27 Ağustos 2015 Perşembe

Receb'e karşı, tek cephe!





Demir Bilgin

Türkiye'de, 1 Kasım 2015'te, tekrari seçimler yapılıyor. Tekrari seçimler, Receb'in saltanatını ilan edip etmeyeceğinin son seçimidir.  Recep, kan, daha kan  dökerek, döktüğü kanlardan oy alacağını sanarak, tekrari seçim istedi. Bizler de, bu tekrari seçime karşılık, Receb'e karşı, tek cephede olmalıyız. Tek cephede, Receb'e geçit yok, demeliyiz. 1 Kasım 2015 seçimlerinin ana halkası budur. Bu ana halkadan kalkarak, Receb'in son ”zayıf halkasını” kırmalıyız! Receb'e karşı tek cephede ve HDP içerisinde yer alarak, Receb'in saltanatına yok demeliyiz! Başka seçenek var mı? Yoktur!

HDP, eleştirilir. HDP beyenilmeyebilir. Bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama Türkiye'de, şu an, Receb'i durduracak tek güç HDP'dir. Önümüzde iki seçenek vardır: Ya Receb'in şeriatı ya da şeriata karşı ilerici duruştur. Başka seçenek var mı? Yoktur!

Tek seçenek, Receb'in şeriatına karşı, tek cephede birleşmektir. Tek parti ve tek cephe: HDP ve ezilen tüm Anadolu halkları oluyor. Receb'i ve hayalindeki saltanatı yıkacak cephe budur. Başka seçenek yoktur.

Bu perspektiften kalkarak notlarımı yazıyorum:

Bir: 7 Haziran 2015'te, padişah olmayı arzulayan Receb'i, HDP engellemiştir. 6 milyon oy ve 80 Milletvekili ile, HDP, Receb'in saltanatına ”dur” demiştir.

İki: Receb, 7 Haziran'da elde edemediği saltanatı, tekrari seçimler ile, 1kasım 2015'te elde etmeyi sanıyor. Buna hep birlikte dur demeliyiz.

Üç: Seçimlerin 1 Kasım'da yapılması, manidardır. Arkadaşım Faiz Cebiroğlu, tekrari seçimlerin 1 Kasım'da yapılmasının altında yatan gerçekleri tarihi bilgisi ile bizlere sundu:

”1 Kasım 1922'de, Türkiye'de padişahlık kaldırılıyor. Recep, 7 Haziran 2015'te elde edemediği saltanatı, 1 Kasım 2015'te yapılacak ”tekrari seçimler” ile ilan etmek istiyor...”

Bu önemli ipuçları ile, Receb'e karşı tek parti ve tek cephede birleşmemize yetiyor.

Seçenek ikidir: Ya gericilik ya da ilericiliktir!

Gericilik, Receb'in, İŞİD'vari oyunları ile, toplumsal tarihimizi, feodalizme ve şeriata götürmek oluyor.

İlericilik, İŞİD'çi Receb'e karşı, insan toplum tarihini ilerde tutmak oluyor.

1 Kasım'da yapılmak istenen seçimlerin ana halkası budur. Kürdistan'da ve tüm Anadolu'da bu ana halkadan çıkan ve çözümlemesi gereken baş sorun / baş çelişki de budur: Ya gericilik, ya da ilericiliktir!

Sonuç mu, açıktır: Kürdistan'da ve Türkiye'de kırılması gerek baş çelişki, Receb'in saltanatına dur demektir.

Receb'in saltanatını engellemek için, Tek parti tek cephe diyoruz.

Tek parti, tek cephe: HDP ve ezilen tüm Anadolu halkları oluyor.

Tek parti, tek cephe, Receb'i durduracak tek güç oluyor!


26 Ağustos 2015 Çarşamba

AHMET MİSKİOĞLU'NU DA UĞURLUYORUZ…




Eğitimci, yazar Ahmet Miskioğlu'nu 25 Ağustos 2015’te yitirdik.

Ahmet Miskioğlu 1924 yılında Antakya'da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Antakya'da yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra Türkiye'nin çeşitli kentlerinde Edebiyat Öğretmenliği yaptı. Fikirtepe Eğitim Enstitüsü’nde görev yaptı.

Sevecen kişiliği ve çalışkanlığıyla öne çıkan Miskioğlu, Türk Dili Dergisi’nin Moda'daki ofisinde her yaşta aydın insanı tüm sıcaklığıyla kucakladı.

Kentteşimiz Ahmet Miskioğlu geldiği bereketli toprağa geri dönüyor. 27 Ağustos Perşembe günü Antakya Asri Mezarlığı’nda toprağa veriliyor.

Unutulmayacak çalışmaları, bizleri hep aydınlatacak olan Ahmet Miskioğlu’nu saygıyla anıyor, yakınlarına, dostlarına ve Antakyalılara baş sağlığı diliyoruz.


Arif Okay
Bedran Cebiroğlu
Duran Yaşar
Erhan Palabıyık
Halis Açacak
Mesrur Sabahoğlu
Musa Artar
Müslüm Kabadayı
 -----

Haber: Müslüm Kabadayı.

25 Ağustos 2015 Salı

ÖZGÜR GÜNDEM’İ, AYIPLIYORUM!



Mihrac Ural

“SARAY ESADLAŞIYOR” başlığını atan, Özgür Gündem gazetenin hiçbir gerekçeye ve yere oturtulamayacak Esad düşmanlığını şiddetle kınadığımı ifade ederek sözlerime başlayacağım.


Bu başlıkla, Kürt halkı temsil edilemez diyeceğim. Özellikle diktatör Erndoğan’nın yeniden alevlendirdiği “Kürt sorunu yoktur” ırkçılığıyla, savaş tamtamlarının vurmaya başladığı bir anda bu başlık kendi kendini hançerleme, dostlarını yok etmek için AKP yalakalığı yapmaktır. Bu başlıkla kimi uyaracağınızı sanıyorsunuz, bir katil diktatör bozuntusu ahlaksızı mı? On yıllardır Kürtleri kana boyayan iktidarı mı? Esad gibi bir lideri, bilinç altınızın karanlık labirentlerinde “zalim” ilan ederek,  gerçek katil diktatör Erdoğan’a ne uyarısı yapmaya çalıştığınızı sanıyorsunuz, anlamak zordur...

Bu başlıklarla ve önceki kin ve düşmanlık kokan Esad fobinizle gerçeği hiç bir zaman halka yansıtamazsınız. Esad, Kürt halkının dostudur, bunun tarihsel tanığı benim başkan Öcalan'la, birlikte yaşadığımız 18 yılın her anının tanığı benim. Suriye, Kürtlerin güvenli limanıdır. bölgenin tüm devletleri Kürtlere karşı birleştiği bir kesitte bile, Kürtlere sahip çıkan Suriye'dir. Saddam ve Kenan Evren kıyım yaptığı kesitte (1980’ler), Irak Kürtlerini liderlerinden halkına kadar, Türkiye Kürtlerini liderlerinden halkına kadar kucaklayan tek ülke Suriye’dir. PKK’nin beka kampları geçiş güzergahlarında özgürlüğü başkanın korunması yerleşimi ve zırhlı araçları hep Suriye’nin sunumudur. Bilmeyeniniz varsa, bunu değerli arkadaşlarım Murat Karayılana ya da Cemil Bayık’a sorsunlar.

Bu nedenle de, 1980'li yılların Serxwebûn’da çıkan Hafız Esad'ı yere göğe sığdırmayan tahliller gündeme gelmişti. Sakın “dün dündür bu gün bu gündür” demeyin o ekolun lideri aramızdan göçeli çok oldu.

Bu gün Suriye ordusunun teröre karşı tek ve gerçekçi savaşını ve YPG ile dayanışmalarını hatırlayın. Sıkışınca, Salih Müslum’ün bile “Suriye ordusunun bir bileşeni oluruz” diyerek kendini meşrulaştırma ve koruma açıklamaları, size çok şey anlatmalıdır. Başkan Öcalan’ın, Cemil Bayık'ın açıklamalarını, KCK liderlerinin açıklamalarını izleyin, bir teki, Suriye düşmanlığı yapmazken, sizin bu akıl almaz düşmanlığınızı ne ile izah edeceğiz?

Bu, sizin yaptığınız ayıptır. Avrupa’da oturmanın rehaveti içinde “AKP kuyrukçuluğuyla” suçlanmanıza yol açan açıklamalarınızla çözüm süreci diye iflas etmiş hengameye enerji taşımanızla yaptığınız şey,  Kürt halkının temsilciliği olamaz.

Kendi adıma Kürt halkının dostu olmayı, ilkelerim ve doğrularım gereği sonuna kadar sizin gibi iğrenç başlıklarla ve içten içe taşıdığınız fobilere karşın Kürt halkının, Suriye dahil her alanda hakları için mücadeleye devam edeceğim.

Özgür Gündem bir gazete, olarak elbette çok önemli görevler yaptı. Yapmaya da devam edecektir. Ama bölgenin bu en önemli meselesinde, Esad’ı, diktatör Erdoğan’a benzetme çabanızı ya da kimyasalları diktatör Erdoğan kullanmışken, Esad’ı suçlayan başlıklar atmanızı, bir yere koymanın mümkünü yoktur. Bu kadarla yetineceğim.

Ayıplıyorum!

Kürt halkının yeni düşmanlara ihtiyacı yoktur. Düşmanı Yeni-Osmanlıcılardır. Açılım süreci aldatmacasını bir seçim kumpası haline getirenlerdir. Bu oyunlara geldiğiniz artık yeter. Yaklaşan seçimlerde bizler yine HDP’yi destekleyeceğiz. Tüm halkların demokratik algılarına enerji taşıyacağız. Siz de en azından bizlere saygı gösterin, Esad gerçeğini AKP mazgalından değil, bölge halklarının direnen safları arasından,  bakarak değerlendiriniz diyeceğim.
----
25 Ağustos 2015 / Salı - Lazkiye


21 Ağustos 2015 Cuma

LORCA(*)





Macid Ebu Goş

Çingeneler,  buradan geçti
Ve şarkıları hüzünlüydü.
Çingeneler,  buradan geçti
Ve ruhları yorgundu!

Deniz Granada’dan uzak
Ve tarlakuşları uzaktır
Ve buğday şarkılarda inlemiyor!

Ramallah’a giden yol kapalıdır
Ve lavanta çiçeğine
Kurşun sıkanların
Yüzleri karaydı!

Fedrico,
Beyaz bulut Granada üzerinde
Ayın göğsünde saklanıyor!

Fedrico,
Sonra kara atlar

Pencere arkasında bekliyor!
Ramallah / 2006
----------------------------


*Filistinli şair Macid Ebu Goş. Türkçe  çeviri: Faiz Cebiroğlu.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

TBMM'yi nasıl bilirsiniz?..






Fikret Başkaya
                                                                                                                                                                                                           "Güvenliği özgürlüğe tercih                                                                                                                                                                                                eden, sonunda her ikisinden de olur"
                                                                                                                                                                                                                     Benjamin Franklin

Suruç katliamının ardından terörün tırmandırılması, bu fırsatı ganimete çevirmek isteyen geçici AKP hükümetinin tutuklamalara ve İŞİD'le mücadele adı altında PKK mevzilerine bombardımanlara girişmesi üzerine, HDP, TBMM'yi acilen toplantıya çağırdı. Fakat sayısı yeterli olmadığı için (110 milletvekilinin müracaatı gerekiyormuş) dikkate alınmadı. Tabii bu, sayısı yeterli olsaydı dikkate alınırdı demeye gelmiyor. Zira, HDP'den gelen hiç bir talep dikkate alınmazdı... Çünkü 'yok sayılıyordu"... Daha sonra CHP devreye girdi aynı çağrıyı yaptı ve "toplumsal barışı tehdit eden artan terör olaylarının nedenlerinin araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis Araştırması açılmasına" ilişkin verdiği önerge, AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Şayet komisyon kurulsaydı beklenen amaç hasıl olur muydu? sorusu da haklı olarak akla gelmiyor değil, zira, bu güne kadar oluşturulan Meclis Araştırma Komisyonları hiç bir anlamlı sonuca ulaşmadı. Malûm, Türkiye'de "işi komisyona havale etmek" diye bir deyim var. Komisyona havale edilen "savsaklanır, unutturulur, üstü örtülür " demeye geliyor... Meclis tarafından olup-bitenlerin mahiyetini araştırma, durumu netleştirme ve gereğini yapma talebinin geri çevrilmesi, bende TBMM hakkında kısa bir yazı yazma düşüncesini çağrıştırdı. TBMM gerçekten nedir? Aslında kimin TBMM'sidir? Ne işe yarıyor? TBMM'ye dair tevatürle gerçek durum arasında nasıl bir ilişki var... gibi sorular ister istemez akla geliyor...

Bizde Parlamento anlamında ilk Meclis, II. Abdülhamit'in tahta çıktığı dönemde, 19 Mart 1877'de 'Meclis-i Umumi' adıyla açıldı. Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan'dan oluşuyordu. (1) Fakat uzun ömürlü olamadı. Zaten Abdülhamit Meclis-i Umumi'nin açılmasına kerhen razı olmuştu. 93 Harbi'ni bahane ederek, 14 Şubat 1878'de Kapattı. Otuz yıl sonra, 17 Aralık 1908'de Jön Türk (İttihatçı) darbesiyle yeniden açıldı. O da İstanbul'u işgal eden İtilaf Devletleri tarafından 11 Nisan 1920'de kapatıldı...

Büyük Millet Meclisi (BMM) adıyla 23 Nisan 1920' de Ankara'da yeniden toplandı. 1924'den sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) dendi. Bağımsızlığı temin etmek, bu amaçla da Milli Mücadeleyi örgütlemek öncelikli amaçtı. BMM, ağalardan, Şıhlardan. kimi toprak kapitalistinden, mütegallibe ve eşraftan, İmparatorluğun eğitimli elitlerinden (sivil ve asker bürokrasinin adamlarından) ve bir kısım serbest meslek erbabından oluşuyordu. O zaman Millet kelimesi, tüm Sünni grupları ifade ediyordu, halk anlamına gelmiyordu. 1914-1918 aralığında, Harb-i Umumi koşullarında Müslüman olmayan unsurlar katliamlar ve sürgünlerle büyük ölçüde tasfiye edilse de hâlâ sınırlı bir varlığa sahipti. Buna rağmen BMM'de Müslüman-Türk olmayan tek bir mebus yoktu.. Fakat Meclis'te olmayan sadece azınlıklar değildi, halkın da esamesi okunmuyordu. Nitekim, Lozan Barış Görüşmelerinin sıkıntıya girdiği  dönemde, emperyalist devletlere güvence vermek amacıyla apar-topar toplanan İzmir İktisat Kongresinde de sıradan insanların (işçi, işsiz, küçük çiftçi, küçük esnaf, topraksız köylü, tarım işçisi...) esamesi okunmuyordu ki, o da kurulacak "yeni rejimin" sınıfsal niteliği hakkında bir fikir veriyordu!

Meclis kürsüsünün arkasında "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" yazılı ve insanlar oradaki "millet" kelimesini "halk" olarak okuma, öyle anlama eğilimindedirler. Oysa, orada kastedilen bu ülkenin sıradan, mütevazı insanları, emekçi çoğunluk değil. Doğrusu, "hakimiyet mülk sahibi sınıflarındır" ve "kayıt ve şart altına alınmıştır" demek... Milletvekili yemininde " ... milletin kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete... bağlı kalacağıma" deniyor. Eğer halkın kayıtsız şartsız egemenliği, hukuk ve demokrasiye "bağlılık" söz konusu olsaydı, Türkiye bu günkü sefil duruma düşer, yerlerde sürünür müydü? Toplum baskı, şiddet ve terör sarmalına hapsolur, rejim tek adam rejimine dönüşür müydü? TBMM hiç bir zaman özgürlüklerin, demokratik hakların savunucusu ve bekçisi olmadı. Tam tersine, sınırlı hakları ve özgürleri de yok etmenin etkin bir aracı oldu ve olmaya devam ediyor. Orası halkın temsil edildiği, halkın sorunlarının konuşulduğu yer değil (parlamento İtalyanca parlare' den türemedir ve "konuşulan yer" anlamına geliyor). TBMM halkın konuştuğu bir "yer" değil! Halkın değil devletin bir kurumu. Devlet de boşlukta durmadığına göre, mülk sahibi sınıfların bir kurumu...

Denilebilir ki, işte siyasi partiler var ve seçimler sayesinde halk iradesi (milli irade diyorlar) tecelli ediyor! Siyasi Partiler (düzen partileri densin) halkın partileri değil ve seçimler de insanları aldatmaya yarayan bir sirk oyunundan ibaret... (2). Zira, bu güne kadar halk tarafından kurulan, emekçi toplum kesimlerinin sözcüsü ve savunucusu olan hiç bir partiye yaşama şansı tanınmadı. Bırakın halk tarafından kurulan partilere hayat hakkı tanınmamasını, Meclis'te hiç bir gerçek muhalif sese de izin verilmedi. Muhalifler öldürülmedikleri zaman, Meclis ortasında dayaktan geçirildi, dokunulmazlıkları kaldırılıp cezaevine atıldı... Gerçi orada bir sözde muhalefet her zaman var ama onlar düzen-içi muhalefettir. Hepsi oligarşinin partileridir. Yaptıkları konuşmaların, söyledikleri sözlerin emekçi halk katında bir kıymet-i harbiyesi yoktur... TBMM'nin en belirgin özelliği, onun iflah olmaz özgürlük ve demokrasi düşmanlığıdır. Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir... TBMM, bu devletin işlediği tüm cinayetlerin, tüm katliamların ve insanlık suçlarının üstünü örtmenin, kabullendirmenin son derecede etkin bir aracı ve kurumudur. İşte "Yüce Meclis" dedikleri böyle bir şey...

Bir fikir vermek için, 13 yıllık AKP iktidarı döneminde özgürlükler ve haklar alanında tek bir yasa çıkmadı ama sınırlı özgürlükleri ve demokratik hakları budamak için sayısız yasa çıkarıldı... En son marifetleri de "İç Güvenlik Yasası'ydı..." Kanunların numarası değiştiği veya yeni bir kanun çıktığında, onu "demokratikleşmede dev adım" diye sunuyorlar... Hangi kanunları çıkaracaklarını da çok iyi biliyorlar. Bu zaman zarfında sömürünün, yağma ve talanın önünü sonuna kadar açmak için onlarca, yüzlerce kanun çıkardılar ve çıkarmaya devam ediyorlar... Aksi halde bu gün Türkiye'de nüfusun yüzde biri (%1) ülke zenginliğinin %54'ünü el koyabilir miydi? Türkiye'nin nasıl yerlerde süründüğünü görmek isteyen, Kurbağalı Dere'ye baksın... Bu rotada ilerlemeye devam edilirse nereye varılacağı hakkında bir fikir veriyor...

Büyük Millet Meclisi'nin (BMM) açılışından bu yana 95 yıl geride kaldı. Bu zaman zarfında 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri  sonrasında 5 yıldan az bir zamanda kapalı kaldı. Aslında Meclis kapanmamış olsa da, 12 Mart 1971 de basbayağı bir askeri darbeydi. Bu arada çok sayıda darbe girişimi de oldu...Velhasıl geride kalan 90 yılda TBMM hep açıktı. Hep açıktı ama hiç bir zaman gerçek bir Meclise benzemedi... Gerçek bir Meclis işlevi göremedi. Mesela 12 Eylül askeri darbesinden bu yana 35 yıl geçtiği halde, Türkiye'nin hâlâ darbe yasa, mevzuat ve zihniyetiyle yönetiliyor oluşu, Meclisin iç boş bir midye kabuğu olmasındandır... Velhasıl TBMM hiç bir zaman adına laik bir kurum olamadı. Zaten 1923-1946 döneminde bir parlamentodan söz etmek mümkün değildi. Zira Meclis üyeleri olan mebuslar, parti-devlet tarafından tayin ediliyordu. Önce Mustafa Kemal, sonra İsmet İnönü tarafından tayın edildiler.

1946 yılında "Çok partili sisteme" geçildi ama aslında yapılan şey, devlet partisi olan CHP'nin içinden Demokrat Parti'nin çıkarılması, iktidar partisinin (devlet partisi densin) ikiye bölünmesiydi... Esas itibariyle iki nedenle "çok partili sisteme" geçildiği söylenebilir: Birincisi halk kitleleri o kadar bunaltılmıştı ki, bir sosyal patlama riskini bertaraf etmek istediler; Bu amaçla da kitlelerde bir seçme-seçilme yanılsaması yaratmak gerekiyordu; İkincisi, Savaş sonrasında Türkiye "Hür Dünya'nın" safını seçti, sırtını emperyalist kampa dayadı. Asıl amaçlardan biri de ABD yardımı almaktı. Aslında ABD safında yer almak, bir ABD uydusu olmak için "Demokrasiye geçmek gerekmiyordu. Ortada NATO üyesi olan Franco Ispanyası ve Salazar Portekizi vardı... "Demokrasi tercihi" yapmalarının gerisindeki asıl neden başkaydı ama asla demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Sonuç itibariyle, devlet partisi birden ikiye çıkmıştı... Çok parti olacak ama işçiler, küçük çiftçiler, emekçi kitleler parti kurmayacaktı... Kurmaya kalkanların başlarına gelenler, birazcık ilgili olanların malûmudur... Artık hem Faşist İtalyan Ceza Kanunundan iktibas edilen TCK'nın ünlü 141 ve 142'inci maddeleri yürürlükte kalmaya devam edecek ve hem de "demokrasiden" "hürriyetlerden"... çok söz edilecekti...

Aslında ve her şeye rağmen 1983 sonrasında TBMM'nin, cuntacı Kenan Evren'in ünlü "Danışma Meclisi'nden" pek farkı yoktu... Danışma Meclisi üyelerini bizzat cunta şefi Kenan Evren tayın etmişti, ondan sonrakiler de Kenan Evren'in çıkardığı (dayattığı demek daha doğru) kanunlar dahilinde çalışmalarını tam bir pişkinle sürdürdüler ve sürdürmeye devam ettiler. Velhasıl, Milletvekili tayin etme yetkisi, tam bir tek adam şirketi gibi işleyen 'siyasi partilerin' genel başkanlarına verilmişti. Dolasıyla, tayin cephesinde bir yenilik söz konusu değildi... Tayinle gelen "vekiller" de (aslında kimin vekili oldukları da malûm],   asıl misyonlarının ne olduğunu çok iyi biliyorlar ve gereğini yapıyorlar... Yaptıkları yegane şey. Başkanın (şirket patronunun) istediği gibi el kaldırmak... Bir örnek mi istiyorsunuz? Cuntanın 'sahneden çekilmesinden' tam 32 yıl sonra, yüzde on (%10) barajının olduğu yerde duruyor olması TBMM'nin ne menem bir şey olduğunu, milletvekili denilenlerin de aslında neyin-kimin hizmetinde olduğunu göstermiyor mu?  

Eğer bu rezil düzeni değiştirmek, haysiyetli insanlar olarak yaşamak istiyorsak ve gerçekten öyle samimi bir niyet varsa, biraz vakit ayırıp, bu yağma ve talan düzeni hakkında birazcık kafa yormak gerekecek... Radikal eleştiri yoksa eleştirinin bir kıymet-i harbiyesi de yoktur... Ve radikal olmak demek, sorunları kökeninden ele almaktır... Aksi halde bu rezil, bu gayri insani soygun düzeninin efendilerinin ve ideolojik uşaklarının ağzıyla konuşmaktan kurtulmak mümkün olmayacak... Başkalarının ağzıyla konuşmak... Daha ne zamana kadar?
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Bu konuda bkz: Fikret Başkaya, Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi (Yediyüz), özellikle s. 221 ve sonrası... Öteki Yayınevi. 5. Baskı, İstanbul.

(2) Temsili demokrasi safsatasıyla ilgili olarak bkz: Fikret Başkaya, " Seçimlerin demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi yok!"  www. ozguruniversite.org