmiyordu. Çünkü bu eşyaya âdeta mubah bir mal gözü
ile bakılır olmuştu. Hilmi Uran Hatıralarım, Ankara 1959, s 72
[22] 1 FF= 22.4 Os Lirası. 1914 yılı Omanlı Bütçesi
35.329.950 Os lirasıdır.
[23] Taner Akçam, İnsan Hakları…s 191-2
[24] Emanuil Emmanuilidis, Omanlı’nın son Günleri,
Belge, 2014
[25] Babam Hacim muhittin Çarıklı, Bir Kuvay-ı
milliyecinin yaşam Öyküsü, Turgut Çarıklı, haz. Y. Hakan Erdem, Boğaziçi
üniversitesi y. 2005 s 78-80
[26] Babam Hacim muhittin Çarıklı, Bir Kuvay-ı
milliyecinin yaşam Öyküsü, Turgut Çarıklı, haz. Y. Hakan Erdem, Boğaziçi
üniversitesi y. 2005, s 27
[27] Hacim Muhittin Bey’in Kemalist dönem görev
yerlerinden biri bir başka terör kaynağı İstiklal
Mahkemesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder