24 Aralık 2016 Cumartesi

SULTANIM



Fezali / Haci Cirik

Gül yüzlü sultanım, elinde çare
Bilesin yüregim, sızılar ondan
Gönül hasret kalsın ister mi yare
Bilesin yüregim, sızılar ondan

Sultanım ol, köle olayım sana
Şifa gelir  özde,  teninden cana
Aşk itibar etmez, zülme fermana
Bilesin  yüregim, sızılar ondan

Hayata bagladın ölür mü aşık
Yaşamı güneştir, sönmeyen ışık
Fezali’m aşk ile, gönlüne  düşük
Bilesin yüregim, sızılar ondan!


15 Kasım 2016 Salı

Seyid Rıza: Mihrac URAL



Seyid Rıza: Mihrac URAL

SEYİDİM HATIRAN ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUM
DİRENEN SURİYE HALKINDAN SANA BİR SELAM İLETİYORUM...”


Seyid Rıza'yı yazmak insanlığın direnme tarihini yazmak gibidir. Spartaküs kadar Suriye'nin kahpraman komutanı Romalı istilacılara karşı direnişin imparatoriçesi Zenubiya'yı anmak gibidir.
Tabi ki Ehlibeyti ve kerbelayı, Hz Hüseyn'in ufukları açan direnme destanı kerbelasını anmak bu sürecin birer halkasını anmaktır, ders almaktır da.
O boyun eğmemenin mihenk taşıdır. İstilacı barbarların ahlaksızca aldatmalarının, oyunbazlıklarının, bu topraklardan miras aldıkları tek kültür olan biat ve Bizans ayak oyunlarının karşısında.dik durmanın adıdır. Karara bağlanmış ölümün karşısında diz çökmeyen Seyid Rıza, Tren kompartımanına af dilemek için iteklenip sokulunca karşısında kendini tanrı sanan, diz çökerse de afedici olduğunu tanıtanları bulur ve suratlarını şu sözleri haykırır;
"Ben sizin hilelerinizi anlayamadım, onlarla başedemedim, bu yüzden görüşmek için geldim. Ölüme gidiyorum. Bu bana dert olsun, ama ben de size boyun eğmedim bu da size dert olsun"
Idam sehpasına giderkende direnişinin köklerini haklılığını şu cümleyle haykırır ve ölümsüzleşir
"Evlâdı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir"
Bütün bunlar, bir kez daha Suriye'nin kahraman imparatoriçesi Zenubiya'nın "uygarlığın gücü, er ya da geç güç uygarlığını yenecektir" sözünü hatırlatır.
Bu gün direnen Suriye halkının bu tarihi süreçte Zenubiya'nın Roma istilacılarına karşı direnişi (MS 270), Kerbela (680) ve Seyid Rıza'nın destansı direnişinin (15 Kasım 1938) mirasçısı olduğunu unutmamak gerek.
Seyid RIZA'yı yazmak insanlığın direnme tarihini yazmak gibidir. Spartaküs kadar Suriye'nin kahpraman komutanı Romalı istilacılara karşı direnişin imparatoriçesi Zenubiya'yı anmak gibidir.
Tabi ki Ehlibeyti ve kerbelayı, Hz Hüseyn'in ufukları açan direnme destanı kerbelasını anmak bu sürecin birer halkasını anmaktır, ders almaktır da
O boyun eğmemenin mihenk taşıdır. İstilacı barbarların ahlaksızca aldatmalarının, oyunbazlıklarının, bu topraklardan miras aldıkları tek kültür olan biat ve Bizans ayak oyunlarının karşısında.dik durmanın adıdır. Karara bağlanmış ölümün karşısında diz çökmeyen Seyid Rıza, Tren kompartımanına af dilemek için iteklenip sokulunca karşısında kendini tanrı sanan, diz çökerse de afedici olduğunu tanıtanları bulur ve suratlarını şu sözleri haykırır;
"Ben sizin hilelerinizi anlayamadım, onlarla başedemedim, bu yüzden görüşmek için geldim. Ölüme gidiyorum. Bu bana dert olsun, ama ben de size boyun eğmedim bu da size dert olsun"
Idam sehpasına giderkende direnişinin köklerini haklılığını şu cümleyle haykırır ve ölümsüzleşir
"Evlâdı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir"
Bütün bunlar, bir kez daha Suriye'nin kahraman imparatoriçesi Zenubiya'nın "uygarlığın gücü, er ya da geç güç uygarlığını yenecektir" sözünü hatırlatır.
Bu gün direnen Suriye halkının bu tarihi süreçte Zenubiya'nın Roma istilacılarına karşı direnişi (MS 270), Kerbela (680) ve Seyid Rıza'nın destansı direnişinin (15 Kasım 1938) mirasçısı olduğunu unutmamak gerek.
-----

Mihrac Ural – 15 Kasım 2016 / Salı – Lazkiye







Amerikan seçimleri: Neoliberalizmin ve burjuva demokrasisinin iflası...




Fikret Başkaya

Başkanlık seçimini Donald Trump'ın kazanması, Amerikan ve bir kısım Avrupa medyasını alarma geçirdi. Bazı büyük gazeteler ve haber siteleri sonucu apocalypse (kıyamet) manşetiyle duyurdular. Gerçi, Trump kıyametin kapısını aralamamıştı ama, neoliberalizmin ve burjuva demokrasisinin iflasını ifşa ettiği kesindi... Tabii bu arada  medyanın ve yönetici elitlerin çürümüşlüğünü de ifşa etmiş oldu. 1981 yılında Ronald Reagan "Büyük Amerika'yı yeniden kurma" vaadiyle başkanlık koltuğuna oturdu. Geride kalan 35 yılda Amerika küçülmeye devam etti. 2016'da Donald Trump da "Büyük Amerika'yı" ihya etme vaadiyle başkanlığı kazandı. Fakat Amerika'yı II. emperyalist savaş ertesindeki gücüne kavuşturması mümkün değil. Amerika küçülmeye devam edecek. İki nedenle: birincisi, tarihte geriye dönüş yoktur; ve ikincisi, kapitalizm sorun çözme yeteneğini, oligarşik yönetici elitler de kitleleri aldatma-oyalama yeteneğini kaybettiler. Bu da demektir ki, artık yönetemiyorlar. Amerika'nın "yeniden büyük olması" mümkün değil, zira, kapitalizm çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol olamıyor. Dolayısıyla mevcut durum artık "kriz" kelimesiyle ifade edilebilir değil. Bir uygarlık krizi söz konusu...

O halde başta finans ve silah baronları olmak üzere, etkili büyük lobilerin ve büyük medyanın, "müesses nizamın" efendilerinin Trump'ı şeytanlaştırmasının sebebi ne? Çünkü Trump sistemin ayıbını açık etmiş oldu. Malûm, "ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır" denmiştir... Gerçi Donald Trump da sistemin bir ürünü, Amerikan oligarşisinin üyesi bir emlak oligarkı ama yine de "a-tipik" bir şahsiyet. Trump işlerin kötüye gittiğini seziyor ve emekçi kitlelerin "müesses nizama" büyük bir kin duyduğunun farkında.  İşçilerin, issizlerin, yoksulların, sistem tarafından dışlanmışların öfkesini iktidara dönüştürmenin mümkün olduğunu görmüş olmalı... Zira, geride kalan dönemde neoliberalizm toplumun önemli bir kesiminin üzerinden buldozer gibi geçmişti. Sadece son on beş yılda 60 bin fabrika kapanmış, yaklaşık 5 milyon sanayi işçisi işini kaybetmişti. Ülkenin varı-yoğu piyasa ekonomisi- serbest ticaret retoriğiyle, bir avuç finans baronu ve şürekası tarafından gasp edilmişti. Gelir dağılımı adaletsizliği skandal boyutlardaydı. Amerikan toplumunun %20-25'i yoksullar sınıfına 'terfi' etmişti. Bu, yaklaşık her beş kişiden birinin sistem tarafından dışlandığı anlamına gelir... Kitleler başta Orta-Doğu olmak üzere, bir çok yerde silah baronları hesabına peydahlanan savaşlardan da rahatsızdı. Eğer, Hilary Clinton cephesi kazanırsa, nükleer bir dünya savaşı riski büyük bir ihtimal olarak görülüyordu. Netice itibariyle Trump'a oy verenler, onu  "daha az kötü" saydıkları için oy verdiler... Trump'ın ne yapacağından çok, Obama'nın ve Clinton kliğinin ne yaptığına baktılar... Özetle geride kalan 35 yılda ve özellikle de 2008 finansal krizi sonrasında olup-bitenlere baktılar... Onların gözünde Hilary Clinton, militer-endüstriyel ve finans oligarşisinin, Wall Street parazitlerinin, daha doğrusu %1'in adayıydı... Umut vadeden, inandırıcı bir sol alternatifin yokluğu, onları Trump'a yöneltti.

Trump'ın yabancı düşmanı,  ırkcı, cinsiyetci olduğu, kadınları aşağıladığı, İslamafobik hezeyanları, mültecileri ülkeden atmak istediği, vb. az-çok bir vakıa olmakla birlikte, bunlar sadece onun ayıbı değildir. Zaten Amerikan eliti ve orta sınıfı WASP'lar (Beyaz, Anglo-Saxon, Protestan) bidayetten itibaren ırkçıdır. Irkçılık onların genlerine işleyecek kadar derinlerdedir. Amerikan devleti "Yerli Halkların" jenosidi ve Afrika kökenli Siyahlara yönelik ırk ayrımcılığı temelinde kendini var etmiştir. Daha bundan 60-70 öncesine kadar orada sürek avına çıkar gibi "Zenci" avına çıkılır, kurbanların fotoğrafları çekilir ve topluca seyredilirdi...  Durum böyledir ama Amerikalılar dünyanın geri kalanına 'insanlık dersi', "demokrasi dersi" vermekten de geri kalmazlar...

Bir başka safsata da, ABD'yi demokrasinin timsali saymakla ilgilidir... ABD, sınırlı bir 'bağımsızlık savaşı" sonunda mülk sahibi sınıflar tarafından kuruldu. Kurucuların büyük çoğunluğu aynı zamanda büyük köle sahibiydiler. Başka türlü söylersek, ABD, köle sahiplerinin devletiydi. Öyle bir rejimin demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi olabilir miydi? "Kurucu Babalar" yeminli demokrasi düşmanıydılar. Amerikan anayasasında demokrasi kelimesi yer almıyor. Elbette bu, yer alsaydı bir şeyler değişirdi anlamına gelmez. Nitekim Kenan Evren'in anayasasında demokrasi kelimesi tam 14 defa geçiyor ama o anayasa demokrasiyi gerçekleştirmek için değil engellemek üzere hukuk dâhisi profesörler tarafından emir-komuta dahilinde hazırlanmış ve Askeri yönetim tarafından dayatılmıştı... Aslında ezilen-sömürülen halk kitlelerine karşı mülk sahibi sınıflar ve devlet tarafından (ki bu ikisi bir ve aynı şeydir) kurulmuş bir tuzaktı. Amaç devlet terör rejimini "meşrulaştırmak" ve dayatmaktı... O anayasanın bir de %91,37 oyla kabul edilmesi, sahnelenen 'demokrasi oyununun' ne menem bir soytarılık, ne utanmaz bir dalavere olduğunu da gösteriyor.

Batı demokrasisi veya 'temsili demokrasi' denilen, bidayette demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlandı. Demokrasi kavramıyla uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur. Mülk sahibi sınıfların "nasıl yöneteceğiz?" sorusuna verdikleri cevapla ilgiliydi. Ortada demokrasi diye bir şey yok ve hiç bir zaman olmadı ama maalesef öyle bir şey olduğuna inanan çok... Peki neden? Bu durum bir egemen ideoloji kategorisi olarak anlaşılabilir ve doğrudan ideolojik kölelikle ilgilidir. Eğer gerçekten demokrasi gerçekleşmiş olsaydı, dünya bu gün bu halde olur muydu? İnsanlık yerlerde sürünür müydü?

ABD'de seçimlerde oligarşiye oy veriliyor. Orada başkan olmanın, senatör olmanın, Temsilciler Meclisi üyesi olmanın koşulu, zengin (milyoner, milyarder, değilse tuzu kuru) olmaktır. Elbette istisnalar vardır ve "istisnalar kuralı doğrulamak içindir" denmiştir.  Bir de başkan seçilmek için WASP olmak gerekir. Tabii Başkanlar arasında (John F. Kennedy ve Barack H. Obama gibi) WASP olmayan iki istisna olduğunu da hatırlamak gerekir. Başkan eğer seçilmeden önce milyoner değilse, koltuğu terk ettiğinde ve sonrasında milyoner olması kesin gibidir. Dolayısıyla Amerikan rejimine uygun düşen sıfat, demokrasi değil, oligarşidir.

Kaldı ki, insanların önemli bir bölümü "seçim oyununa" dahil olmayı reddediyor. Oy kullanmıyor. Zira, kullandıkları oyun bir karşılığı olmadığını biliyorlar... Seçmenlerin yaklaşık yarısı oy kullanmıyor. Kullananların yarıdan bir fazlasını alan parti iktidar oluyor. Seçilenler güya toplumun yaklaşık dörtte birini "temsil ediyor" ve ona demokrasi diyorlar... Tabii seçimlere katılım Yüzde yüz olsaydı bile değişen hiç bir şey olmazdı. Zira ortada temsil diye bir şey yok ve olması da mümkün değildir...  


Fakat yine de durumun nüanse edilmesi gerekir. Amerika'yı yönetenler ne başkanlardır ne de oligarşinin hizmetindeki siyasi partileridir. Aslında ABD, oligopoller, finans baronları ve onların finanse edip araziye sürdüğü büyük lobiler tarafından yönetilir. Orada siyasi partiler Oligopollerin bir uzantısıdır sadece. Partiler, seçimler, kurumlar, söylemler, vb. kitleleri aldatmak içindir. Dolayısıyla yeni başkan Donald Trump'ın ve ekibinin yapabileceklerinin sınırı, son tahlilde Establishment tarafından belirlenecektir. Tabii her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır ve üslup farkı da normaldir... Ne demek istediğimi görmek için, Cumhuriyetçi Jr. Bush'un yerine seçilen Demokrat Obama'nın neyi ne kadar yaptığına bakmak yeter. Gelir gelmez Obama'ya barış ödülü verdiler. O da kendisine ödül verenleri utandırmadı... Savaşı derinleştirerek, Orta-Doğu'yu kan gölü haline getirerek, Avrupa'nın doğusunda tansiyonu yükselterek, Üçüncü Dünya Savaşı riskini büyüterek, aldığı ödülün hakkını verdi... Tabii bu vesileyle kimlere neden "barış ödülü" verildiğini de birazcık düşünmek öğretici olurdu...  

26 Ekim 2016 Çarşamba

BEYAN....






السادس و العشرون من تشرين الأول 2016بيان صادر عن الجبهة الشعبية لتحرير لواء اسكندرون - المقاومة السورية
نفيد شعبنا البطل أنه و عند حوالي الساعة الثانية عشر ظهراً تعرض قائد المقاومة السورية المجاهد علي كيالي لمحاولة اغتيال بعبوة ناسفة داخل مقر المقاومة السورية في مدينة اللاذقية ، أسفر الانفجار عن اصابة قائد المقاومة السورية الأخ المجاهد علي كيالي و ثلاثة رفاق من ابطال المقاومة المتواجدين معه بإصابات متوسطة بالاضافة الى دمار كبير داخل المقر المقاومة السورية (في المكتب الذي اعتاد قائد المقاومة السورية استقبال ضيوفه به)نفيدكم لاحقاً ببيان نفصيلي عن المحاولة الفاشلة




----

BEYAN
Liva İskenderun Halkı Kurtuluş Cephesi – Suriye Direnişi
26 Ekim 2016

Kahraman halkımıza!

Bugün saat 12.00 sularında, Lazikiye'de, Suriye Direniş lideri Mihrac Ural'a karşı, makamında, bombalı bir düzenek ile suikast girişiminde bulunulmuştur. Mihrac Ural ve 3 arkadaşı orta-derecede yaralanmışlardır.

Laziki'ye - Suriye Direnişi Merkezinde, misafirlerini kabül ettiği merkez de büyük hasar görmüştür.

Mihrac Ural'a girişilen bu başarısız suikast girişimi ile ilgili açıklama yapma gereğini duyduk.

Zafer, bizimdir!


Suriye, diz çökmeyecektir!”

13 Ekim 2016 Perşembe

Savaş Bittiğinde / عند إنتهاء الحرب




Savaş Bittiğinde /  عند إنتهاء الحرب
Macid Ebu Goş
عند إنتهاء الحرب
سأصحبك معي
على دراجتي الهوائية
ونهبط ناحية البحر
إلى يافا
أنا بجسدي الممزق
وأنت بأحلامك المحترقة
-----
Savaş Bittiğinde(*)

Macid Ebu Goş

Savaş bittiğinde
Seni, birlikte çekeceğim
Havai bisikletimle!

Deniz kenarına ineceyiz
Jaffa’da.

Ben, parçalanmış vücudumla
Ve sen de,  yanan hülyaların  ile!
---
(*)Arapça çeviri: Faiz Cebiroğlu




4 Eylül 2016 Pazar

Bu dönem de geçer, biliyorum!




Faiz Cebiroğlu

Türkiye’de ki, zalim Recep Tayyib dönemi de geçer;  biliyorum.

Baba, kardeş ve oğul katili, işgalci, zalim Osmanlı dönemi de yıkıldı; unutmamak gerekiyor.

Osmanlı yıkıntıları üstünde inşa edilen, kendi halkına ve tüm halklara zalim olan /  işgalci TC dönemi de yıkılacak; inanıyorum.

Kendini ”yeni Osmanlıcı” diye lanse eden, Recep Tayyip dönemi de, yıkılacaktır, inanıyorum.

Recep Tayyip, 12 Eylül sonrasında, Recep oldu. Kenan Evren’in,  yani imamın oğlu oldu.

Kenan Evren (12 Eylül 1980 faşist darbenin generali), tüm konuşmalarını, Kura’an süreleri ile bitirirdi.

İmamın oğlu Recep’te, tüm seçim konuşmaları ve havadisleri elinde ”Kur’an” ile bitiriyordu.

Kenan, elinde Kur’an  ile halkı asıyor ve öldürüyordu.

Recep, elinde Kur’an ile kendi halkını ve tüm Anadolu halklarıni  katlediyor.

Parentez açıyorum: Osmanlı dönemi, baştan sona ölümdür. Yalnız halk değil, aile katliamıdır:

1.Osman’dan(1298) 2. Mahmud’a kadar (1808) halk bir yana, hepsi, baba katili, kardeş katili ve oğul katili bir dönemdir.

Recep’te,  böylesi dönemin yeni koyunu olmuştur!

Kendi kemdilerini ve bu vesile ile, ezilen ve tarihten ezilmek istenen Kürd halkını katlediyor.

Kürd halkı, yeniden doğar ölümlerde, unutuyor!..

Parentezi kapatıp, devam ediyorum.

Evet…Bazen pan-islamizm, bazen de pan-Türkizim üzerine kurulan dönem / dönemler, bana göre, bir sürüleştirme dönemidir. 12 Eylül 1980’de hızlandırılan bu dönem, Receb’i yaratmıştır. Sürüdür!

Şu an ki, Türkiye mi,  Receb’in sürüler Türkiyesi, yani Koyunistandır. Bir düşünün, bir hafta içinde 250’den  fazla asker ve polis öldürüldü. Recep Tayyip, kendi iktidarını korumak için,  Sürüleştirilen halk gene Recep diyor. Ellerinde bıçak, alenen, kendileri  boğaz kesiyor! / kendi kendilerinin  boğazını kesiyor!

Sürüleşme dönemi mi,  budur: Kurbanlık koyundur.

Sürüleşme dönemi mi, budur:  Mezbahadır.

Şu an Türkiye mi, ne yazık ki, ”Koyunustandır!”

Ama bu dönem de, geçecektir. İnanıyorum.

Anadolu halklarına güveniyorum. Bu dönem de geçer, bunların da hesabı sorulur, biliyorum!

Receb’in hesabı mı, ağır olacaktır. İnanıyorum!



9 Temmuz 2016 Cumartesi

Asıl kirli olan kapitalizmdir!




Fikret Başkaya

Panama belgelerinin açık edilmesiyle ortaya çıkan yoksuzluk skandalı ( vergi kaçırma, "vergi cennetleri", kara para aklama, servet kaçırma, kaçakçılık, kamu kaynaklarının yağmalanması, spekülasyon, banka sırrı, her türden ahlaksızlık, vb.) aslında buz dağının yüze çıkan kısmı, ormanı gizleyen ağaçtır...  Yine de o skandalın açık edilmesi, kapitalist çürümenin ne boyutlara ulaştığı hakkında bir fikir veriyor. İnsan havsalasını zorlayan yolsuzluklar (corruption) kapitalist dünya sisteminin sefil hallerini açık ediyor... Eğer öyleyse bu durumun sebebi ne, bunun geresinde kimler var? Bu durum insan iradesini aşan bir takım güçlerin,  bir takdir-i ilahinin eseri olmadığına göre... Bu kepazelik, bu dünyayı yöneten siyasi elitlerle sermaye odaklarının ortak "eseridir" ve bu ikisi ayrılmaz, bir bütün oluşturuyorlar. O zaman yapılacak şey de çok basit demektir, ikircikli olmayan bir tarza devlet denilen şu netameli aygıtı ve kapitalizmi tartışmaya cüret etmek ve gereğini yapmak. Devleti ve özel mülkiyeti bir tabu olmaktan çıkarmak. Devlet ve özel mülkiyet bir tabu sayılmaya devam ettikçe, kapitalizmin ne mene bir şey olduğu anlaşılıp gereği yapılmadıkça, şeylerin daha da kötüye gitmesi, çürümenin daha da derinleşmesi kaçınılmazdır.

Zira, devletlerin de,  kapitalizmin de etikle, ahlâkla uzaktan-yakından bir ilişkisi yoktur. Devlet ve sermaye aslında bir ve aynı şeydir ve birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üretiyorlar...  Bu sistem dahilinde ahlâksızlık istisna değil kuraldır, dolayısıyla yolsuzluklarla mücadele söylemi, ahmakları aldatmak içindir. Kaldı ki, ahlaksızlığın kural olduğu yerde skandal kelimesi de anlamını yitiriyor... Skandal utanılacak şey demektir ama utanmak için utanacak birileri olması gerekir. Kaldı ki, kapitalizm koşullarında skandallar istisna değil kuraldır. Uzağa gitmeye gerek yok. 17-25 Aralık yolsuzluk skandalı açığa çıktığında insanların ayağa kalkması gerekmiyor muydu? Tam tersi oldu! Skandalın failleri ayağa kalktı. Öyle bir ayağa kalktılar ki, o eşine az rastlanır skandalı ülkeyi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmenin bir aracı haline bile getirdiler.. Herhalde "böyle kiliseye böyle papaz" denecektir...

Bütün bu skandalların gerisinde dev şirketlerin yöneticileri, CEO'ları, büyük finans kurumları, bankalar, spor kulüplerinin yöneticileri, zengin ünlüler, milyarderler, bakanlar, başbakanlar, devlet başkanları, krallar, siyaset elitleri ve şürekası, vb. var. Tüm bu netameli işleri birlikte kotarıyorlar. Yegane amaç sömürü, yağma ve talansa eğer, başkaca hiç bir kaygı yoksa, başka türlü olabilir miydi? İnsanlar bakanların aslında neye baktıklarını, pek merak etmiyorlar. Varlığını bu sisteme borçlu olan tüm bu aktörler bu sistemi yeniden üreterek yola devam ediyorlar...

Aslında kapitalizm küreselleştikçe çürüme de (corruption) küreselleşti. Siz hükümetleri ne için var sanıyorsunuz? Hükümetler yağma ve talanı kitabına uydurmak ve dayatmak içindir ama söylem farklıdır... Hükümetler oldum olası parazit sınıfların hizmetinde ve onların koruyucusudur. Türkiye'de bir zamanlar 'Çevre Bakanlığı' yoktu. Çevre tahribatının bir sorun haline geldiği 'anlaşılınca'  (ki, dünyanın her yerinde az-çok öyleydi) bir bakanlık kuruldu. Amaç doğal çevreyi korumaktı! O bakanlık kurulduktan sonra Türkiye'de doğal çevre tahribatı aldı başını gitti... Nerdeyse yağmalanmamış, talan edilmemiş, gabp edilmemiş bir şey bırakmadılar...  Öyleyse o bakanlık neye kuruldu? Cevap ortada değil mi? Doğanın, kentlerin, tüm ortak yaşam alanlarının(müştereklerin) yağma ve tabanını kitabına uydurmak, tepkileri etkisizleştirmek, yapılanı 'meşrulaştırıp' dayatmak için...

Önce sermayenin önündeki tüm engelleri kaldıracaksın, bu dünyanın kaynaklarını sömürü, yağma ve talana sonuna kadar açacaksın. Her türlü değer ölçüsünü, nirengi noktasını yok edeceksin, sonra da yolsuzlukla mücadeleden söz edeceksin... Oysa asıl skandal, finanslaşma, kapitalist küreselleşme, düzensizleştirmeler ( dereglementation), özelleştirmeler, her türlü korumacılığın ortadan kaldırılması, dünyayı sermaye için dikensiz gül bahçesi haline getirmek değil miydi?  Artık şimdilerde zengin olmak için bir şey üretmek gerekmiyor. Bir şey üretmeden de zenginliğe el koymak, sosyal emek tarafından üretileni yağmalamak, talan etmek mümkün. Zira finanslaşma öyle bir şeyi mümkün kılıyor. Lenin'in bundan yüz yıl önce söylediği, şimdilerde çok daha gerçek. Finanslaşmayla birlikte üretim dolayımı olmadan ranta el koymak mümkün ve  rantla geçinen küresel bir parazit oligarşi türemiş durumda. Eğer 'vergi cennetleri' varsa o cennetler kimin eseridir? Ya da oralar kimin için cennettir? O cennetler Adem ile Havva'nın kovulduğu yer gibi bir şey midir?

Durum böyleyken, küresel oligarşinin adamları, sözcüleri, zaman zaman,  'yolsuzlukla mücadele' zirveleri yapıyorlar. Dünyanın zenginliğine en çok el koyan G20 denilenlerin liderleri 2009'da Londra'da, 2013'de Saint Petesburg da yolsuzlukla mücadele için bir araya gelmişlerdi. Geçtiğimiz Mayıs ayında İngiltere'nin çok "muhafazakâr", "çok neoliberal" başbakanı David Cameron da Londrada bir yolsuzlukla mücadele zirvesi düzenlemişti ama Panama kağıtları ayıbını açık etmişti.. Meğer kendisi de "vergi cennetlerinin" müdavimlerindenmiş! Acaba yolsuzlukla mücadele şarkıları söyleyen siyaset erbabının kaçının vergi cennetlerinde 'hesabı' yoktur veya aralarında bir şekilde pisliğe batmamış olanı var mıdır?  

Etik demek sınır demektir. İradi olarak insanın kendisini sınırlamasıdır. Potansiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, sakınmaktır. Bunun için de riayet edilen/edilmesi gereken bir takım değerler, kurallar, ölçüler, bir nirengi noktası olması gerekir. Lâkin kapitalizm dahilinde öyle bir şey mümkün değildir. Zira, zenginliğin yüceltildiği, sömürü, yağma ve talanının -bırakın mahkûm etmeyi- bir marifet sayıldığı koşullarda, en büyük hırsızların en itibarlı insanlar sayılması neden şaşırtıcı olsundu? Asgari etik değerin, ahlâkın geçerli olduğu yerde, "çalıyor ama çalışıyor", "yiyor ama iş de yapıyor" denir miydi? Bir şey hakkında kafaların açık olması gerekiyor: Ekseri sanılanın ve 'bilineni' aksine kapitalist devletin misyonu ve varlık nedeni topluma ait olanı, herkesin olanı (müşterekleri) korumak değil yağmalamak, yağmalatmak, sömürtmektir... Son 36 yılda çıkarılan kanunları, , yapılan düzenlemeleri, dayatılan politikaları bir hatırlayın, ne demek istediğim anlaşılacaktır. Şimdilerde hükümetler münhasıran finansal oligarşinin ayak işlerine memur edilmiş durumdadırlar. Tabi bal tutanın da parmağını yalaması koşuluyla...

Kapitalizm dahilinde ahlaktan, etikten, iyi niyetten, sağduyudan,  ne demekse 'iyi yönetimden (good governance diyorlar) söz etmek abesle iştigal etmektir. Dolayısıyla yolsuzlukla mücadele söyleminin reel bir karşılığı olması mümkün değildir. Tam bir ikiyüzlülük zira, 'hırsızların hırsızlıkla mücadele etmesi" eşyanın tabiatına aykırıdır. İstediğiniz kadar kanunlar çıkarın, istediğiniz kadar kurumlar oluşturun, istediğiniz kadar 'yolsuzlukla mücadele komisyonları' kurun, şeylerin seyri asla değişmeyecektir... Ta ki kapitalizmi ve devleti gerektiği gibi sorun edinceye kadar... Asıl yolsuzluğun faili bu ikisi olduğuna göre... Dolayısıyla her geçen gün yolsuzluğun, ahlâksızlığın daha da büyümesi kaçınılmazdır. Zira, asıl kirli olan kapitalizm ve kapitalist devlettir...

Kapitalizm din ve iman da dahil, bu dünyada her şeye nüfuz ediyor, her şeyi metalaştırıyor, kâr etmenin aracına dönüştürüyor, her şeyi kendi mantığıyla uyumlandırıyor, biçimlendiriyor, biçimsizleştiriyor, dejenere ediyor, her şeyi bir tisünami gibi kapsıyor. Şimdilerde bir "helâl" furyası almış başını gidiyor... İşte helâl su, helâl et, helâl süt, helâl tatil... velhasıl her kelimenin önüne helâl niteleme sıfatı ekleniyor... Neden? Eskiden su helâl değil miydi? Ya da helâl etiketi yapıştırılmayan suyu içenler günaha mı girmiş oluyor? Aslında sorun 'dinci' numarası yapan aç gözlü kapitalistlerin pazar kapma yarışında dinin araçlaştırılması, kullanılmasıdır... Tam bir utanmazlık ve sahtekârlıktır... O halde bu ne demek oluyor? Dinin dinci kapitalistler tarafından bir özel kâr ve kazanç aracına dönüştürülmesidir...

Türkiye'ye toplumuna neoliberalizm aşısını yapan 12 Eylül askeri cuntasının başbakan yardımcısı, daha sonra başbakan ve cumhurbaşkanı olan Turgut Özal (ki, mülk sahibi oligarşi kimi ne zaman nereye getireceğini çok iyi bilir... ) "benim memurum işini bilir" demişti... Aslında "bizim" memurumuz her zaman "işini bilirdi"! Bu vesileyle bir anektod nakletmek şart oldu. 1969 yılı yazında tatil için Fransa'dan Türkiye'ye gelmiştim. Yanımda da iki kişilik küçük bir çadır getirmiştim. Çadıra Sirkeci gümrüğünde el koydular. Vergiye tabi dediler. Fakat vergi nerdeyse çadırın değeri kadar... Oysa çok daha büyük ve önemli şeyler getirenler gümrüğe takılmadan geçip gitmişlerdi. Meğer rüşvet vererek geçiriyorlarmış. Bana çadırı alabilmem için iki seçenek sunulduğunu anladım. Ya büyük oranda bir vergi ödeyeceksin, ya da küçük çaplı bir rüşvet vereceksin. İkisini de yapamazdım.. Memura dedim ki, " bak, bu çadır benim kolumdaki saatten, sırtımdaki gömlekten farksız... Üstelik sırtımdaki gömlek gibi geri gidecek, bundan bu kadar vergi almanın ne alemi var?  Memur " mevzuat böyle" diyor başka bir şey demiyordu... Çadırı almak için tam bir hafta uğraştım. Tabii tatilin dörtte biri çadırı almakla geçti...

İzmir'e geçtim Gümüldür'de denize çok yakın, kumsalın üzerine küçük çadırımı kurdum. Gece yarısı müthiş bir gürültüyle uyandım yanımdaki kumu  kamyonlara yüklüyorlardı ve sahili mahvediyorlardı. Herkesin olanı paraya çeviriyorlardı... Sabah yakındaki köye gittim. Bir adama muhtarın adresini sondum. "Ne yapacaksın" dedi. "Sahilin kumunu çekiyorlar, doğayı mahvediyorlar, ortalığı delik deşik ediyorlar, muhtarı haberdar edeceğim" dedim.  "Boşuna uğraşma, onlar o işi muhtar ve jandarmayla ortak yapıyorlar" dedi... "O zaman ben de valiye şikayet ederim" dediğimde, adam mühtehzî gülümsemişti... Bir dilekçe yazdım, bir dolmuşa atlayıp doğruca İzmir'in yolunu tuttum. Valiyle görüşmek istiyordum ama bir vali yardımcısına yönlendirdiler. Vali yardımcısı" "mesele nedir genç adam" dedi. Sahilin kumunu yağmalıyorlar efendim, ortalığı mahvediyorlar, duruma müdahale etmenizi rica etmek için geldim, şikayetçiyim" dedim. Vali yardımcısı: " Onları men ettirip kumu kendin mi çekmek istiyorsun" dedi. Öylece kalakaldım. Başımı salladım ve dilekçeyi vermeden odadan çıktım... Merdivenlerden inerken, köyde muhtarın adresini sorduğum adamın neden müstehzi gülümsediği anlaşılmıştı...


Dünya sistemi külliyen pisliğe batmış durumda, sürdürülebilir değil. Artık yönetemiyorlar. Politik elitler umut 'yaratamaz' durumdalar ve şimdilik korku salarak durumu idare edebiliyorlar... İyi de daha ne zamana kadar?.. 

7 Temmuz 2016 Perşembe

ÖLDÜREMEDİLER -1-




Mikdat Abuzer  (*)

Halep mücadelesi için yola çıkan Mukaveme Suriyyi birliği şerefine yayınlıyorum.

İşte, düşmanlarıma ve dönmelere ağır bir şamar olacak 13 Nisan 2016 tarihli videom.

Öldürdüklerini sandıkları ya da dönmelerin tutuklandığım karalaması yaptıkları, plan ve güvenlik nedeniyle görünmemem gereken günlerde nerede olduğumu gösteren video dizisinin ilkini yayınlıyorum.

27 Mart 2016'da başladık sürece. MİT'in ücretli katilleri öldürmek istediler. Ama başaramadılar. Kurdukları planın bir kuklası olarak elimize düştüler. Aldatma üzerine kurulu yayın kanalları hep bir ağızdan 29 Mart 2016’da “Mihrac Ural öldürüldü” dediler. Onlarca haber ajansı binlerce TV kanalı ardından aynı çığlıkları attı. El Cezire TV’nin önderliğinde bu Suriye düşmanlarının hep bir ağızdan havlamaları, El Arabiya TV gibi Arap aleminin en güçlü yalan makineleri gibi Anadolu Ajansının da (AA) havlamalara ortak olması önü alınmaz bir feveranla öldüğüm iddiasını tekrar edilmeye başlandı. Programlar yapıldı sevinç gösterileri düzenlendi. Dönmeler de bunu içten içe sevindi.

Oysa gerçekler çok farklıydı. Kendi güvenlik planımız gereği, MİT köçeklerini, tetikçilerini finansörlerini kurduğumuz anaforun içine adım adım çekmekle meşguldük. Ayrıca mevzilerimizi bir an bırakmamıştık.

Tabi bu ara dönmeler de saldırdı bizlere. "Mihrac Ural devlet tarafından tutuklandı" dediler. Suriye düşmanı bu dönmeler, Türk’ten çok Türkçü, kimliğini inkar etmiş MİT algı esirleri "Suriye dostu" gözüken Suriye’nin azılı düşmanlarıydılar. Türk devleti kuklası, NATO kuklası TSK yağcılarıydılar. Araplıklarını inkar eden bu dönmeler Liva İskenderun davası konusunda ise azılı birer Turancıdırlar. Bir teki kalkıp TSK'ya toz kondurmaz, bir teki kalkıp Liva İskenderun gayri meşru gasp ve işgal edilerek ilhak edilmiştir deme cüreti gösteremez; çünkü bunlar MİT elamanı olarak çalışmaktalar ve teşkilatın kontrolü altında yazmaktadırlar

Şimdi izleyeceğiniz video düşmanlarıma ve Dönmelere ilk şamardır. Öldüğümü iddia edelere bu video yeterli cevaptır. Dönmeler için ise ahlaksızlıklarını gösteren yalan dolan kurgularla örülü karalamalarını ağızlarına boğazlarına tıkayıp yüzlerini allak bulak edecektir. Tarih vererek o günün koşullarında, dağlarda çekilmiş haliyle videoyu siz okurlarıma sunuyorum.

Genç yaşta örgütlü bir militan olmaman duyarlılığıyla 27 Mart 2016 tarihiyle birlikte her günümüzü video kaydına alarak arşivledik. 13 Mart 2016 Suriye'de parlamento seçimleri günüydü. O gün seçimlerde oy kulandık ve topluca mevzilerimize döndük alttaki videoyu kaydettik.


….

(*) Mihrac Ural – 7 Temmuz 2016 / Perşembe – Halep yolunda


5 Temmuz 2016 Salı

Bir cahşlaşmış Arap daha!



Kifah Livali


İnsan utanıyor, kimliklerini yadsıyan ama hiç bir kimliğe sahip olmayan insanlar adına utanıyor. Bakınız, Mahmut adında birisi, Antakyalı ve Dursunlu köyünden olsa gerek, Facebook'ta profilini değiştirmiş. Profil fotoğrafı mı şöyle olmuştur: ”Allah Türkiye'yi korusun! / Türkiye için dua ediyoruz / Hepimiz Türküz!”

Bu cahlaşmış Arap'a yazmak için değil, ama bunu da okusun: Ne yaparsan yap, sen Türk'te olamasın!

Sen ancak yalaka insan olursun!

Sen ancak abin gibi, HaiN olursun!

Mahmut mu, buçuk insan değildir!

Abisi mi, zaten yoktur!

Sizler mi, yoksunuz!

Cephe'nin parasını kimler çaldı?

Bunun da hesabı sorulur.

Yarın, Antakya'ya gidiyor ve durumu yerinde inceleceğim.

Profilinizi, ”hepimiz Türküz” değiştirmekle mi kurtaracaksınız?

Allah, sizĺeri de korusun!

Allah sizleri, sizlerden korusun!

29 Mayıs 2016 Pazar

Mihraç Ural, SBS Radyosu Türkçe programında...



“Saldırılar insanlığı ve barış içinde birlikte yaşayan Suriye halkını hedef aldı”


Bir çok basın yayın organında öldürüldüğüne dair haberler yayınlanan ve Suriye'de Suriye Hükümeti saflarında savaşan ‘Mukavveme Suriye’ adlı örgütün başında bulunan Mihraç Ural SBS Radyosu Türkçe programına verdiği söyleşide, Esad yönetiminin en güçlü olduğu kentlerden Lazkiye ve Tartus'ta düzenlenen IŞİD saldırılarını, Rusya’nın Suriye’ye verdiği desteği ve Suriyeli Kürt’lerin Rakka’ya doğru ilerlemesi hakkında değerlendirmelerde bulundu.





27 MAYIS 2016


27 Mayıs 2016 Cuma

Kiminle çuvala girdiğini bilmek!





Fikret Başkaya


TBMM'den HDP milletvekillerini atma operasyonu haklı olarak şaşkınlık ve öfke yarattı. Oysa TBMM'nin ve siyasi partilerin ne mene şeyler olduğu bilinirse, öyle bir şaşkınlığa kapılmaya yer olmazdı... Benzer bir operasyon bundan 20 yıl kadar önce de yapılmıştı ve henüz belleklerden silinmiş değil... Aslında sorun rejimin niteliğine dair bir dizi yanlış anlamayla ilgili. O halde bir kaç kısa hatırlatma durumu netleştirmeye yarayabilir:

1. Resmi ideolojinin yüz yıldır yaymaya çalıştığının aksine 1923 yılında devlet kurulmadı. Adı değiştirildi. Bu devleti Türklerin ve Kürtlerin birlikte kurduğu söylemi de tam bir yalandı. Devletin kurulmaya ihtiyacı yoktu. Biraz sarsılmış olsa da yerli yerinde duruyordu. O süreçte bırakın Kürtlerin bir dahli olmasını Türklerin dahi bir dahli olmadı.

2. Türkiye Büyük Millet Meclisi [TBMM] ne büyüktü ve ne de 'milletin meclisiydi'. Baştan itibaren mülk sahibi egemen sınıfların ve devletin meclisiydi ve hep öyle kaldı. Oradaki "millet" dedikleri de kendileriydi. TBMM'nin halkla reel bir ilişkisi yoktu, İleri sürüdüğü gibi CHP devleti kuran parti değildi. devleti devralan devlet partisiydi. Nasıl TBMM'nin "milletle" bir ilgisi yok idiyse, CHP'nin de halkla reel bir ilişkisi yoktu. Tamı tamına bir devlet partisiydi ve hep öyle kaldı. Zaten 1923-1946 aralığında parti, hükümet ve devlet bir ve aynı şeydi. Şimdilerde de bu üçü yeniden birleşmiş bulunuyor... Bu gün artık  iktidar partisi, hükümet ve devlet arasındaki 'sınırlı ayrım' ortadan kalkmış bulunuyor. Böyle bir durumda burjuva anlamda bir siyasi partiden söz etmek artık mümkün değil. Bu "az gittik, uz gittik ama sonunda başa döndük" demeye gelir...

3. Geride kalan 97 yılda halk kitleleri şeylerin seyri üzerinde yeteri kadar etkili olamadı.  Tüm düzenlemeler devlet (memleketin sahipleri)  tarafından dayatıldı. Bu durum siyasal kültürün azgelişmişliğin sonucuydu. İmparatorluk döneminin tebâsı, kulu modern bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Bütün bu zaman zarfında kolayca itilip-kakıldı, aşağılandı... Demokratik-sol muhalefet bu yüzden akıl almaz bedeller ödemek zorunda kaldı. Geniş halk kitlelerinde 'aydınlanma' bir karşılık bulabilmiş değildi... Elbette bu hep böyle olacak diye bir kural yok. Şeylerin seyri eninde sonunda değişecektir. Zira, özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda kaybetmek diye bir şey yoktur

4. Siyasi partiler halkın değil, devletin ve daha genel bir çerçevede mülk sahibi egemen sınıfların (oligarşinin) partileridir ki, zaten bu ikisi bir ve aynı şeydir... Mülk sahibi sınıflar devlet, devlet de mülk sahibi sınıflar demektir... Bütün bu zaman zarfında ezilen ve sömürülen halk sınıflarının kendi iradelerini temsil eden siyasi partiler kurup, sürece müdahale etmelerine izin verilmedi. Her şeye rağmen kurulanlara da yaşama şansı tanınmadı. Sanılanın aksine siyasi partilerle halk arasında, seçenle seçilen arsında bir temsil ilişkisi söz konusu değildir. Siyasi partiler halktan oy alıyorlar ama aslında mülk sahibi oligarşiyi ve devleti temsil ediyorlar! Bizde siyasi partiler devletin diğer kurumları gibidirler, devletin uzantısıdırlar. Dolayısıyla kullanılan oyun bir karşılığı yoktur...

5. 1946 yılında "çok partili sisteme" geçiş, iktidarın (devletin) bir manipülasyonuydu. Sadece birden çok devlet partisinin kurulmasına izin verilmişti. İşçilerin, küçük çiftçilerin, daha genel olarak ezilen ve sömürülen sınıfların örgütlenmesi yasaktı. Kurulanların tamamı kapatıldı ve cezalandırıldı. 1962 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisinin ve 1990'lı yıllardan beri kurulan Kürt partilerinin başına nasıl çorap örüldüğü biliniyor...

6. Türkiye'de siyasi partilerin iki işlevi var: a. rejimi meşrulaştırıp-dayatmak, bu amaçla kitleleri aldatmak- oyalamak, sisteme 'demokratiklik' süsü vermek  ve b. bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak ve yağmalamak, eşi- dostu zengin etmek... Halkı aldatıp oyunu alıyorlar, sonra da "milli irade" tecelli etti diyorlar! Şeylerin seyri üzerinde halk kitlelerin gerçekten bir dahli olsaydı bu gün burası böyle mi olurdu? Siyasi partiler aslında benim "asıl devlet partisi" dediğim güç ve iktidar odağının (memleketin sahiplerinin) taşeronudurlar. Sınırı aştıkları düşünüldüğünde bir darbeyle veya 'mevzuat gereği' kapatılırlar, "sözleşmeleri" feshedilir... Zira devlet partisi de olsalar oy almak için halka bir şeyler vadetmek zorundadırlar. Bu onları kendilerine tanınan sınırı geçmeye,  güdümlü olmaktan çıkmaya zorluyor. Yaşanan gerilimin nedeni budur.

7. Türkiye'de "demokrasi" denilen tam bir sirk oyunudur. Siyasi partiler de zaten bir devlet kurumudur ve öyle işler... İç işleyişlerinde demokrasinin kırıntısı bile yoktur. Tek adam şirketidirler. Her şey bir tek adamın iradesine bağlıdır. Ve o tek adam bir kere partinin tepesine çöreklendi mi, öyle kolay kolay  orayı terk etmez . Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma ortalama süresi (aritmetik ortalama) 17,3 yıldı. Bizde sadece siyasi partilerin değil, derneklerin, sendikaların, odaların, vb.  30-40 yıl başkanlığının yapanların sayısı az değildir... 30 yıl belediye başkanlığı, 40 yıl muhtarlık yapanlar var... Velhasıl anti-demokratizm  tüm örgütlerin 'normal işleyiş halidir"!

8. "Türkiye laiktir laik kalacak" sloganının da bir karşılığı yok. Türkiye'de din hiç bir zaman devletten ayrılmadı. Devlet oldum olası dine karışmaya devam etti. Eğer siz dine karışırsanız. din de size karışırdı ve karıştı... Bütün bu zaman zarfında bu rejim, dozunu kendi ayarladığı bir dinci gericiliğe ihtiyaç duydu. Şimdilerde bir 'doz aşımı' durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Rejim hızlı bir tempoyla Suudi Arabistanlaştırılıyor... Hilafeti ihya etme planları var... Zira mülk sahibi sınıfların sadece  yalan-tahrifat ve yok saymaya dayalı uyduruk  resmi ideolojiye dayanarak yönetebilmeleri, iktidarlarını koruyabilmeleri mümkün değildi.. Toplumsal uyanışı engellemek, demokratikleşme taleplerini etkisizleştirmek, sol muhalefeti  bir alternatif olmaktan çıkarmak için dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Aslında o sloganı şu şekilde formüle etmek gerekiyor: " Türkiye laik değil ama mutlaka laik olacak"!

9. HDP'li milletvekillerini Meclis dışına atma operasyonunun terörle mücadeleyle uzaktan-yakından bir ilgisi yok. Tam tersine savaşı şiddetlendirmek ve faşist tırmanışı kurumsallaştırmak için öyle bir yola giriliyor. Asıl amaç tek adam diktatörlüğünü tesis etmek! Savaş ve çatışma ortamı egemen sınıflar için bulunmaz bir nimettir. Savaş ve çatışma dönemleri sömürü, yağma, talan, çalıp-çırpma için son derecede uygun bir zemin oluşturur. Kimseye hesap vermeye ihtiyaç kalmaz. Her türlü hukuksuzluk, ahlaksızlık mümkün  hale gelir... Öyle bir 'parlamento' ki, bir çoğunluk güruhu  milyonlarca insanın oyunu alarak seçilmiş başka milletvekillerini oradan atmaya cüret edebiliyor.... Bunun dünyanın başka bir ülkesinde bir benzerini var mıdır? Kendilerine savunma hakkı bile tanınmadan milletvekillerinin meclisten atılması ne demektir? Bu,  Türk demokrasinin bir marifetidir. Tabii böylece TBMM'nin ne mene bir gericilik yuvası olduğu, nasıl bir devlet kurumu olduğu, aslında kimin 'meclisi' olduğu da netleşmiş olmalıdır! HDP'li vekilleri oradan atmak,  milyonlarca insanın iradesini yok saymak değil midir? İşlerine gelince "milli irade" diyorlar ve utanmadan milyonlarca insanın iradesini yok sayıyorlar...

10. O halde neden bu kadar kolay yönetebiliyorlar, bu kadar küstahlaşabiliyorlar?

"Hırsızın kabahati" arş-ı alayı geçti de ondan. İnsanlar kolay aldanıyor, aldatılıyor, kandırılıyor... Aksi halde bunca zamandır hırsızlara oy vermezler, onları iktidara taşımazlar, yağma ve talana yol vermezlerdi... Tabii kapitalizmin kültürü çürüttüğünü, insanların tam birer tüketim nesnesine dönüştürüldüğünü de dikkate almak gerekiyor.  Artık her türlü, değerin, değer ölçüsünün, nirengi noktasının yok olduğu bir zamandayız... Geride kalan yaklaşık yüz yılda ezilen-sömürülen kitleler, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi bahsinde başarısız oldular. Daha da ötede bu kavramlar geniş halk kitlelerinde yeterli karşılığı bulamadı, kök salamadı. Bu ülkeyi yönetenler öyle olması için ellerinden geleni yere koymadılar. Elbette bu hep böyle gidecek diye bir kural yok. İçine sürüklendiğimiz bu durum, solun, ilericilerin, demokratların, faşizme karşı olanların, dinci gericiliği sorun edenlerin, gerçek laiklerin,  gerçek cumhuriyetçilerin, anti-kapitalistlerin... rüştünü ispat etmesi için bir fırsat sunuyor.  Başka türlü söylersek aslında şeylerin seyrini değiştirmek için  önümüze bir fırsat çıkmış bulunuyor. O halde bütün mesele bu fırsatı kullanıp-kullanmamakla ilgili demektir...

14 Mayıs 2016 Cumartesi

EL ZARA KÖYÜNDE TOPLU KIYIM VAR…





Mihrac Ural

El Zara köyü sabahtan itibaren yakın yöredeki gölden sızarak gelen katil sürüsü terör şebekeleri kıyım yaptı 500 esir de aldı. Sivillerden başka kimsenin olmadığı bu köy Alevi köyü ölerek böylesi bir toplu kıyıma maruz kaldı. Suriye’deki savaşın hiçbir yanı mezhep savaşı değildir Bu savaş emperyal güçlerin enerji kaynakları ve yollarını tutma savaşıdır. Bölgedeki kukla devletler, Türkiye’nin diktatörlük rejimi Katar ve Suudi gibi terör patronlarının emriyle kıyımı uğradı.

Suriye devleti laik bir Sünni devletidir. Emperyalizmi ve siyonizme karşı ve onların kuklası terör şebekelerine direnen Esad yönetimini yıkmak isteyenler vatansever herkesi kıyıma uğratıyorlar. Olaya mezhep görüntüsü vermek için de nerede bir Alevi topluluk bulurlarsa toplu kıyım yapıyorlar. Gerçekte Aleviler kadar Sünniler bu direnişin temel gücüdür ve odakta olan onlardır. Bölgenin Sünni mezhep insanlarının direnme kalesi haline getirdikleri Suriye’ye diz çökertmek, esasında direnen Sünniliği yıkma amacı taşımaktadır. Suriyeli Kürtlere kıyım kadar Arap Sünnilere yapılan kıyımın esası budur. Aleviler ise 1400 yıllık direnişleriyle direnen safların kalesidir bunun da yıkılması çıkarlarının gereği olarak gelmektedir. El Zara Hama -Humus illerinin stratejik güney bölgesinin yol bağlantılarını oluşturur. Burada yapılan kıyım bu açında da büyük önem taşımaktadır.

İnsanlık bu kıyıma sesiz kalmamalıdır. Ölüm kültürünün esiri bu kuklaların el zara kıyımı bölge insanlığının kıyımıdır.

KONUYLA İLGİLİ TWİTLERİM

-El Zara köylülerinden 500 esir var, yakındaki gölden sızıp gelen terör kıyım yapmıştır. İnsanlık bu kıyıma sesiz kalma, bu bir vahşettir

-El Zara, kıyıma rağmen var olacaktır,terörü de yerle bir edecektir.Kıyımın organizatörü diktatör Erdoğan Katar Suudi ve dünya şer güçleridir

-El Zara alevi köyüdür laik insanların vatan severlerin köyüdür.Sivildir ama tekfirci terör mezhepçidir el Zara'daki kıyımı ölüm kültürüdür

-Tekfirci terör, diktatör RTE'nin ve şer güçlerinin kuklası katiller olarak Laik Suriye'yi yıkmak istiyor Kürdü Arap’ı Türkü katlediyor.

-Bölge laikliğinin kalesi Suriye’dir. Suriye’de şer güçleri ve terörün çıkar kavgası var bunun için insanlık kıyıma uğruyor; El Zara'ya ses ver

-Laik Suriye Türkiye halklarının yaşam güvencesidir bunu bilmeyenler Zara kıyımına seyirci kalıyor; ama sıra onlara da geliyor bunu bilsinler

-Bir tarafta Kürdü katleden, diğer tarafta vatansever Sünni'yi katleden şimdi de Alevi köyü el Zara'yı kıyıyor insanlık medyası neredesin...

-Humus 'un Alevi köyü el Zara kıyımda. Selefi terör şebekleri ölüm kültürleriyle saldırıyor. Yaşam kültürünü savunan insanlık neredesin...

-Alevi kuruluşları neredesiniz Humus el Zara Alevi köyünde kıyım yaşanıyor bu kıyım 14. Alevi kıyımıdır uyanın artık Laik Suriye laik kalacak

-Humus el Zara Alevi köyün kıyımda insanlığı savunanlar neredesiniz. Halebi almak için yıkımı ve kıyımı yapanlar şimdide el Zara'yı kıyıyorlar

-Terör esiri kuklalar ölüm kültürlerini Alevi el Zara köyünde insanları katlederek ikame ediyorlar. Suriye yaşam kültürüdür yenilecekler.

-Laik Suriye el Zara Alevi köyünde işlenen kıyıma karşı daha da güçlüce laikliği savunarak cevap verecektir. Ölüme kültürüne karşı yaşam kültürünü savunacağız

-El Zara köyünde işlenen katliam mezhep kıyımında ısrarlı olan terör kuklalarının işidir. Suriye asla mezhep çatışmasına yönelmeyecektir

-Suriye olaylarının hiç bir boyutu mezhepsel değildir şer güçlerinin ekonomik çıkarları siyasi egemenlik çıkarları esastır; terör sadece aracı bir kukladır.

-Humus El Zara köyünde terör şebekeleri kıyım yapıyorlar. Alevi köyü olması nedeniyle basında öne çıkarılmaması bir hatadır; onlar da insan

----
12 Mayıs 2016 / Perşembe -Lazkiye



Unutursan kazığı yersin...




Hüsnü Mahalli


 100 yıl önce bugünlerde yani 16 Mayıs 1916'da İngiliz Sykes ve Fransız Bicot çok önemli bir anlaşmaya imza attılar.

Rus imparatorluğu anlaşmanın içeriğini biliyordu.

Anlaşmaya göre İngiltere ve Fransa Osmanlı denetiminde olan Ortadoğu topraklarını paylaşıyor.

Anlaşma görüşmeleri Aralık 1915'te başlamıştı.

Öncesinde İngiltere, Fransa ve Rusya'nın dolaylı-dolaysız rol oynadığı Ermeni Tehcir sorunu yaşanmıştı.

Çanakkale az öncesindeydi.

6 Mayıs 1916'da Şam Valisi İttihatçı Cemal Paşa Suriye ve Lübnan aydınlarını darağaçlarında sallandırdı.

Namı-değer Lawrence ve Bayan Bell full-time çalışıyordu.

Maniki Dünya kitabımda özetle anlattım.

Bell ve Lawrence paylaşılacak bölgenin haritalarını çiziyorlardı.

Lawrence ve Bell Arap aşiretlerini Osmanlıya karşı ayaklandırmak için son hazırlıkları tamamlamışlardı.

Bol miktarda işbirlikçi bulmuşlardı.

Suud, Haşimi ve diğerleri.

9 Haziran 1916'da  ayaklanma Mekke'den başlatıldı ve Osmanlı bir yıl içinde bölgeden atıldı.

1917 Ekim Devrimi sonrasında Lenin İngiltere ve Fransa'nın  gizli anlaşmalarını deşifre etti ve kurtuluş savaşını başlatan Atatürk'e destek verdi.

İngiltere ve Fransa El-Suud, El-Hişim, El-Sani, El-Halife, El-Nehyan, El-Sabah ve diğer el ve ayaklarla bölgeyi yönetmeye başladı.

Fransa ve İngiltere Sykes-Bicot'dan bir yıl sonra dünyanın her tarafında yaşayan Yahudilere 'Gelin size Filistin'i verelim' dedi.

1945'te ABD Başkanı Roosevelt Suudi Kralı Abdülaziz ve Mısır Kralı Faruk ile bu konuda anlaştı.

1947'de İsrail devleti kuruldu.

Sonrasında bu coğrafya hiç durulmadı.

Sürekli kan, gözyaşı ve acı yaşadı.

Etnik, dinsel ve mezhepsel nedenlerle.

Suudi'ler bunun için milyarlarca dolar harcadı.

Tıpkı şimdi olduğu gibi. Tek farkla.

'Arap Baharı' öncesine kadar Türkiye bu oyunun dışındaydı.

Atatürk 'Yurtta sulh Cihan'da sulh' demişti.

AKP dinlemedi ve 'Cihan'da savaş Yurtta savaş' dedi.

Bunun için Osmanlıya kazık atan Suudilerle birlik oldu.

Yalnız Suudi'ler değil Ürdün ve Körfez ülkelerinin  kral, emir ve  şeyhleriyle de.

El ve ayaklar. Sonuç ortada.

Coğrafyamız 100 yıl öncesine geri götürüldü.

Dijital çağ farkıyla.

Sykes-Bicot'nun 100 yıl önce planladığı coğrafyamız 'Arap Baharı'yla bir 200 yıl sonrasına taşındı.

Aynı 'El'ler sayesinde.

Artı El-Erdoğan.

100 yıl önce Sykes-Bicot İsrail için yapıldı 100 yıl sonra yine HERKES İsrail için çalışıyor.

Hem de 'en hakiki' İslam adına! Devletler, hükumetler, krallar, emirler, şeyhler, başkanlar, örgütler, dernekler ve bilumum şekil ve şemalar.

Bakmayın siz 'İsrail, Siyonizm ve Yahudi' karşıtı söylemlerine.

Hepsi palavracı.

Hepsi İsrail'in hizmetinde.

Dolaylı-dolaysız.

Bilerek- bilmeyerek.

Abdestli-abdestsiz.

Ne demişti İsrail'in ilk Cumhurbaşkanı Ben Gorion?

Hem de 1957'de İstanbul'a gizlice gelip Menderes ile görüşmeden önce.

'Irak, Suriye ve Mısır dağıtılmadan İsrail rahat edemez'.

Nil'den Fırat'a kadar.

Şimdi olduğu gibi AKP yönetiminde Ankara'nın yardımıyla.

AKP olmasaydı bu coğrafya asla ve asla bu hale gelmezdi.

AKP olmasaydı Irak, Suriye ve Mısır bu şekilde perişan edilemezdi.

Yemen, Libya, Lübnan ve diğerleri bonus.

AKP olmasaydı bu coğrafya asla ve asla IŞİD ve NUSRA gibi ruh hastası örgütleri tanımayacaktı.

AKP olmasaydı bu coğrafyanın kral, emir ve şeyhleri hiç bir şey yapamazdı.

100 yıl önce Osmanlıya ayaklanan ve Türklerden nefret eden  'El'ler 100 yıl sonra Osmanlı mirasçısı El-Erdoğan'la birlikte yeni bir Sykes-Bicot peşindeler.

Moral sponsor: El-Netenyahu.

Ben Gorion'un torunu.

Hikâyenin adı: 'Arap Baharı'.

Hem de en kanlısından.

İslam Siyonist Yahudi İsrail'in hizmetinde.

Beraber çamurlandık yağmurlarda!

Beraber yedik kazıkları.
---