19 Mayıs 2021 Çarşamba

Kapitalizm – Devlet - Mafya…

 



Kapitalizm – Devlet - Mafya…

Fikret Başkaya

baskayafikret@gmail.com



“Kapitalizm yasal mafya, mafya da yasal olmayan kapitalizmdir”.

Dario Bötancourt- Maria Garcia

“Kapitalizm, egemen sınıf tarafından kanunileştirilmiş (yasalara bağlanmış) bir kanunsuzluktur”.

Al Capone (Amerikalı mafya lideri, milyoner)

“Devlet için kurşun atan da şereflidir, kurşun yiyen de şereflidir”.

Tansu Çiller (Eski başbakan)


Mafya lideri Sedat Peker’in yaptığı peş peşe açıklamalar, ‘organize suç örgütü’ denilenleri yeniden gündeme taşıdı… Bu konudaki ‘tartışmalar’ hiçbir zaman sorunun kaynağına inmiyor, bir hamaset olmanın ötesine geçemiyor… Amaç kitleleri aldatmak-oyalamak, sorunun üzerine gidiliyor izlenimi yaratmak… Dikkat edilirse, kamuoyu ‘skandaldan’ ancak mafyatik örgütler arasında bir sürtüşme, ya da Susurluk vakasında olduğu gibi, bir kaza sonucu haberdar olabiliyor. Oysa, mafyatik örgütler, kibarca ‘organize suç örgütü’ denilenler, arizî ve istisna değil. Doğrudan kapitalizmin mantığının ve işleyişinin ürünü…

Organize suç örgütü dendiğinde ekseri uyuşturucu, silah, kadın ticareti, organ ticareti, vb. akla geliyor. Oysa bu kadarı buzdağının görünen kısmı… Elbette ‘klasik mafya etkinliği – esrar, kokain, silah- önemsiz değil ama şimdilerde enerji ve ‘inşaat’ da mafyanın ilgi alanına daha çok girmiş bulunuyor… Aslında sorun doğrudan kapitalizmde mündemiç; zenginliğin bir hırsızlık olmasıyla ilgili… Lakin, kapitalist toplumda zenginlik tabudur. Kimse onu tartışmaya cüret etmez, edemez… Tabu, tanımı gereği yasaklanarak korunan demektir… Dokunanın elini yakar… Zenginliğin kaynağını sorun eden, servet düşmanı ilan edilir ve lanetlenir; sanki servet düşmanı olmak kötü bir şeymiş gibi… Tam tersine asıl kötü olan servet düşmanı olmamaktır…

Bu dünyada zengin olmanın bir tek yolu vardır: Başkasının emeğinin ürününe el koymak… Zira, bir insan ne kadar akıllı, yetenekli, becerikli, çalışkan olursa olsun, sadece kendi emeğiyle, kendi çabasıyla zengin olamaz… Elbette rahat bir yaşam sürebileceği imkânlara sahip olabilir ama asla zengin olamaz… Ünlü Amerikalı iş bitirici kapitalist Elon Musk’ın 2021 yılı itibariyle 191 milyar dolar serveti olduğu söyleniyor… (Tabii iş bitirici olmak da birilerinin ‘işini bitirmeden’ mümkün değildir)… Akıllara durgunluk veren bu servetin sahibi olan zat; ortalama insandan, mesela asgari ücrete talim eden bir işçiden 191 milyar kat zekâya, yeteneğe, beceriye, çalışkanlığa sahip olduğu için mi bunca servetin sahibi oldu? O insanüstü bir yaratık mıdır ki, akıllara durgunluk veren skandal servetin üstünde oturuyor?

Mülkiyet gasptır, zorla, şiddet ve hileyle topluluğa (kamuya, socium’a, herkese) ait olana özel şahıslar tarafından el konulan zenginliktir. Hukuka uygunluk, sorunun esasını angaje etmez,

şeylerin seyrini değiştirmez… Zira, yasal olan, haklı olan, adil olan demek değildir… Son tahlilde o yasaları yapanlar da, yaptıranlar da mülk sahibi sınıflar (büyük hırsızlar) olduğuna göre… Aslında özel mülkiyetin kural olduğu bir toplumda, hukuk adalete karşıdır… Doğal ve sosyal zenginliğin küçük bir azınlık tarafından gasp edildiği, geniş kesimlerin açlığa, yoksulluğa çaresizliğe, sefalete sürüklendiği bir toplumda adalet söyleminin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? O zaman kimin adaletinden söz edeceksiniz?

Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışıklığının da aşılması gerekir… Birincisi, mülkiyetten söz edildiğinde ‘özel mülkiyet’ kastedilmektedir; ikincisi, bir insanın ve ailesinin yaşamı için gerekli üretim, tüketim ve yaşam araçları “mülkiyet” tanımının dışındadır. Zira, bir arabaya sahip olmakla, o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir… Mülkiyet başkasının emeğini sömürmeye, başkasının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyaçlarını mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet değildir… Maalesef bu konuda büyük bir kafa karışıklığı söz konusu…

Hiç kimse sadece kendi çabasıyla zengin olamaz… Farz edelim ki, büyük bir sermaye gurubunun son derece yetenekli, çalışkan, işbitirici milyoner CEO’su (patronu) bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans eseri küçük bir ıssız adaya çıkmayı başardı… Dışarıyla bağ kurması imkânsız iken, kazazedemiz neleri ne kadar yapabilir? Neye ne kadar sahip olabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, vb. avlayarak, ya da yenilebilir bitki ve meyve toplayarak geçirebilir. Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını pişirerek yiyebilir. Ağaçlardan ve otlardan baraka yapabilir, belki ağaçlardan küçük bir sal yapabilir. Zamanla bazı bitkileri yetiştirmeyi öğrenebilir. Avlanabilirse, hayvan derisinden veya bitkilerden örtünecek bir şeyler yapabilir. Bir gün adadan kurtulma umuduyla, eşine ve çocuklarına veya sevgilisine hediye edeceği deniz kabukları biriktirebilir… Daha fazlasını yapması pek mümkün olmaz… Denize düşmeden önce istediği hemen her şeye sahip oluyor iken… Demek ki, bir insanın neye, nelere sahip olabileceği, bireysel emek ve yeteneğinden başka şeylere de tabidir… Sadece bireysel başarı sorunu değildir… Emeğin (çalışmanın) hangi koşullarda harcandığına bağlıdır…

Sadede gelirsek, zengin olmanın iki yolu vardır: Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edilmiş, emeğini satmadan yaşamını sürdürümez durumda olan, işçilerin (proleterlerin) emeğini sömürmek; ya da yasalara uygun olarak veya aykırı şekilde, üretilmiş zenginliğe el koymak… Zengin olmanın başkaca bir yolu yoktur… İşte mafya veya ‘kibarca’ organize suç örgütü grubuna girenler bu yolla servet sahibi olanlardır. Ama bunlar üretilmiş zenginliğe el koyan büyük kitlenin sadece küçük birer parçasıdırlar… Aslında, güya organize suç örgütlerinin üzerine gidilerek, daha doğrusu gidiliyormuş gibi yaparak, büyük hırsızlar korunur… Böylece sömürü düzeni meşrulaştırılır…

Merkez Bankasındaki 128 milyar doları mafya tarafından, organize suç örgütleri tarafından çalınmadı, gasp edilmedi… O iş ‘saygın, iş bitirici’ para babası, ‘etkili ve yetkili’ zevat tarafından kotarıldı… Bu 128 milyar dolar, şu anda irili-ufaklı ‘organize suç örgütü’ denilenler tarafından el konan zenginliğinin kaç katıdır? ‘Kara para’ aklamak, Vergi Cennetlerine servet kaçırmak ‘organize suç’ kategorisine giriyor mu? Ülkenin varını yoğunu yağmalayan, doğayı talan ve harap eden, Türkiye’nin en ‘yetenekli’ kapitalisti, Cengiz Holding’in sahibi Mehmet Cengiz, onca servetin üzerine nasıl konuyor? Yasalara uygun olarak değil mi? Herhalde

‘Kamu İhale Kanunu’nun AKP iktidarı döneminde neden 191 kere değiştirildiğini biliyorsunuzdur… İşte o yasa, yasalara uygun olarak değiştirildikçe, bütçenin, hazinenin ve doğanın yağması-talanı da yasalara uygun olarak devam ediyor… Hukukun, burjuva yasalarının aslında ne olduğu, kimlere, nasıl hizmet ettiği tartışma konusu yapılmıyor?

Kapitalist toplumda ‘organize suç örgütleriyle’ hiçbir zaman gerektiği gibi mücadele edilemez. Zira, organize suç örgütleriyle, devlet içindeki ‘etkin odaklar’ ve siyasetçiler arasında ‘çıkar ortaklığı’ ve geçirgenlik vardır… Devlet ve kapitalizm madalyonun iki yüzüdür. Biri olmadan diğeri olmaz… Susurluk’ta kaza eseri ortaya çıkan kirli ilişkiler için TBMM’de bir Araştırma Komisyonu kurulmuştu ama komisyon olayı araştıramadı… ‘Devletin yüksek çıkarları’, ‘devlet sırrı’ denilene tosladı… Eğer, sonuna kadar üzerine gidilebilseydi, Kutsal Devlet suçüstü yakalanacaktı… Bu iş komisyon kurmakla olacak bir şey değildir… İyi de komisyon neye yarıyor? Kitleleri aldatmaya- oyalamaya… O günün aktörleri bugün de sahnede değil mi?

Devlet de ‘devletin yüksek çıkarları’ adına suç işliyor… Bu amaçla bütçeden ‘örtülü işler’ için ‘örtülü ödenek’ ayrılıyor… Ne için? … Verili yasalara ve ahlaka aykırı, insanlık suçu kategorisine giren işler ‘kotarmak’ için… Mesela ‘faili meçhul cinayetlerden’ söz ediliyor… Binlerce, on binlerce faili meçhul cinayet olur mu? Kutsal devlet yaparsa niye olmasın; şeylerin adını da o cinayetlerin faili olan devletin ‘has adamları’ koyduğuna göre… İşte o alan, bildik ‘organize suç örgütleriyle’ devletin kesiştiği alandır… Kirli işler için kullanılan katiller bazen ‘özerkleşip’, başına buyruk ‘Organize Suç Örgütlerine’ dönüşebiliyorlar… Devletin ‘Yüksek Çıkarları’ o kadar yüksek ki, insanların o yüksekliğe çıkıp ‘olup biteni kendi gözleriyle görmeleri mümkün olmuyor…

Kapitalizm hızla çürüyor, çürüdükçe, her şeyi bir tsunami gibi kaplayıp, çürütüyor… Velhasıl şeyleri adıyla çağırmadan ve kapitalizmden vakitlice çıkmadan, yaşanabilir bir toplumsal düzen kurmak asla mümkün olmayacak… Kimse kendini aldatmasın…

22 Aralık 2020 Salı

Hegemonya kavramı...

Hegemonya kavramı...


Demir Bilgin

Kavramları tanımlamaya devam ediyorum. 

Hegemonya kavramı var. Üzerinde kısaca durmak istiyorum.

Hegemonia: Grekçe’dir. Hegemonya,  hegemoni,  etkinlik, üstünlük ve yöneticilik anlamına geliyor.

Bu kavram, Marksist gelenekte de önemli bir yer edinmiştir. Örnek olsun, bir: Lenin, 1905 burjuva-demokratik devriminde proletaryanın hegemonik rolünü vurgulamıştı.

İki: 1920'lerde Buharin, Sovyetler Birliği'nin "Yeni Ekonomik Politikası" nı (NEP), bir sınıf ittifakları sisteminde proletaryanın hegemonyası olarak algıladı: "işçi sınıfı ve köylülük diktatörlüğü".

Daha sonraları, İtalyan Komünist lider Antonio Gramsci, bu hegemonya kavramını, Buharin'den devraldı. 

Gramsci, "Güney İtalya Sorunu" (1926) makalesinde: Proletaryanın hegemonyasını, işçi devletinin toplumsal temeli olarak tanımlar: işçi sınıfı, ancak "köylülerin rızasını almayı başarırsa" toplumda yönetici ve önder sınıf olabilir. 

Sonuç olarak hegemonya, "belirli bir denge uzlaşmasının kurulması üzerinde hegemonyanın uygulandığı grupların çıkarlarını ve eğilimlerini hesaba katmayı" öngörür.

Gramsci'de hegemonya kavramı, Marksist devlet anlayışının radikal bir genişlemesine de açılıyor. Devlet, sadece bir zorlayıcı aygıt ya da  bir sınıf diktatörlüğü değildir. Devlet, aynı zamanda burjuvazinin diğer sosyal sınıflar üzerindeki entellektüel ve ahlaki hegemonyasını sağlayan "hegemonik aygıtlardan" (kilise, okullar, gazeteler vb.) oluşur. 

Hegemonik aygıtlar aracılığıyla burjuvazi, kendi politikalarına bağlılığı ve rızayı sağlar. Böylelikle Gramsci, Batı Avrupa'da kapitalizme yönelik kurumsallaşmış halk desteğinin bir analizini açar ( Bu konu, hâkim komünist gelenekte sistematik olarak kaçınılmış bir konudur).

Gramsci'nin bakış açısına göre; entellektüeller, hegemonya için araçlar ve "üstyapının görevlileri" olarak merkezi bir rol oynarlar: Entellektüeller, bileşik bir sosyal güç bloğunda çimento görevi görürler.

Egemen sınıf, yalnızca aşırı bir hegemonik kriz durumunda, kendisini devletin zorlayıcı aygıtı etrafında örgütler, otoriter "çözümler" bulur:  Diktatörlük, Faşizm vb...
Kaynakça: - P. Anderson: «The Antinomies of Antonio Gramsci»
Puig in Scotoni:  "Hegemony and Revolution in Antonio Gramsci"

19 Temmuz 2020 Pazar

Bir yorum: Suriye’de ”seçimler.”






Bir yorum: Suriye’de ”seçimler.”

Demir Bilgin
demir.bilgin@yahoo.dk

Suriye’de bugün (19 Temmuz 2020) 250 üyelik Halk Meclisi için “seçimler” yapılıyor. Resmi Suriye haberlerine göre, 15 seçim bölgesinden, 1656 aday var. Seçimlere Baas Partisi ile İlerici Vatan Cephesi katılıyor.

Seçimler, 9 yıldır Suriye’ye dayatılan savaş altında yapılıyor. Bu 9 yılda, Suriye toprakların önemli bir bölümünü jihadistlere, Amerika ve Türkiye’ye kaptırmış bulunmaktadır. Bu işgal edilen bölgelerde seçim ve seçilme olanağı zaten yoktur. Bu işgal edilmiş bölgelerde, şeriat ve Recep nizamı vardır. Bu, bir.

İki: Suriye’de önemli bir kilit sorun var: Kürtler / Kürt Sorunu. Yapılacak “seçimler” bu kilit sorunun dışında kalıyor.

Üç: Suriye, 9 yıldır, dış politikasını kaybetmiş bulunmaktadır. Şu anki Suriye’nin dış politikası, Rusya’ya / Putin’e terkedilmiştir.

İşte Suriye’de, Halk Meclisi Seçimleri(!) böylesi bir ortamda yapılıyor.

Peki böylesi bir ortamda “seçim” yapılır mı?

Cevaplanması gereken soru budur.

Böylesi bir Suriye’de “seçim” yapmak, yalnız Suriye’de yaşayan halklara değil, tüm bölge ve dünya halklarıyla alay etmek demektir.

Suriye’de seçim mi, yapılmak isteniyor?

El-Cevabı şudur: Suriye’yi iç ve dış işgalcilerden kurtarmak için harekete geçmektir.

Bunun dışında yapılacak tüm seçimler, ülkenin işgaline seyirci kalmak ve razı olmak oluyor.

16 Temmuz 2020 Perşembe

15 Temmuz 2016: Recep Fetullah Gülen...







15 Temmuz 2016: Recep Fetullah Gülen...


Demir Bilgin

demir.bilgin@yahoo.dk

Recep Fetullah Gülen ya da Fetullah Recep Erdoğan. İkisi de birdir. Her ikisi de şeriatçıdır. BirisiTürkiye’de, iktidarda. Diğeri dışarda, Amerika’da.

Recep Fetullah Gülen, her ikisi şeriatçı bir nizam kurmak için el-ele vermiş ilkel selefi insanlardır.

Recep, iktidara oturunca, aralarında şeriat nizamını paylaşamama kavgası patlak veriyor. İktidarı elinde tutan Recep, elindeki tüm imkanları kullanarak, Fetullah’a cihat açıyor. 

Bu da doğaldır, zira islamın özünde ve tarihinde bu vardır: İktidar kavgası. Nizamı başkalarıyla paylaşmama kavgası vardır. Gelenektir.

Gelenektir, Hazreti Muhammed’ten bu yana devam eden bir gelenek.

Hazreti Muhammed’ten bu yana, hiçbir halife kendi eceliyle ölmemiştir. Birbirlerini öldürerek / düşürerek iktidara gelmişlerdir.

Gelenek devam ediyor. Gelenek Türkiye’de devam ediyor.

Recep Fetullah Gülen şeriat kavgası budur. Bu anlamda, Recep, Fetullah Gülen’dir. Fetullah, Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu, birinci noktadır.

İki: Türkiye’de, Recep Fetullah arasındaki şeriat kavgalarında birini tutmak, insanlık adına gerçekten utanç vericidir. Hele hele adları solcuya çıkan bazı insanların, Recep’in safında yer almaları gerçekten tiksinti vericidir.

Üç: Şeratçılar, islami şeytani insanlardır. İktidara gelmek için, her türden ve renkten insanları kullanırlar ve kullanmışlardır. Örnek olsun, İran. Humeyni, başta TUDEH (İran Komünist Partisi) ve diğer solcuları kullanarak iktidara gelmeyi başarmış ve İran’da cübbeli şeriat nizamını tesis etmiştir.

Türkiye’de de, Recep, solcuları, bazı solcu aydınları ve Kürtleri kullanarak iktidara oturmuştur.

Yazımı bitiriyorum.

Recep ile Fetullah arasında fark yoktur. Recep, Fetullah Gülen’dir. Fetullah, Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Türkiye’de, ilerici harekette, en büyük günah, her iki şeriatçı arasında fark olduğunu söylemektir.

Türkiye’de mücadelemiz, hem Recep Fetullah şeriatçılarına karşı mücadele, hem de iki şeriatçı arasında fark vardır diyenlere karşı mücadele oluyor.

2 Temmuz 2020 Perşembe

Marksizm nedir, bir ideoloji midir?




Demir Bilgin

demir.bilgin@yahoo.dk

Bilimsel fikirleri, fikirler sistemini tanımlamaya devam ediyorum. Marksizm nedir? Marksizm bir ideoloji midir? Sorusunu sorarak yazıma başlıyorum.

El-Cevabım, kısa, açık ve net olacaktır.

Karl Marks’ın fikir ve yöntemlerine dayanan sosyal teoriye, fikirler sistemine, Marksizm diyoruz.

Marksizm siyaset, ekonomi ve tarih bilimidir. Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından kuruldu.


Bu fikirler nedir?


Bir: Diyalektik materyalizm.

İki: Tarihin evrim teorileri.

Üç: Kapitalizmin temel yapıları, burjuva devrimlerin analizi gibi bir felsefe, bir fikir sistemi.

Bilim, pedagoji, sınıf çelişkileri, savaş, sanat, din ve kültüre dair her şeyi kapsayan sosyal teori.


A) Bilim teorisi.

B) Tarih felsefesi.

C) Kapitalizmin kapsamlı analizi ve eleştirisi.

D) Sınıfsız toplum. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması.

Marksizm adlandırılan bu fikirler, Marks’ın kitaplarında mevcuttur.


Komünizme dair en temel fikirler ise, 1848’de, F.Engels ile, Komünist Manifesto’da yazıldı.

Bu dinamiksel anlamda, Marksizm bir ideoloji değil, eyleme rehber olan bir fikirler sistemi, bir sosyal teori oluyor.


İdeoloji ile teoriyi birbirine karıştırmamak gerekir. İdeoloji, teori değildir. Teori de, ideoloji değildir.

İdeoloji, altını çiziyorum, kilitlenmiş toplu fikir ve bakışlardır. Bu, şu demektir:

Var olanı olduğu gibi savunmaktır. Var olan fikirler ise, sorgulanmaz, değişmez ve doğrudur. Bu fikirleri olduğu gibi kabül etmek ve eyleme geçirmek gerekiyor.

Teori ise, var olan gerçekleri anlamak, açıklamak ve bunun doğrultusunda hareket etmektir.

Nasıl bir tavır ve hareket edileceğinin rehberi, teori oluyor.

Var olan durum, realite nedir ve bunların birbirlerine nasıl bağlı olduğunu açıklamak, teori oluyor.

Marksizm, bu bağlamda, bir ideoloji değil, eyleme rehber olan ve sürekli geliştirilmesi gereken bir sosyal teori ve fikirler sistemidir.

Unutmamak gerekiyor, Marksizm bir ideoloji olsaydı, Leninizm olmazdı.


Soru - cevap yazımı bitiriyorum.


Bizlere ters öğretilen fikirleri düzeltmeye devam edeceğim...

20 Haziran 2020 Cumartesi

Afrin İşgali üzerine birkaç not...


Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com


Mart 2018’de, Rojeva / Afrin işgali ile başlayan soykırım, yağma, tecavüz, katliam,asimilasyon ve tehcir iki yıldır devam ediyor. En son 16 yaşında Kürd kız çocuğu Melek Nebih Halil kaçırıldıktan sonra tecavüz edilip öldürüldü. Yine, Afrin kent merkezinde bulunan hapishanede, işkence, tecavüz ve öldürme had safhadadır. Bu ve buna benzer olaylar aralıksız bir şekilde devam ediyor.

Ne yazık ki, Putin, 2018’de, Rusya’nın Afrin üzerindeki hava sahasını Receb’e açıp, Afrin’deki işgal ve katliamı açık bir şekilde onaylamış oldu. Aralıksız bir şekilde ve içerisinde zehirli gaz bulunan bombardıman uçakları ile, Afrin yakıp yıkıldı. İnsanların, bombalardan kaçıp, evlerini, barklarını bırakıp tehcir edilmesine vesile oldu. 200 binden fazla insan, başka bölgelere göç etmek zorunda kaldı.

İşgalci Türk güçleri ve buna bağlı islami jihadist kiralık katiller sürüsü, Afrin’de her şeyi tahrip ettiler. Yok ettiler. Tarihi eserler tahrip edildi, Antik eserler çalındı. Afrin’in zeytinleri ve tüm yer üstü kaynakları yağmalandı. Yağmalanıyor. Bu birinci noktadır.

İki: İşgal ile birlikte, Afrin’i Kuzay Halep bölgesinden ayıran bir beton duvar inşa edildi. Duvar şeridi boyunca “İşgali Gözetleme Kuleleri” kuruldu.

Üç: İşgal ile birlikte ilan edilen Şeriat Nizamı ve bu nizama hizmet verecek “Şeriat Medreseleri” kuruldu. Kurulan medreselere, Afrinde ölen Türk asker ve subayların isimleri verildi.

Medreselerde, Türkçe eğitim verilmekte ve Türk bayrağı dalgalanmaktadır.

Dört:
Afrin’deki tüm köy ve beldeler, saha ve bulvarların isimleri, Türk isimleri ile değiştirildi.

Beş:
Afrin’deki, resmi dairelerde kullanılmak için, “Tc İşgal Kimlik Kartları” çıkarmak zorunlu hale getirildi. Bu karta sahip olmayanlar Afrin’de hiç bir hakka sahip bulunmamaktadır.

Evet...Şu anki Afrin, özetle budur.

Afrin, klasik sömürgecilikten daha beter bir şekilde, dünya gözleri önünde, Tc tarafından işgal edildi; işgal edilmesine izin verildi.

İşgal, iki yıldır en barbar yöntemlerle devam ediyor.

Parantez açıyorum.

A) Suriye, Afrin’i işgalden kurtaracağını, defalarca kez bildirmesine rağmen, Rusya / Putin’in müdahalesi nedeniyle, bu gerçekleşmedi.

B) Suriye, Afrin’den önce, İdlip’i, işgalci Türk güçleri ve buna bağlı islami jihadist kiralık katiller sürüsünden temizlemeye kalkıştı. yine, Rusya / Putin’in engeline takılmış oldu. Olmadı. Afrin yetmedi. Putin, İdlip’i de Receb’e verdi.

Parantezi kapatıyor ve notlarımı şu sonuçla bitiriyorum:

Genelde Rojeva’dan, özelde Afrin’den katliam, tecavüz, ve soykırım haberleri vermek, bunları sosyal medyalarda paylaşmak hiçbir şey ifade etmez ve var olan fiili işgali ortadan kaldırmaz.

Artık vakit kaybetmeksizin, işgale karşı birleşmek ve Afrin’i işgalden kurtarmak gerekiyor.


11 Şubat 2020 Salı

“Sınıf Mücadelesi” aslında nedir?




Fikret Başkaya

İyi bilinen şey, tam da iyi bilindiği için, aslında bilinir değildir. Bilgi sürecinde kişinin kendisini ve başkalarını yanlış yönlendirmesinin en yaygın yöntemi, bir şeyin iyi bilindiğini farz edip o şekilde kabul etmektir”.
Georg W.F. HEGEL

Hegel’den hareketle, ‘bildiğimizi sandıklarımız ’ gerçek durumla ne kadar ‘örtüşüyor?’ sorusu akla gelmelidir… Mesela İşte ‘sınıf mücadelesi’ aslında nedir? ‘İlkel Komün’ün’ sona ermesiyle başlayan sınıflı toplumlar çağı, tartışmasız sınıf mücadeleleri çağıydı… Boşuna ‘Komünist Manifesto’da, “Bu güne kadarki tüm toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemştir…

Sınıf mücadelesi dendiğinde ekseri, işçi sınıfının ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, vb. için yürüttüğü mücadeleler akla gelir… Elbette işçi sınıfının bir ‘ücretli kölelik’ düzeni olan kapitalizme, sermaye sahibi olan sınıfa karşı yürüttüğü mücadele tartışmasız bir sınıf mücadelesidir… İyi de hepsi ondan mı ibarettir? Sınıf mücadelesinin başka biçimleri yok mudur? Burada bir parantez açarak, İşçi sınıfının yürüttüğü mücadelenin ‘sınırına’ dair bir şeyler söyleyelim… Burjuva düzeni dahilinde yürütülen mücadeleler sonunda elde edilen kazanımlar: işte ücret artışı, vb. nihai kazanımlar değildir.. Her an geri alınabilir ve alınabiliyor… Kaldı ki, öyle bir söylem olsa da, 'burjuva demokrasisi' diye şey de yoktur, mümkün de değildir. Zira, kapitalizm ve demokrasi antinomik kavramlardır. Biri olursa diğeri olmaz... Demokrasi insanlar arasında politik, ekonomik ve sosyal eşitliği varsayar ve bunlar arasındaki tamamlayıcılık ve karşılıklı belirleyicilik ilişkisi hayatî öneme sahiptir... Bu yüzden demokrasi ve kapitalizm yan yana getirilmesi uygun olmayan kavramlardır. Zira, kapitalizm böler, kutuplaştırır ve dışlar. Oysa demokrasi her türlü hiyerarşiyi ve ayrımcılığı reddeder...

Öyle bir kabûl, mülk sahibi sınıf olan burjuvazinin kendiliğinden demokrat olabileceği anlamına gelir. … Bu, sosyal kazanımlar için olduğu gibi, politik kazanımlar için de öyledir… Başka türlü söylersek, ‘burjuva demokrasisi’ diye bir şey yoktur ve asla mümkün de değildir… Esasen ‘burjuva demokrasisi’ denilen, işçi sınıfı başta olmak üzere, ezilen-sömürülen sınıfların burjuva düzeninden kopardıkları sınırlı hakların ve özgürlüklerin toplamından ibarettir… Aksi halde bu ‘burjuvazinin kendiliğinden demokrasi yanlısı olduğu’ anlamanı gelir ki, öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır… Koşullar oluştuğunda egemen sınıflar tarafından her an geri alınabiliyor… Nitekim, XX yüzyılın ilk yarısında, esas itibariyle de II. Emperyalist Savaş sonrası üç on yıllık dönemin kazanımları, ‘sosyal devlet’, neoliberal gericiliğin dayatıldığı 1980 sonrasında bir bir aşındırıldı… Benzer bir durum politik, demokratik haklar için de geçerlidir…

Köle isyanları, ulusal kurtuluş için yürütülen mücadeleler de sınıf mücadelesidir… Santo Doningo’da [bu günkü Haiti] Toussaint L’Ouverture önderliğinde Fransız kolonyalizmine karşı yürütülen Siyah Kölelerin isyanı bir sınıf mücadelesi değil miydi? Fransızların defedilmesi sadece Haiti’de değil, tüm Orta ve Güney Amerika’da [Latin Amerika] şeylerin seyrini değiştirmişti… Kıt’a da köleciliğin lağvedilmesiyle sonuçlanmıştı… Amerika kıt’asının ilk devrimiydi… İrlandalıların İngiliz Kolonyalizmine ve köleleştirme saldırısına karşı mücadelesi de bir sınıf mücadelesiydi. İkinci Dünya Savaşı ertesinde sömürge haklarının ulusal bağımsızlıkları için yürüttükleri mücadeleler de bir sınıf mücadelesiydi… Cezayir halkının Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttüğü mücadele, tartışmasız bir sınıf mücadelesiydi… Çinde Mao Zedong önderliğinde Japon kolonyalizmine karşı yürütülen şanlı mücadele bir sınıf mücadelesi değil miydi?... Elbette hepsi bundan ibaret değil… Güney Afrika’da Nelson Mandela önderliğinde Siyahların Irkçı [Apartheid] rejime karşı yürüttüğü mücadele, aynı şekilde ABD’de ırk ayrımcılığına karşı mücadele de öyle… Türkiye’de Kürtlerin yürüttüğü özgürlük ve haysiyet mücadelesi de bal gibi sınıf mücadelesidir… Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir… F. Engels, boşuna: “Her türlü sağlam ve özgür gelişmenin temel koşulu, ulusal kölelikten kurtulmaktır’ dememiştir… Aynı şekilde L. Troçki de, bu konuda şöyle diyordu: “ Son derece ezilmiş bir milliyetin üzerinde milli bilincin doğmaya başlaması, o ulusun sadece politik emperyalizme karşı değil, aynı zamanda kültürel emperyalizme karşı da kurtuluş bayrağını dalgalandırmaya başlaması, o ulusun kendi insanlık onurunun bilincine varma yolunda attığı önemli bir ilk adımdır ve bu insanlık için muazzam bir gelişme anlamına gelir”.

Bir ulusun, bir halkın özgürlüğü, haysiyeti, onuru için yürüttüğü mücadele tartışmasız bir sınıf mücadelesidir. ‘Ulusal’ [politik] bağımsızlığın’ kazanılması gereklidir, olmazsa olmazdır ama yeterli değildir… Ekonomik bağımsızlığın kazanılması da gerekir ki, öyle bir şey kapitalizm dahilinde mümkün değildir… Zira, kapitalizmi demek, sadece ‘bir sınıfın başka bir sınıf aleyhine zenginleşmesi’ demek değildir, aynı zamanda bir ulusun başka bir ulus aleyhine zenginleşmesi’ de demektir ki, bundan politik bir sonuç çıkarmak mümkündür: Küresel bir sistem olan kapitalizme karşı enternasyonal planda mücadelenin gerekliliği… Eğer, sadece politik bağımsızlık düzeyinde kalınırsa, neokolonyalizm [yeni sömürgecilik] kaçınılmazdır… Şimdilerde olduğu gibi…

Kadınların kendilerine dayatılan erkek merkezli, ayrımcılığa, Patriyarka’ya, aşağılanmaya karşı yürüttükleri mücadele, feminist mücadeleler de bir sınıf mücadelesidir… Aynı şekilde doğal yaşam alanlarını yok eden, güzel gezegeninizi yaşanmaz bir yer haline getiren kapitalist yağma ve talana, ekolojik yıkıma karşı mücadele de bir sınıf mücadelesidir… Sınıf mücadelesini sadece ‘işçi sınıfı mücadelesine’ indirgeyen yaklaşıma hapsolmak, kapitalizmi aşma, yeni bir şey yapma amacını zaafa uğratıyor… Bütün mesele son tahlilde aynı ortak amaca endeksli bu mücadelelerin bütünlüğünü, bunların uygun bir eklemlenmesini gerçekleştirme basiretini ortaya koyabilmekle ilgilidir…

Esasen, sözünü ettiğim tüm bu mücadele biçimlerinin ortak paydasında – veya hepsini yatay kesen- haysiyet mücadelesi vardır. ‘Eşitlenme’, ‘tanınma’, ‘hak ettiği saygıyı görme’ ‘sömürü, baskı aşağılanmadan kurtulma’ amacı ve haklı isteği vardır… Fakat şimdilerde her zamankinden farklı bir şey var: Ufukta insanlığın ve uygarlığın sonunu getirebilecek emareler beliriyor… Vakitlice müdahale edilmezse, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir… Velhasıl, sadece haysiyetli insanlar olarak yaşamak için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak için de sorumlu insanlar olduğumuzu kanıtlamak, o amaçla da gereğini yapmak zorunda olduğumuz bir zamandayız…