30 Nisan 2010 Cuma

1 Mayıs Kutlu Olsun!..

Demir Bilgin
Demir.bilgin@yahoo.dk

1 Mayıs, dünya işçilerinin birlik, dayanışma ve mücadele günüdür.

1 Mayıs, dünyanın her tarafında işçilerin, sınıf savaşımın açıkça sergilendiği bugünü büyük gösterilerle kutluyor. 1 Mayıs, 8 saatlik işgünü için verilen bir tarihsel kavganın sonucu olarak, bu anlamlı günü büyük eylemlerle kutluyor.

Sınıf mücadelesinin sergilendiği 1 Mayıs, Türkiye’de, Kürdistan’da ve tüm Ortadoğu’da da kutlanıyor. Türkiye’de, Kürdistan’da ve tüm Ortadoğu’da ezen ve ezilen ulus işçileri ve emekçileri 1 Mayıs’ı büyük ümitlerle kutluyor. Türkiye’de ve Türkiye Kürdistan’ında ve tüm Anadolu’da yaşayan halklar, Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Laz...33 yıl aradan sonra 1 Mayıs’ı, yasal olarak, Taksim’de kutlayacak, birlikte elele tutuşarak 1 Mayıs 1977 katliamın hesabını, haklı olarak, soracaklardır.

Bu bağlamda ve anlamda ve bu tarihsel hesaplaşma ile, Taksim’e girmeli ve 1 Mayıs’ı kutlamalıyız.

Ama 1 Mayıs, yalnız Taksim alanı değildir. 1 Mayıs, işçi sınıfı ve müttefiki emekçi kitlelerin yaşadığı ve bulunduğu her yerdir.

Halklar mozaiği olan bir Anadolu’da 1 Mayıs, değişik istemlerle kutlanıyor, kutlanacaktır. Örnek olsun, Diyarbekir Kürt işçi ve emekçileri, 1 Mayıs’ı, haklı davaları için, öz-kimlikleri için var olan olan tarihsel ezgiye karşı olarak kutlayacaktır. 1 Mayıs, bu anlamda hertürden ezgi, sömürü ve ırk ayırımcılığa karşı, birlikte mücadele etme ve dayanışma günü oluyor. Bu anlamda 1 Mayıs, tüm Anadolu halklarının ortak devlet ezgisine karşı, saflarını sıklaştırdıklar gün oluyor.

1 Mayıs, Anadolu ve tüm Ortadoğu’da ,Newroz gibi, Mazlum Doğan şahsında, birlik, dayanışma ve mücadele günü oluyor.

1 Mayıs, AKP’den, ordu içerisindeki ırkçılardan, “Balyoz”, “Ergenekon” gibi adlandırmalarla ortaya çıkan kuruluş ve insanlardan da hesap sorma günü oluyor.

1 Mayıs, aynı zamanda, Irak, Afganistan, Filistin ve tüm Ortadoğu’da, emperyalizme ve siyonizme karşı da bir mücadele günü oluyor.

1 Mayıs, genelde dünya işçilerinin, özelde tarihten silinmek istenen tüm insanlarının birlik, mücadele ve dayanışma günü oluyor...

1 Mayıs, kendini tanıma ve sınıf bilincini göstereme günüdür. 1 Mayıs, varlığımızı, gücümüzü ve niteliğimizi gösterme günüdür.

1 Mayıs, kutlu olsun!

Yaşasın 1 Mayıs! Biji Yek Gulan!

25 Nisan 2010 Pazar

Ermeni Soykırımı ile ilgili tüm arşivler yok edildi

İsmail Beşikçi: Ermeni Soykırımı ile ilgili tüm arşivler yok edildi

Ankara'da düzenlenen sempozyumda konuşan Sosyolog İsmail Beşikçi, araştırmacıların, üniversite hocalarının hiçbir bilgiye ulaşamadığına işaret ederek, 'Ermeni soykırımı ile ilgili tüm arşivler yok edildi' dedi. Tuma Çelik ise 'Türkiye hoşgörülüdür' sözlerine tepki göstererek, 'Biz hoş görülmek zorunda mıyız?' dedi.

Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi'nin düzenlediği 'Hrant'ın Bıraktığı Yerden Öncesi ve Sonrasıyla 1915 İnkar ve Yüzleşme Sempozyumu, 'İttihat ve Terakki'den Kemalizme Resmi İdeolojik İnkar ve İmha' başlıklı oturumuyla devam etti. Moderatörlüğünü Prof. Dr. Fikret Başkaya'nın yaptığı ikinci oturumda konuşan Avrupa Süryaniler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Tuma Çelik, Süryanilerin halen inkar edildiğine işaret ederek, Süryani olmanın bir suç olmadığına dikkat çekti ve 'Osmanlı, Türkiye hoşgörülüdür' deniliyor. Biz niye hoş görülmek zorunda kalıyoruz. Süryani olmam bir suç mu, farklı olmam bir suç mu?' dedi.

Daha sonra konuşan Sosyolog İsmail Beşikçi ise, araştırmacıların, üniversite hocalarının, bu konuya ilişkin araştırma yapan herkesin hiçbir bilgiye ulaşamadığına işaret ederek, 'Resmi ideoloji nedeniyle soykırımla ilgili bütün arşivler yok edildi' şeklinde konuştu. Beşikçi, bu yaklaşımın halen Türkiye'nin siyasal hayatına hakim olduğunu belirtti. Beşikçi, 1990'lı yıllarda yaşanan katliamlarla ilgili 2080 yılında bile belge bulunamayabileceğine dile getirdi.

'Kürtlerde Ermenilere karşı antipati var, bunun nedeni nedir?' sorusunu yanıtlayan Beşikçi, aksine Ermenilerde Kürtlere karşı bir antipati olduğunu belirtti. Beşikçi, 'Teşkilat-ı Mahsusa yöneticileri soykırımda bazı Kürtleri maddi manevi ödüller karşılığında kanımca tetikçi olarak kullandığı için bu antipati oluştu' dedi. Türkiye'de, Kürt, Ermeni, Süryani, Alevi sorunu olmadığını, Türk sorunu olduğunu vurgulayan Tuma Çelik ise bunun 1800'lü yıllarda başladığını dile getirerek, 'Bizim halkımızın yaşadığı bölgede yani Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde 4000'den fazla köy tamamen boşaldı. O köylere daha sonra başka insanlar da girdi. O topraklarda büyüyen insanların bir bölümü Süryanilerle akraba olduklarını söylerler. Bu da tarihi bir belgedir' diye konuştu.

'Ermenilerin mallarının verildiği iddiası asılsızdır'

'Sermayenin Türkleştirilmesi ve Ermeni Emval-i Metrukesine ne oldu?' başlığı altında gerçekleştirilen üçüncü oturumda konuşan Mehmet Polatyel, Emval-i Metruke'nin terkedilmiş mallar, el konulan mallar anlamına geldiğine işaret ederek bu alanın ihmal edildiğine dikkat çekti. Bugüne kadar daha çok soykırımın ideolojik- politik yönleri üzerinde durulduğunu ifade eden Polatyel, soykırımın bu boyutunun ihmal edildiğini belirtti. Polatyel, resmi ideolojinin 'Ermeni mallarının geri verildiği, Ermeniler dönerek mallarını aldı' iddiasında bulunduğunu hatırlatarak, bu iddiaların 8 Ocak 1920'de çıkarılan kararnameye dayandırıldığını ifade eden Polatyel bunların asılsız olduğunu kaydetti.

DİHA

24 Nisan 2010 Cumartesi

Volkan Külleri, Bilim ve İnsan-Doğa İlişkisi‏

Prof. Dr. İbrahim Ortaş
iortas@cu.edu.tr

İletişim ve Ulaşım Teknolojisi Dünyayı Birbirine Bağladı

İnsanın insan olması ile başlayan merak ve doğanın yasalarını öğrenme isteği, sonunda doğanın yasalarını kullanarak yaşamı kolaylaştırması serüveni halen devam ediyor. İnsan son 100 yılda geçmişte binlerce yılda gerçekleştirdiği bilgileri teknolojiye dönüştürerek kıtalar arası ulaşım süresini daha da kısalttı. Ulaşım ve iletişim devrimi ile belli bir birim zamanda daha hızlı hareket etmeyi başardık. İnsanlık 1850'li yıllarda saatte ancak 16 km hızla ilerleyebilen teknolojiye sahipken bugün saatte 1000 km hızın üzerinde hareket edebilen araçlar ile ulaşım sağlayabilmektedir.

İşin bir yüzü bilim ve teknoloji ise onun sınırı yine de doğada saklı. 1970'li yıllarda Amerikalı Alven Tofler "future shock" kitabında belli zaman diliminde milyonlarca insanın dolaşımından bahsediyordu. Ancak bir gün doğanın gücü karşısında zorda kalabileceğinden bahsetmiyordu.

Ekoloji Bilgisi

ÖnemliEkolojinin önemli ilkelerinden biri "Çin'de bir yaprak kımıldasa okyanusta fırtınaya dönüşür" sayıltısıdır. Belki birçoğumuz dünyanın bir başka bölgesinde meydana gelen bir doğa olayını çok önemsemeyiz ancak duyarlı insanlar ve bilim insanları yer yüzeyinin bütünsel etkisini bildikleri için sürece geniş pencereden bakarlar. Bilirler ki dünyanın bir ucunda ekosistemde meydana gelecek bir değişim kendi hayatlarını da etkiler. Nihayet en son 16 Nisanda İzlanda adasında Eyjafjallajökull yanardağının binlerce metre yükselen külleri rüzgârın etkisi ile Avrupa semalarını kaplayınca bir anda Avrupa'daki binlerce uçuş noktası durdu ve kimsenin öngöremediği bir çaresizlik başladı. Eyjafjallajökull ismi İzlanda dilinde üç kelimenin bileşiminden oluşuyormuş. Ada anlamına gelen "Eyja" "dağ" anlamındaki fjalla ve buzul anlamındaki "jökull" kelimelerinin birleşmesi ile "ada dağı buzulu" demekmiş. Eyjafjallajökull'un günlerce süren volkan püskürmesi sonucu oluşan volkan külleri ciddi bir kirlilik ve uçuş riski yarattı.

Volkan Patlaması İnsanın Hareket Alanını Bir Anda Kıstı

Çoğumuzun coğrafya dersinde üstünkörü bildiğimiz buzul adası İzlanda bir anda dünyanın ilgi odağı oldu. Benim de İzlanda hakkındaki bilgim Kuzey Amerika'ya uçarken uçaktan izlediğim bembeyaz buzul ülkesi ve geçen yıl yaşadıkları ekonomik kriz dışında haklarında pek bilgim yok. Ancak şimdi İzlanda'ya yakından bakmak ve anlamak zorunda kalıyorum. Şimdi daha iyi anlıyorum ki İzlanda'daki yanardağın patlaması benim hayatımda da yer edindi, Afrikalının da, Asyalının da yaşamında önemli bir yer edindi. Bir anda her ülkenin ekonomisi etkilendiği için herkes otomatik olarak etkilendi. Dünya endüstri ülkesi Almanya'nın başbakanı Merkel, ABD dönüşü ülkesine uçağı ile inemediği için Roma'dan Berlin'e kadar otobüs yolcuğu yapmak zorunda kaldı. Afrika'dan Avrupa'ya canlı bitki ticareti durdu, kargolardaki binlerce ton gıda taşınamadığı için bozuldu. Çok sayıda turist yolda kaldı. İş ve bilim insanları gitmek istedikleri yere gidemedikleri gibi milyonlarca insan binlerce kilometre uzaklardan evlerine dönemediler.

Bilim Çevreleri de Volkan Külünden Nasibini Aldı

Ben de bu süreçte payıma düşeni aldım. COST 870 aksiyonunun Portekiz'deki toplantınsa günler öncesinden hazırlık yapıp zamanında adresime uçtum. Ancak Kuzey Avrupa ülkelerinin katılımcıları uçakların uçamaması nedeniyle toplantıya gelemeyince toplantı ertelenmek zorunda kadı. Onlarca insan önceden yer ayırtmış, toplantı hazırlığı yaptıkları için ciddi maddi ve manevi zarara uğradılar. Toplantının tatil edilmesi sonrası erken geri dönmek üzere uçak bileti bulamadığım zaman bazı şeyleri daha iyi anladım. Böyle durumlarda paranın da nihayet işlevinin sınırlı olduğu gerçeğini yaşadım. Adana'dan yola çıkmadan çantamdaki telefon fihristimi de ağırlık yapmasın diye yanıma almamıştım. Bir anda iletişime geçmeniz gereken değişik adreslere ulaşmak için çok değişik kaynaklar üzerinden arama yapmak, ciddi bir fatura daha çıkardı. Bilet değişikliği de tuzlu oldu.

İnsanlık Her An Hayata Hazırlıklı Olmalıdır

İzlanda da başlayan volkan patlaması ile bir anda insanın doğa karşısında çaresiz kalması akla birçok soruyu getirdi. İnsan madem doğaya bağımlı o zaman doğanın yasalarını daha iyi anlamalı, ancak doğanın bütün unsurlarına da saygı duymalıdır. Yakın geçmişte New York kentinde bir gün elektriklerin anında kesilmesi ile insanlar yer altında metrolarda kaldı. Bir anda insanlar sudan çıkmış balığa döndü. Her şeyin elektriğe bağlı olduğu yaşam biçimi çok sayıda yaşama mal oldu. İşlerin aksamasına neden oldu. Zaman zaman üniversitemizde de kısa süreli elektrik kesintisi sonrası birçoğumuzun bir anda ne yapacağım dedirten durum kısa sürede elektrik bağımlısı duruma geldiğimizin açık işareti. Yanardağın beklenmedik şekilde küresel düzeyde yarattığı etki, korkarım önümüzdeki dönemlerde yeni beklenmedik süreçler ile karşı karşıya kalabileceğimizin göstergesi olmaz. Marmara depreminde telefonların çalışmaması, köprülerin yıkılması, yolların yırtılması ve kullanılamaz duruma gelmesi bir anda insanı çaresiz bıraktığını hatırlayınca doğanın karşısında yetersizliklerimizin olabileceğini, alternatifleri de elden kaçırmamak gerektiğini ortaya çıkarmaktadır.

Mevcut hali ile küresel düzeydeki iklim değişimlerinin yakın gelecekte yaratacağı etkiler ve olası beklenmedik durumlara insanın hazır olması gerekir. Her şeyi dışlayıp işin kolayına kaçmamak gerekir. Olası mikrobiyel hastalıklar, fırtınalar, tusanimler, depremler, elektromanyetik dalga hareketleri teknolojinin kullanım alanını sınırlandırabilir. Böyle durumlarda insan yeniden tabanların, kolların gücüne ihtiyaç duyabilir. İnsan ata, eşeğe, deveye, öküze gereksinim duyabilir. Bütün bunlar doğadaki canlıları ve çeşitliliği yok etmememiz gerektiğini hatırlatıyor. Doğanın sunduğu bu gücü küçümsemeyelim, ondan karşılıklı düzeyde yararlanmayı bilmemiz gerekiyor.

Bilime Güvenelim Ancak Doğanın Yasalarını Unutmayalım

Benim açıkçası gelecek ile ilgili en büyük kaygılarımdan biri, mikrobiyel hastalıkların yayılması sonucu ciddi anlamda hastalık ve zararlıların etkisinin milyonların telef olmasına neden olması yönündedir. Diğeri de olası iklim değişimlerinin tarım üzerindeki olumsuz etkilerinin yine milyonların yer değiştirmesine ve açlıkla karşı karşıya gelmesi yönündedir. Bu iki felaket, ciddi olarak insanlığı zorlayabilir. Halen modern hayat tarzına alışan insanın böyle durumlarda ne yapabileceği beni düşündürüyor.

Amacım teknolojiyi küçümsemek değil, tersine teknolojiyi kullanalım ancak ekolojinin yasalarını bilerek kullanalım. Bilim insanın doğayı tanıması kadarını teknolojiye uyarlıyor. Ancak insanın daha üstesinden gelmediği birçok sorun var. Doğanın karşısında halen güçsüz olduğu durumlar var. Çünkü insan doğaya bağlı, doğanın sunduğu imkânlar sayesinde varlığını sürdürüyor. İnsan doğayı halen kontrol edecek güçte değildir. Ancak insan doğa ile barışık yaşarsa, doğanın prensiplerini iyi kavrarsa yaşamını anlamlı kılar.

Paranın Gücü Her Zaman Geçerli Değildir

Aksi durumda, sahip olduğumuz teknoloji ve para gücü ile her şeyi çözeriz dendiği zaman bilelim ki olası durumlar ile karşı karşıya kaldığımızda, elimiz kolumuz bağlı kalabiliyor. Şimdiden gerekli ve olası önlemleri alalım ve geçmişte kullandığımız alternatif kaynakları toptan elden çıkarmayalım demek isterim. Bunun anlamı geriye gidelim değil, ileriye giderken olası riskleri düşünelim uyarısı yapmak isterim.

Demir Yolu Taşımacılığı Yeniden Gözde Ulaşım Aracı Olmaktadır

İzlanda'daki volkan patlaması sonucu Avrupa'da en çok iş gören ulaşım aracı tren olmuştur. Avrupa'da tren bu denli gelişmemiş olsaydı, süreci daha zor atlatırlardı. Ülkemizin de en çok ihmal ettiği demiryollarına önem vermesi ayrıca düşünülmelidir.

Önemli olan yaşanandan ders çıkarmak, olası durumlara kaşı nasıl organize olabileceğimizi bilmek, toplumu bilinçlendirmek için şimdiden hazırlıklı olmaktır. Ben kendi payıma bu süreçten çok şey öğrendim. Umarım, işin "doğa" yanını hepimiz hatırlamış olsun.

22 Nisan 2010, Perşembe, Adana

23 Nisan 2010 Cuma

Duyusal bütünleşme ve çocuğun kurtuluş yolu...




“Kavgamız duyuları çalınan çocuğun, duyularını kurtarma ve onları tekrar kendisine iade etme kavgasıdır. Tekelci ve işgalci bir Türkiye’de, pedagojik kavgamızın bir yönü bu oluyor.

Kavgamız, çocuklarımızı bu tekelci ve işgalci toplumdan, bu toplumun insani bakışından kurtarma kavgasıdır. Bu, çok yönlü ve zor bir kavgadır. Bu, özünde bir dönüşüm kavgasıdır. Bu son tahlilde bir devrim kavgasıdır. Pedagojik kavgamız, bunun içindir. Uğraşlarımız, yerelden, aileden başlamak üzere, ”aile devrimi” ile çocuklarımızı değiştirme, geliştirme ve dönüştürme kavgasıdır.”


Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Daha önceki yazılarımda vurgulamıştım: Türkiye’de çocuk ve çocukluk, her yönüyle ihmal edilmiştir. Türkiye’de ve Kürdistan’da çocuk, her yönüyle ihmal edilmiş ve işgal altına alınmıştır. Bu nedenle, Türkiye’de ve Kürdistan’da, ihmal edilen ve işgal edilen çocuk ve çocukluk devresi üzerine durmak, her zaman güncel ve vazgeçilmez bir görev oluyor. Bu yazı, bu perspektifle, ihmal edilen çocuğun duyusal bütünleşmesi ve önemi üzerinde bir yazıdır.

Yazıma şöyle başlıyorum: Çocuğu anlamak için, önce çocuğun nasıl bir toplumda geliştiğini bilmek gerekiyor. Burada iki soru var:

Bir: Çocuğun geliştiği toplum nasıl bir toplum?

İki: Çocuğun geliştiği toplumun insani bakış açısı nedir?

Çocuk ve çocuk gelişiminin anlaşılmasında anahtar sorular bunlardır.

Daha önceleri yazdım, tekrarlıyorum: Tekelci ve işgalci bir Türkiye’de çocuk, resmi otoriter eğitimin baskısı ve işgali altındadır.Böylesi bir toplum ve bu topluma hizmet eden bakış, tekelci ve işgalci sisteme hizmet eden bir bakış oluyor. Bu bakış açısından, zindancı, işkenceci ve çocuk katilleri doğuyor. Bu bakış açısının resmi ideolojisi, Kürt, Arap, Ermeni, Laz ve diğer Anadolu halkları için zulüm oluyor.

Tekelci ve işgalci toplumun bu otoriter eğitimi ve çocuğu ”tabula rasa’dır”. Tabula rasa, üzerinde yazı yazılmamış ”kara tahtadır”. Kara tahtaya çevrilen çocuk, dışarıdan, yani tekelci ve işgalci sisteme hizmet veren öğretmenler tarafından doldurulacaktır.

İşte, pedagojik kavgamız böylesi bir topluma karşı, bu toplumun yarattığı otoriter eğitime karşı bir kavgadır.

Kavgamız duyuları çalınan çocuğun, duyularını kurtarma ve onları tekrar kendisine iade etme kavgasıdır. Tekelci ve işgalci bir Türkiye’de, pedagojik kavgamızın bir yönü bu oluyor.

Kavgamız, çocuklarımızı bu tekelci ve işgalci toplumdan, bu toplumun insani bakışından kurtarma kavgasıdır. Bu, çok yönlü ve zor bir kavgadır. Bu, özünde bir dönüşüm kavgasıdır. Bu son tahlilde bir devrim kavgasıdır. Pedagojik kavgamız, bunun içindir. Uğraşlarımız, yerelden, aileden başlamak üzere, ”aile devrimi” ile çocuklarımızı değiştirme, geliştirme ve dönüştürme kavgasıdır.

Böylesi bir yola hizmet eden katılımcı pedagojik eğitim süreci, gelecek aile devrimi için birlikte bilinçlenme süreci oluyor. Birlikte bilinçlenme, yarının katılımcı toplumunu kurmak ve bu toplumun yeni insanını yaratmak oluyor. Bu devrimci toplumun insanı, duyularını topyekün olarak geliştiren ve bütünleştiren insandır. Bu bağlamda, duyusal bütünleşme, birincil derecede önem kazanıyor. Bu anlamda duyusal bütünleşme, ”eylemsel yetkeli” insan oluyor. Eylemsel yetkeli insan, içinde bulunduğu koşulları ile dünya arasındaki bağıntıyı gören, anlayan ve değiştiren insan oluyor. Devrimci insan oluyor.

Duyusal gelişim, bu süreçte, çocuk gelişiminde, ilerici niteliksel sıçramalarda, önemli bir süreç oluyor. Dönüşüm oluyor.

Eylemsel yetkeli insanın duyusal gelişimi ve duyusal bütünleşmesi, içinde yaşadığı tekelci ve işgalci toplumdan kurtulmak mücadelesidir. Bu; Kürt, Türk, Arap, Ermeni, Laz ve tüm Anadolu halklarının tekelci ve işgalci sisteme karşı topyekûn mücadelesi demektir. Birliktelik demektir.

Bu çerçevede, duyusal bütünleşme, toplumu içten hissetme ve tanıma süreci oluyor; yaşadığı tekelci ve işgalci toplumun verdiği ve yarattığı, korku, acı, red, inkâr, asimilasyon sürecini tanıma ve buna karşı mücadele etme durumu oluyor.

Duyusal bütünleşme bu evrede, beyinsel bütünleşmedir. Beyinsel bütünleşme, insanın özdeğeri oluyor. Özdeğer, duyusal entegrasyonun, beyinsel olarak ta butünleşmesidir. Bu entegrasyon bütünlük, devrimci insanı yaratıyor.

Türkiye’de ve Kürdistan’da, her yönüyle ihmal edilen ve işgal edilen çocuğu kurtarmanın yolu bu süreçten geçiyor. Bu süreç tekelci ve işgalci bir Türkiye’den kurtuluş sürecidir. Bu süreç, aile devriminde, çocuğun kurtuluş süreci ve devrimi oluyor.

Pedagojik kavgamız bunun içindir.

Pedagojik kavgamız, ”ezilenlerin pedagojisini” ”umudun pedagojisi” haline çevirmek içindir.

22 Nisan 2010 Perşembe

İşgal-i fuzuliye vergisi



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Vatandaşın verdiği vergilerle maaşlarını alan milletvekilleri yaşamı kolaylaştırmak için yasama ve yönetimi denetleme görevini üstlenmişlerdir. Son günlerde anayasayı asrımızın şartlarına uygun hale getirmek için TBMM si çok sıkı bir çalışma sürecine girmiştir.

Fakat muhalefet tasarıdaki eksiklikleri dile getireceklerine, ciddi öneriler tavsiye edeceklerine, katılım kifayeti üzerine oylamalar yaptırarark, çeşitli öneriler vererek yasama görevini savsaklaştırmak gibi çocukca girişimlerde bulunmaktadırlar. Bu davranışları bana ciddi gelmiyor. Osmanlıda İŞGAL-i FUZULİYE vergisi vardı. Muhalefet milletvekillerine meclisi boşuna zaman kaybına uğrattıkları için bu vergiyi tarh etmek gerektiğini düşünüyorum.

Bir MHP başkanvekili CAZGIRLIK yaparcasına ‘’dedin, demedim’’ laflarıyle meclisin zamanını israf etmekten çekinmiyor. Çok çirkin bir tuluata başvuruyor. Eski Tuluatcılardan NAŞİD, daha sonra İsmail DÜMBÜLLÜ edepli güldürücülerdendi.

CHP nin tombul başkanvekili ise haksızlığa uğramış sokak delikanlıları gibi eli havada meclis başkanına naralar atıyor.

Birde her oturumda CINGAR çıkarmakla vazifeli müstakil milletvekili var ki displin cezası almadan susmuyor.

AK partililerde muhaliflarin bazı müsbet önerilerine kategorik red oyu kullanarak samimiyetlerine gölge düşürüyorlar. Mesela hayvacılığın desteklenmesi önerisi için komisyon kurulması aktuel bir problem için lüzumlu olabilirdi. Zira et fiyatları AK partiye seçimi kaybettirecek etkide olabilir. Taş atan çocukların hapishanede tutulması demokrasimiz için yüz karasıdır. Seçimlerde hala % 10 barajın bulunması CHP nin olduğu kadar AK partininde kurnazlığına delalet eder.

Milletvekillerini oylamaya katmamak, yahut oylarını kontrol mekanizmaları kurmak kendi milletvekillerine güvensizlik alametidir. Bu türlü davranışlar seçmenleri nazarında güven kaybına sebep olmaktadır. Bütün bunları idrak edemeyecek derecede kültür zaafları insanı üzüyor.

Atatürk kuruluşta Avrupa devletlerindeki kanunları örnek almıştı. Keşki İsviçre’nin federal sistemini, anadilde eğitim prensiplerinide ithal eteseydi . Onlar Cumhurbaşkanlığı seçimini basite indirgemişler. Hersene bir kabine azası o vazifeyi deruhte ediyor.

İster inanın , ister inamayın ; ANDORA ve SAN MARİNO 1300 senelerinde yani Osmanlı ile ayni zamanda kurulmuş 30 bin ile 60 bin nufuslu devletler. Komşu büyük devletlerin himayesini görmüşler. Bizimkelerin kuzey Irak’ta Kürdistan devletine tahammülleri yok. Bu devletler UNO azası. Vatandaşları vergi ödemiyor. Hiçte denize kıyıları yok. AB üyesi olmadıkları halde EURO’yu benimsemişler. Askerleri yok. Ora insanlarının damarlarında asil kan yok(!). Hiçte Futuhat dolu tarihleri yok. Şehit yetimleri yok. Vatandaşlarının ana dillerinde eğitim var. Analfabet sayısı sıfır. Zengin ve demokratlar. Çocuk ölümleri %0 de 4. Ora vatandaşları daha azmı saygınlar? Parlamentolarıda var. Prensleride. Olimpiyatlarda da bayraklarını taşıyorlar. Kürtlerin onlar kadarda olamamaları iflah edilmemeliklerindendir. Türklerin ve Kürtlerin mutsuzlukları kaderlerimidir?

Antalya. 22.04.10

20 Nisan 2010 Salı

“LİNÇ” DEYİNCE…[*]



SİBEL ÖZBUDUN

“İnsana karşı girişilen
en kötü şiddet eylemi,
aklın küçük düşürülmesidir.”[
1]

1-) Linç nasıl bir şey? Nasıl tanımlanabilir ve insan toplumlarının tarihi boyunca nasıl bir yere denk düşüyor. Her zaman ırkçılıkla ve ötekileştirmeyle mi ilgili?

Linç korkuları, nefretleri kışkırtılmış bir güruhun (kitle) psikolojisiyle ilintili mutlaka; yine de bence işin üzerinde durulması gereken yönü, “psikoloji”den çok “kışkırt(ıl)ma” veçhesi. Çünkü kitleler, kişisel olarak tanımadıkları bir kişi ya da gruba kendiliğinden, salt önyargılı ya da öfkeli oldukları, nefret ettikleri vb. için saldırmazlar. İşin içinde mutlaka bir “tahrikçi” unsur olması gerekir; “linç” hadisesinin kritik noktası, tam da bu.

Genellikle geri dönüp bakıldığında, linç hadisesinden birilerinin somut çıkarlar devşirdikleri görülür. Gayrımenkullere, imalathanelere, topraklara, diğer servet araçlarına el koyma, iş alanlarının boşaltılması, sendikalaşma, grev vb. sınıf mücadelesi araçlarının etkisizleştirilmesi, grev kırıcılığı, rakip olabileceği düşünülen grubun tasfiyesi, isyan bastırma vb. Bir başka deyişle linç, bir bakıma bir “sınıf mücadelesi” aracıdır: “çoğunluk değerleri”ni temsil eden (ya da “manipüle eden” mi demeli?) güruhları yönlendirecek iletişim kanallarını denetleyen, merkezî otorite ile yakından ilişkili egemen güçlerin ezilenlere karşı yürüttüğü bir “sınıf savaşı”…

2-) Kalabalık bir topluluğun tek kişiye ya da nispeten küçük bir gruba öldürmek için saldırması, hatta bazen bunu tören hâline dönüştürmesi, nasıl gerçekleşiyor; normal yaşamlarında tek olan insanlar nasıl bir bütünlük yakalayabiliyorlar?

Bunun için tabii ki ortada saldırıya uğrayan kişi ya da grubun “tehlikeli” olduğuna, yakın bir “tehdit” oluşturduğuna ilişkin yaygın ve yerleşik bir kanaatin biçimlendirilmiş olması gerek. Bu nedenledir ki saldırının gerisindekilerin, güruhun iletişim kanallarını denetliyor olması gerekir. Bu ise onların ya yerel kişiler (eşraf, yerel yönetici, partilerin yerel örgütleri, yerel dinsel cemaatler vb.) olmalarını ya da yerelde örgütlenmiş olmalarını gerektirir önce. Yanı sıra, güruh içerisinde inandırıcı bir etkiye sahip olmaları gerek. Bir başka deyişle, “şehir efsaneleri”ni üretip yayabilecek bir konumda olmaları. Bu, yalnızca harekete geçerek linçi gerçekleştiren güruhu değil, olayları suskun bir onayla izleyen yerel halkı ikna etmeleri için gerekli.

Bana çok çarpıcı gelen bir örneği aktarmak isterim: bir söyleşimizde Çorum katliamının ne kadar korkunç olduğundan dem vurduğum, hâli vakti yerinde, yüksek öğrenimli Çorumlu (Sünni olmakla birlikte seküler bir yaşam süren) bir ev kadını bana şöyle demişti: “İyi ama Aleviler de yeni doğmuş Sünni bebekleri yakıyorlardı…” Bu kadın, aradan geçen onca yıla rağmen, katliamın “haklı” gerekçeleri olduğuna inanmaktaydı! Hem de Ortaçağ sonu “cadı avları”nı andırır gerekçelerle!

3-) Yalnızca öldürme mi? Ahmet Kaya ve Hırant örnekleri var. Hatta fiziksel hiç zarar vermeyen ama insanı çökerten şeyler var. Örneğin McCarthy atmosferi bir dizi insanın ruhunu çarmıha gerdi, Jean Seberg’in uyuşturucudan ölmesi FBI’ın kampanyasının eseri oldu, vb... Bu konuda ne söylenebilir?

Tabii doğru, ama bu yukarıda tartıştığımızdan daha rafine yöntemleri, daha çok “psikolojik savaş” ya da “istihbarat oyunları”nı gerektiriyor. “Linç” başlığı altına yerleştirebileceğimiz hadiselerden kimi bakımlardan farklılaşıyor. Örneğin linçte hedef genellikle etnik, dinsel, siyasal vb. kimlikleri, görüşleri nedeniyle ayırt edilmekle birlikte “kim” oldukları güruh açısından önemli olmayan, hatta belki de bilinmeyen, sadece belirli bir yaftayla tanımlanan anonim (“Kürtler”, “Aleviler”; “Romanlar”, “Komünistler”…) kişiler iken, sözünü ettiğin ikinci durumda, hedef seçilmiştir, bellidir ve onu yıpratacak, yıldıracak ya da hedef gösterecek bir dizi bilinçli edim uygulanır, “uzman” kişiler tarafından. Bu uzmanlar istihbarat görevlileri ya da medya güçleri olabilmektedir.

4-) Tarihsel örneklerden hareketle, Linç karşısında nasıl bir tutum alınmalıdır? Sivas’ta Madımak’a kapanmak, Kristal Gece’de evlere çekilip SA’ların öfkesinin geçmesini beklemek, vb. vb... linççileri daha mı çok kışkırtan bir şey oluyor? Ne yapılmalı ki karşı taraf havlamakla yetinsin?

Ben bunun bir “iklim” sorunu olduğu kanısındayım. Nasıl mı? Örneğin, direnişteki Tekel işçileri, evlerine dönmeye hazırlanıyorlar… İçlerinde direnişten önce kentlerindeki, kasabalarındaki “linç” olaylarına fiilen katılabilecek kişiler var mıydı, bilemem, ama herhâlde çoğu, böyle bir durumda “neme lazım”cı bir tutum izlerdi. Ama bundan böyle, bulundukları yerde herhangi bir linç girişimi olması durumunda, yaşamlarını ortaya koyarak karşı duracağını düşünüyorum hepsinin. Çünkü giriştikleri eylem, onlara öğretti, onları dönüştürdü.

İnsanların gerçek yaşam koşulları üzerinden (yoksulluk, işsizlik, yoksunluk) kolektif bir “itiraz”, bir “direniş” ikliminin oluşması, “linç”çi güruhların biçimlenişinin esas panzehiridir tabii.

Ama bir de etkin, dinamik bir “dayanışma”nın hemen örgütlenebilmesi sorunu var. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarında, dışarıdan getirilen “bindirilmiş” kalabalıkların rol aldığı, biliniyor. Ne yazık ki bizler, “linç güçleri”nin (faşistler) onda biri kadar örgütlü, koordine davranamadık bu olaylarda. Madımak katliamının işaretleri belirir belirmez binlerle, onbinlerle Sivas’a akabilseydik örneğin, o kadar canımızı yitirir, miydik? “Kürtçe müzik dinledi”, “Kürtçe konuştu” diye sokaklarda tekmelenen, dükkânı tahrip edilen Kürtlere binlerce kişi siper olabilseydi… Ya da Selendi’de Romanlara yönelik saldırı, “Hepimiz Romanız” diye haykıran binleri bulsaydı karşısında, bu kadar cüretli olabilir miydi? Hrant’ın katlinden sonra cenazesine akan onbinler, dengenin bir nebze olsun değişmesini, bu ülkede “soykırım”ın tartışmaya girmesini sağlamadı mı? Vb. vb.

Evet, artık “Hesabı sorulacak!” tan çok, “Bir daha asla!” kararlılığına sahip olmalıyız…

N O T L A R
[*]
Newroz, Yıl:4, No:128, 15 Nisan 2010…
[1] Elsa Morante.

18 Nisan 2010 Pazar

Zoraki bir not…

"yumruklarımız ebu cahil köşe yazarlarına"




Demir Bilgin
demir.bilgin@yahoo.dk


Bu notumu çoktandır yazmayı düşünüyordum, olmadı. Ama, Samsun’da Ahmet Türk’e yapılan yumruklu saldırıdan sonra şimdi yazıyorum. Notumun fokus noktası, Türkiye’de bazı köşe yazarlarının bu denli itibarsız ve ahlaktan yoksun yazı yazmalarıdır.

Peki Türkiye’de yazmak, köşe yazarı olmak, bu kadar mı değersizleşti?

Uzun süredir bu soruyu kendi kendime soruyor ve çoğu zaman yazarlığımdan da utanır hale geliyorum.

İsim vermeyeceğim, ama talihten ve tarihten yoksun bazı köşe yazarlarımız, Samsun’da sayın Ahmet Türk’e yapılan saldırıyı Kürtlere ve tüm Anadolu halklarına karşı yapılmış bir saldırı olarak göremiyor, görmek istemiyor.

Peki, köşe yazarı olmak bu mudur?

Köşe yazarı olmak, hariçten dilekçe yazmak mıdır?

Köşe yazarı olmak, ömürleri tükenen arzuhalcilerin, dilekçecilerin tek yönlü iddiaları mı, yoksa makale yazmak mıdır?

Çoğu zaman bunlar üzerinde duruyorum. Çoğu zaman bunlar üzerinde duruyor, bu mesleği hakkıyla yürüten köşe yazarları adına utanıyorum.

Zoraki notumu bitiriyorum. Ama şu an, Samsun’dayım. Şu an Samsun’da Mahir Çayan ve Kemal Pir ile birlikteyim.

Şu an, yumruklarımız ebu cahil köşe yazarlarına iniyor.

Şu an, yumruklarımız, Samsun’da, kelebek oluyor, uçuyor, Aanadolu’da gülïstan bahçesinde barış oluyor!

Anayasa Açılımı

Ertürk MARAL
ertuerk.maral@chello.at

Anayasa tartışmaları daha günlerce süreceğe benzer. Hatta aylarca, doğrusu yıllarca. Ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, ruhu değişmez onun. 12 Eylül generalleri ve onların şakşakçılarının kokusu sinmiştir üzerine. Darbenin kokusu. O koku çok pis bir kokudur. 12 Eylül sürecinde işkence görenlerin çığlıkları vardır üzerinde. Metris’in, Mamak’ın ve Diyarbakır’ın çığlıkları. Bir gece yarısı evinden alınıp, cansız bedeni kimsesizler mezarlıklarına gömülenlerin çığlığı.

Evet bu darbe anayasası değiştirilmelidir. Anayasaya 12 Eylül devresinde konulan maddelerin hepsi değiştirilmelidir. Bu değişim evrensel hukukun, bağlı olduğumuzun Avrupa hukuk müktesebatının ilkeleri doğrultusunda toplumsal mutabakatla yapılmalıdır.

Sorun ancak burada kimin tarafından değiştirileceğinde düğümlüdür. Bütün milletvekilleri, 3 tane parti başkanının iki dudağı ararsından çıkan sözle seçilen milletvekilleri tarafından mı? Yüzde 10 barajı konarak toplumsal iradenin yansımadığı bir meclis tarafından mı? Soruları çoğaltmak mümkün…

Referandum sürecini yaşayacak mıyız? Referanduma hangi maddeler gidecek? Tümü mü? Topyekün bir anayasa oylaması olmamasına rağmen, kabul ettiğim maddelerden dolayı benimsemediklerime de evet demek zorunda mı kalacağım, benimsemediklerimden dolayı kabul ettiklerime de hayır oyu mu vereceğim? Sahi ne yapacağım? Evet desem de içim rahat değil… Hayır desem de… Evet desem de gerçekten evet değil. Hayır desem de gerçek hayır değil. Birileri bizimle dalga geçiyor. Milli irade bu olmasa gerek. Evet demediğime evet, hayır demediğime hayır demek milli iradenin tecellisi olabilir mi?

12 Eylülde işkence görmüş yüzbinlerce insandan birisi olarak geçici 15 inci maddenin kaldırılmasının içinde bulunduğu tasarıya nasıl hayır diyebilirim! Hükümetlerin icraatları dönemindeki yaptıkları nedeniyle yargılanmalarına gerekçe oluşturmamasına nasıl evet diyebilirim. Muhalefette söylediklerinden dolayı yargı yolu açık, iktidardayken kapalı… Böyle güzel bir demokrasi bizim ki… Kendisinin yargılanacağı tek yer olan yüce divan üyelerini, gene tek başına kendisi atayan bir cumhurbaşkanı yetkisine evet demem isteniyor… Beni yargılayacakları benim atadığım bir anayasa maddesi… O halde dolandırıcıların yargılandıkları mahkeme üyelerini de dolandırıcıların atamasına izin verelim… Bunun adı demokratikleşme öyle mi?

Yüzde 30 oy oranlarıyla mecliste yüzde 60 temsil hakkı veren seçim kanununu değiştirmemiz gerekmiyor mu? Hayır. Neden? Çünkü işimize gelmiyor. Evet bu darbe anayasası değiştirilmelidir. Bunu ancak milli iradenin temsil ettiği bir meclis yapabilir. Yüzde 10 barajının olduğu bir ülkede milli iradenin tecelli ettiğini kim iddia edebilir? Siyasal partiler yasasının Cibuti’nin gerisinde olan bir sistemde, milli irade tecelli edebilir mi? Hani demokrasi, çoğunluk içerisinde azınlığın haklarının korunması rejimiydi… Bunları çocuklara anlatın…

Özgürlüklerle ilgili maddelerin, referanduma gerek kalmadan çıkması kuvvetle muhtemel. Peki geri kalan 3 madde için bir referandum yolu gözüküyor mu? Bence hayır. Bu üç madde tüm yırtınmalara rağmen bir başka bahara kalacak. Peki ülkemiz daha demokratik mi olacak. Maalesef bunada hayır. Mevcudiyetleri tek tek ülkenin yüzde 9, 99 unu oluşturan bu kadar çok toplumsal kesimin bulunduğu ve onların iradesinin, hangi saiklerle engellenirse engellensin, parlamentoya yansımadığı bir ülke demokratikleşmeden fersah fersah uzaktır. Bu ülke hangi anayasayla yönetilirse yönetilsin, dünyada meşruiyetlerinin tartışıldığı hükümetlerce yönetilen ülke olmaktan öteye geçemeyecektir. Ha o tartışmalı 3 madde refenduma dahi kalmayacağı gibi bu yıl sonunda da bir seçim gözükmektedir.

AİHM kararlarını kendi iç hukukuna dahil etmeyen, orada kazanılan davalar hakkında gereken işlemleri yapmayan bir siyasal bakışın demokratikleşme havariliği ancak bu kadar olur. Anayasa değişikliği teklifine zorunlu din derslerinin çıkarılmasını koymayan hiçbir taslak demokratik olamaz. Bu zorunlu din dersleri, onların ifadesiyle “ Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi “ Misyonerlik dersleridir. Bu dersler Emevi misyonerliği yapmaktadır. Misyonerlik faaliyetleri yasalarımızda suçtur. Bu suçu da bizzat devlet kendisi işlemektedir. İşine gelen bu maddeleri savunan AKP iktidarı, bu suçun ortağı ve savunucusudur. Bunlar kendilerine demokrattır.

Türkiye’yi muhalefetin ve birkaç aklı başında milletvekilinin çabasıyla Irak bataklığına sürükleyemeyen bu koalisyonun ömrü dolmuştur. Her geçen gün bunu kanıtlamaktadır. AKP bir siyasal parti değil, bir Führer’ in başkanlığında yamalı bohça bir koalisyondur. Böylesi bir ucubenin muhalefette kalması imkansızdır. Bu yamalı bohçada yer alanlar çok kısa bir sürede kendi evlerine döneceklerdir. Anayasa açılımı bunun ilk göstergesi olacaktır. Herkes yeni durumu iyi okumalı ve buna göre konumlanmalıdır.

Ha bunların yaptığı hiç iyi bir iş yok mu? Var, elbette var. Türkiye’nin o kapalı, muhafazakar, özgürlük ve insan hakları sözlerini duymaktan nefret eden topluluğa, bu tılsımlı sözleri kullanmanın kötü bir şey olmadığını göstermeleri. Bir nevi onları bu sözleri kullanmaya alıştırmaları… Bu da onların sonunu biraz daha erkene aldı. Aldı ama iyi de oldu…

Viyana, 16.Nisan 2010

Ertürk MARAL
Viyana+4369919668916

17 Nisan 2010 Cumartesi

BU DAVET BİZİM…

M. ŞEHMUS GÜZEL

Merhaba,

Önümüzdeki Cuma, 23 Nisan 2010’da, Paris’te Özgül Kitabevi’nde (15, rue de L’Echiquier, 75.010 Paris) son bir yılda yayınlanan:

- Fahri Petek: Bir Hayat, Üç Can

- Söyleşiler : Vir-Gül-Üne Dokunmadan

- Ergani Yürüyor

isimli kitaplarımın imza ve tanıtımı için saat 18’den itibaren bir kabul düzenliyoruz.

Kitapseverlerin tümü davetlidir.

Sizleri de aramızda görmek, bir bardak bir şey içmek ve iki satır sohbet etmek arzusuyla davetiyeyi ekte iletiyorum.

Başarı dileklerim ve en içten sevgi ve selamlarımla kolay gelsin.

Sola karşı »Kırmızı-Yeşil«



Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Almanya’nın en yoğun nüfusuna sahip olan Kuzeyren-Vesfalya’da 9 Mayıs’ta Eyalet Parlamentosu Seçimleri yapılacak. Bu eyalette yapılan her seçim, Almanya politikası için her zaman belirleyici olmuştur. 2005 Mayıs’ında yapılan seçimlerde SPD’nin iktidarı CDU’ya kaptırması, dönemin şansölyesi Gerhard Schröder’i erken seçime zorlamış ve »Kırmızı-Yeşil« Federal Hükümet’in yıkılmasına neden olmuştu. Ve yeni bir kitlesel sol partinin Federal Parlamento’ya girmesine.

Yapılan son anketler, CDU-FDP Eyalet Hükümeti’nin yeniden çoğunluk elde edemeyeceğini gösteriyor. Kendi partisi içerisinde »muhafazakârlık yerine fazlaca sosyaldemokratlık yapmakla« suçlanan eyalet başbakanı Jürgen Rüttgers, başbakanlığını devam ettirebilmek için Yeşiller’e sinyaller vermeye başladı bile.

Saarland Eyaleti’nde CDU ve FDP ile ilk »Jamaika-Koalisyonu«nu kuran Yeşiller ise, uzun zamandan beri »Siyah-Yeşil« evliliğe sıcak bakıyorlar. Kuzeyren-Vesfalya Yeşiller’inin son aylardaki seçim propagandaları bariz bir şekilde CDU’lu Rüttgers’e karşı »sivri dil« kullanmamaya özen gösteriyor. Gerek Yeşil politikacıların söylemleri, gerekse de Yeşiller’e yakın duran gazetecilerin yorumları, Yeşiller’in CDU ile iktidar ortağı olmak için »yeterince« olgunlaştıklarını gösteriyor.

Aslına bakılırsa bu kendiliğinden gelişen bir süreç değil. Yeşiller’in seçmenleri üzerine yapılan analizler, bu seçmen kitlesinin gelir düzeyi yüksek, ekolojik hassasiyet taşıyan, kariyer sahibi, Avrupa merkezci ve beyaz, ama »yukarıdan aşağıya yeniden dağılıma« açıkça karşı çıkan ve Schröder-Fischer Hükümeti’nin neoliberal uygulamalarını destekleyen ekoliberal kesimler olduğunu kanıtlıyor. Sonuç itibariyle başlarda çevreci ve pasifist hareketin politik formasyonu olarak kurulan Yeşiller, FDP’den sadece ekolojik yeşil rengiyle farklılık gösteren liberal bir parti hâline gelmiş durumdadır.

Bu nedenle sosyaldemokrasinin Kuzeyren-Vesfalya seçimlerine »Yeniden Kırmızı-Yeşil« sloganıyla girmeleri, SPD ve Yeşiller’e yakın olan çevrelerde şüpheyle izleniyor. Yeşiller’e yakınlığıyla tanınan taz gazetesi bile, »birdenbire Kırmızı-Yeşil için çoğunluk var demek, kendi kendini kandırmaktır« eleştirisini yapıyor.

Özellikle SPD’nin bu »niyeti belli« çıkışının ardında, »Kırmızı-Yeşil için çoğunluk« elde etmenin ötesinde, DIE LINKE’nin yeni bir seçim başarısını engelleme kaygısı yatıyor. Çünkü ciddiye alınabilecek bütün seçim anketleri, DIE LINKE’nin Eyalet Parlamentosu’na gireceğini gösteriyor. Almanya solu büyük bir olasılıkla ülkenin politik yelpazesini kalıcı olarak değiştirdiğini bu seçimlerde bir kez daha kanıtlayacak – sosyaldemokrasinin asıl korkusu bu.

Velhasılı SPD’nin durumu, nişanlısı çoktan başka birisine kaçmış olan, ama düğün hazırlıklarına ısrarla devam eden damat adayına benziyor. SPD, toplumsal desteğini kaybetme pahasına tarihsel ihanetine devam ediyor.

***
Yazmadan edemeyeceğim: Günter Grass Türkiye’ye gelmiş ve Ermeniler ile Kürtleri kast ederek, »Türkiye kendi geçmişiyle yüzleşmeli« demiş. Sağolsun iyi yapmış da, aynı hassasiyeti niye kendi ülkesinde göstermemiş acaba? Almanya’nın, Ermenilerin büyük felaketindeki tarihsel sorumluluğunu ve şimdilerde Almanya’daki Kürt göçmenlere karşı uyguladığı politikalarını hiç bilmiyor mu? Ya da Almanya’nın ürettiği silahların Kürtlere karşı kullanılmasını? Biliyor, biliyor. Bal gibi biliyor. Ama 2004’de »Biz de halkız« başlığı altında önde gelen patronlar ve varlık sahipleri ile birlikte tam sayfa bir ilâna imza atarak, Schröder-Fischer Hükümeti’nin neoliberal politikalarına sahip çıkan büyük usta biraz aynaya baksa, ne kadar iki yüzlü davrandığını görecek. Sevgili Yaşar Kemal ve dostum Osman Okkan kusuruma bakmasınlar, ama Grass amcamıza aynayı tutmak biraz da onların görevi.

15 Nisan 2010 Perşembe

“Yaşasın 1 Mayıs!”


Kizilbayrak.net 1 Mayıs 2010 özel sayfası yayında...“Yaşasın 1 Mayıs!”

Sermayenin sosyal yıkım ve kölelik saldırıları altında yaşayan ve bu saldırılara karşı çıkış yolu arayan işçi ve emekçiler, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ı karşılamaya hazırlanıyorlar.

Belirtmek gerekir ki, 1 Mayıs 2010’a geçmiş yıllardan farklı bir atmosferde giriyoruz.
Bu seneki 1 Mayıs, son 3 yıldır Taksim Meydanı üzerinden kuşanılan iradenin sermaye devletine geri adım attırdığı bir evrede kutlanacak. Tüm işçi ve emekçilerin gözü bir kez daha İstanbul’da, Taksim Meydanı’nda olacak. Azgın polis terörüne ve sermaye devletinin tüm tehdit ve engellemelerine rağmen Taksim iradesinden ve kararlılığından vazgeçmeyen işçi ve emekçilerin bu tarihsel kazanımı, sınıfsal özüne ve anlamına uygun görkemli bir kutlamayla taçlandırılmayı bekliyor. Böyle bir tablo, düzen sözcülerinin ve sendikal bürokrasinin demagojik söylem ve tutumlarını da alaşağı edecektir.

Bu seneki 1 Mayıs’a ilişkin bir diğer önemli nokta ise TEKEL Direnişi. Sermayenin başkentinde 78 gün boyunca kararlı bir direniş sergileyen, mücadeleleri ile tüm işçi sınıfına örnek olan TEKEL işçilerinin her açıdan önemli derslerle dolu olan bu direnişi, önümüzdeki dönem sınıf mücadelesinin seyrini etkileyeceği gibi 2010 1 Mayısı’nın tablosunu da belirleyecek.

Böylesine önemli bir süreçte, 1 Mayıs’a iki hafta gibi bir süre kala, kizilbayrak.net’in 1 Mayıs 2010 özel sayfasının hazırlıklarını tamamlamış bulunuyoruz. Öncelikle 2010 1 Mayısı’na ilişkin gelişme ve haberlerin işleneceği 1 Mayıs 2010 sayfası, aynı zamanda güncel diğer başlıklarla harmanlanmış çok yönlü bir içerikle de okurlarımızla buluşuyor.
Emek ve meslek örgütlerinin, ilerici ve devrimci güçlerin 2010 1 Mayısı’na dönük hazırlıklarını, düzen sözcülerinin 1 Mayıs’a ilişkin açıklamalarını, geçmiş yılların 1 Mayıs’larına (özellikle son üç yıla) ilişkin makaleleri/değerlendirmeleri içeren bir sayfayla, 1 Mayıs gününe kadar konu dahilinde tüm gelişmeleri paylaşmaya çalışacağız.

1 Mayıs sayfasında neler var?

1 Mayıs 2010’a ilişkin gelişmelerin devrimci bir perspektifle sunulacağı 1 Mayıs sayfası, oldukça kapsamlı bir içerikle hazırlandı.

Okurlarımız, özellikle 2007-2008-2009 yıllarında azgın polis terörü altında kutlanan Taksim 1 Mayıslarına ve genel çerçevede 1 Mayıs tartışmalarına ilişkin bugüne dek Kızıl Bayrak’ta yayınlanmış birçok makaleye, bütünlüklü bir biçimde 1 Mayıs sayfamızdan erişebilecekler.

1 Mayıs gününe kadarki gelişmeleri sayfanın manşetinden veya hemen altındaki fotoğraflı düzenlemelerden takip edecek olan okurlarımız, 1 Mayıs’la ilgili oldukça kapsamlı bir haber akışına daha rahat ve daha hızlı ulaşma imkanına sahip olacaklar.

Okurlarımız, sitemizin sağ tarafından bulunan ‘sol basın’ ve ‘basın’ bölümleriyle ise sol hareketin 1 Mayıs’a ilişkin yorum ve değerlendirmelerinin yanısıra burjuva basında yer alan 1 Mayıs’la ilgili yazılara ulaşacaklar. Böylelikle, 1 Mayıs gündeminin nabzını çok yönlü bir biçimde okurlarımızla paylaşmış olacağız.

1 Mayıs sayfamızın bir diğer önemli bölümünü ise geçmiş yılların 1 Mayıs kutlamalarının fotoğraf ve videolarının yer aldığı galeriler oluşturuyor. Bu bölümü izleyen okurlarımız, son 3 yılın 1 Mayıs’larını yeniden hatırlama ve izleme imkanı bulacaklar, ’76 yılından günümüze birçok sendika ve konfederasyonun 1 Mayıs afişlerine ulaşabilecekler. Bu bölüme ek olarak okuyucularımız, ‘Dünyadan 1 Mayıs afişleri’ başlığında kapsamlı bir görsel arşive de erişme şansına sahip olacaklar.

1 Mayıs’ın kızıl tarihinin yer aldığı, V. İ. Lenin ve Rosa Luxemburg gibi devrimci önderlerin 1 Mayıs’a ilişkin yazılarıyla düzenlenen bölüm ise 1 Mayıs’ın sınıfsal özü ve anlamını devrimci bir bakışaçısıyla okurlarımıza hatırlatmış olacak.

1 Mayıs sayfamızın bir diğer bölümünü ise Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu’nun (BDSP) 2010 1 Mayısı’na yönelik çok yönlü hazırlıklarının sunulduğu kısım oluşturacak. Çeşitli illerde yürüyen 1 Mayıs gündemli devrimci sınıf faaliyetleri bu çerçevede okurlarımıza yine bütünlüklü bir biçimde sunulacak.

Sayfamızda, komünist işçi partisinin 1 Mayıs sürecine ilişkin temel değerlendirme ve makalelerine de yer vereceğiz.

Özcesi, sayfamız aracılığıyla okurlarımıza 1 Mayıs 2010’un gündemini çok yönlü ve kapsamlı bir şekilde sunacağız.

(1 Mayıs 2010 özel sayfasına, sitemizin ana sayfasındaki sol sütunda bulunan animasyonun üzerine veya aşağıdaki linke tıklayarak erişebilirsiniz...)

14 Nisan 2010 Çarşamba

Liebe Genossinnen und Genossen, liebe Freundinnen und Freunde

Freundeskreis Ernst-Thaelmann-Gedenkstaette e.V.Ziegenhals

am kommenden Sonntag, den 18. April 2010, führen wir unsere Protest- und Gedenkkundgebung vor der Ernst-Thälmann-Gedenkstätte in Ziegenhals durch. Anlass ist der 124. Geburtstag von Ernst Thälmann.

Wir müssen leider zwei Absagen bekannt geben: Der Redner Stefan Doernberg hat uns aus terminlichen Gründen abgesagt. Ebenfalls absagen musste uns die Schalmeienkapelle "Fritz Weineck", Berlin.

20 Jahre Freundeskreis

Am 2. Mai 1990 hat sich der Freundeskreis "Ernst-Thälmann-Gedenkstätte" e.V., Ziegenhals gegründet. Wir nehmen diesen heranrückenden Jahrestag zum Anlass um am 18. April 2010 einerseits über aktuelle Entwicklungen in unserem Ringen zu berichten. Wir wollen diese Kundgebung aber auch nutzen, um Erfahrungen aus 20 Jahren Kampf um eine bedeutende antifaschistische Gedenkstätte zu vermitteln. Wir baten, unseren langjährigen Vorsitzenden und Sprecher Heinz Schmidt dazu zu sprechen und er hat uns für den kommenden Sonntag zugesagt.
Antifaschistische Solidarität mit Zossen!

Wir demonstrieren unsere Solidarität gegen den braunen Terror in Zossen und dessen Duldung durch die Staatsgewalt und beteiligen uns am 2. Familienfest der Bürgerinitiative „Zossen zeigt Gesicht“.

Im Anschluss an unsere Kundgebung wollen wir gemeinsam nach Zossen fahren, um unsere antifaschistische Solidarität gegen den braunen Terror in Zossen und dessen Duldung durch die Staatsgewalt zu demonstrieren. In Zossen werden wir uns an dem 2. Familienfest der Bürgerinitiative "Zossen zeigt Gesicht" beteiligen. Wir rufen alle Kundgebungsteilnehmerinnen und Teilnehmer auf, sich uns anzuschliessen und den mutigen Zossenern zu zeigen, dass sie nicht alleine stehen.

Beilage "antifaschismus heute"

Hauptthema dieser Beilage, die in der Tageszeitung junge Welt am 19. März veröffentlicht wurde, ist unsere Internationale Unterschriftenkampagne, die seit dem "Tag der Mahnung" - September 2009 - läuft und ihr weltweiter Widerhall. Diese Beilage stellt einen Zwischenstand unserer Kampagne dar, informiert zudem über unsere Aktivitäten und bringt Hintergrundinformationen zum Thema "Ernst-Thälmann-Gedenkstätte" in Ziegenhals. Diese Beilage ist darüber hinaus ein Gemeinschaftsprojekt. Sie wird auf unserer Kundgebung am 18. April erhältlich sein. Anbei senden wir ein Exemplar als pdf-Format.

"Ziegenhalser Rundbrief"
Und: Ein neuer "Ziegenhalser Rundbrief" - April 2010 - wird ebenfalls auf unserer Kundgebung erhältlich sein!

Wir freuen uns auf Euer Kommen.
Bitte nehmt zahlreich an der Kundgebung teil und zeigt damit Eure Solidarität und das große öffentliche Interesse an dem Erhalt und der Wiedereröffnung der Ernst-Thälmann-Gedenkstätte in Ziegenhals!
Wir lassen jetzt nicht locker! Ziegenhals gehört der Öffentlichkeit! Gemeinsam sind wir stark!

mit solidarischen Grüßen

Max Renkl
(Freundeskreis Ernst-Thälmann-Gedenkstätte e.V., Ziegenhals)

RUHUNUZUN FARKINDA MISINIZ?



Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


AŞK nedir? AŞK günah mı? Adlı eserimde bir analizle cevap vermiştim.

FUZULİ’nin cevabı ise şu mısrada.:


AŞK imiş her ne var alemde
Ilm bir kıyl ü kal imiş ancak.

( İlm bir kıyl ü kal : Dedikodu )

AŞK aşıkın açıklayamadığı, tanımlayamadığıdır. Aşıkın maşukuna giydirdiği, sarıp sarmaladığıdır. Arzulanandan öte, arzunun kendisidir. Korunasız kalmaktır. Aşık olunan yüzünden çekilen acıdır, başka acıların unutulmasıdır. Rakiplerdir, rakiplerle savaştır. ; hem sevilenin hem de onu seven ötekinin kıskanılmasıdır. Kıskançlığın içinde ki öfkenin şiddete dönüşmesidir. ; aşıkta yarattığı görüntü, hayaldir. Çaresizliktir.

‘’Benim halim ne dil ile takrir ne kalem ile tahrir olunur.’’ Diyor HURREM Sultan.

Esir pazarından satın alınıpta saraya cariye diye gönderilen bu şahane kadın KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN’ı nezdinde titreten , aşık eden , koca İmparatorluğa hükmeden , tarihe imzasını atmıştır. Kudretin semboli olmuş Süleyman’ın kadınlarından biri değil, onun tek kadını olmuştur. Onda ki AŞK-ı CİSMANİ hem de AŞK-ı DERUNDUR. Duygular, akıl, cinsellik. Toplamı, aşktır kısacası. Hurrem için hepsinin hayat bulduğu akıl, yürek ve beden Kanuni Sultan Süleyman’dır.

Ben de kitabımda AŞK’ın üç çeşidinden bahsediyorum. Platonik, Aşk-ı derun, Aşk-ı cismani (Seksualite) .

İnsanoğlu anatomisini gözlemliyebiliyor, kalbinin atışını, nefes alışından fizyolojisinin farkına varıyor. RUH’unu algılaması için yöntemde Muziktir. Almanlar boşuna dememişler ‘’Musiki ruhun gıdasıdır.’’ Aşık oluncada insan ruhunun hassayiyetini kavrar.

Beethoven’in keman konçertosunu gözleriniz kapalı dinlemeğe çalışın. Ozaman kemandan çıkan o seslerin ruhunuza hitabını algılarsınız.

Tabiatın kudretini, güzelliğini ancak kelebeklerin dansını besteleyen çıkarsa, Arıların, Karıncaların ekonomi yeteneğini ekonomistler algılarlarsa ruhumuzun farkına varırız. Van Gogh’un ay çiçeklerini seyrederken tabiatın harikalığını görebilirsiniz. Maalesef dünyamız bakar körler, duyamıyan sağırlarla dolu. Bir genç kız arkadaşının başını testere ile kesiyor. Dün bir meczup Ahmet Türk’ü yımrukluyor. Elbette ilk yumruğu Anayasa mahkemesi atmıştı. Onu suçlu ilan edip, hedef göstermişti. Hrant Dink ‘in katli ermenilerle olan nefreti yok edemedi.

O Likyalılar yok mu PARA’yı icat edip insanoğlunu ahlaksızlaştırdılar. O silah fabrikatörleri yok mu tüfeği icat edip insanların canına kıyımı gerçekleştirdiler. O askeri okullar yok mu insanları ifna etme tekniğini eğitmiyorlar mı? Para’nın yok olmasını, silah fabrikalarının, askeri okulların kapatılmasını özleyen ben bir UTOPİST’im herhalde.

İnsan beyni gelişince bir yaşında yürüme yeteneği, iki yaşında konuşma yeteneğini , 17 yaşına gelincede nöro-endokriner gelişme ile de genç AŞIK oluyor. Ruhu gelişiyor.

Spermlerdeki potansiyelle oynayan IVF tıb teknikerleri tabiatın kudretindeki filozofiyi algılayabiliyorlarmı?

Ruhunuzun varlığını idrak etmedikçe insan olmanın yüceliğini keşfedemezsiniz.

RUHUNUZUN FARKINDA MISINIZ?

13 Nisan 2010 Salı

Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ve Bilgi-Bilinç Sorunu‏



Prof. Dr. İbrahim Ortaş
iortas@cu.edu.tr

Sınav Bir Bilinç ve Tercih Olgusudur

Üniversitede okuma isteği bir şekilde ne istediğini bilme veya neyi istemediğini bilme sürecidir. Başka bir ifade ile kişinin kendi gelecek ile ilgili yol haritasını çizebilme bilincidir. Herkesin üniversite okuma hakkı var ancak üniversiteyi okuyabilecek bilgi ve yeterliliğe sahip olmak gerekir. Hak etme ancak bilginin uygun teknikler ile ölçülmesi ile belirlenir.
Ancak ne yazık ki mevcut eğitim sistemi bu olanağı gençliğe kazandıramamaktadır. Üniversite sınavını kazanarak üniversiteye gelen gençlerde gördüğümüz birçok eksiklik orta öğretimin üniversite okuyacak nitelikte donanımlı bir gençlik yetiştirmediğidir.
Uzun amandır sınavları ve sonrasını izliyorum. Edindiğim izlenim her yıl milyonları ilgilendiren bu sınav bilgi edinmeden çok sınav kazanmaya endekslenmiştir.

Eğitimin Amacı Öğrenmekten Çok Sınav Kazandırmak Oldu

Yükseköğretimle birlikte 18 milyona yakın öğrenci sınav maratonları içinde bir sınavdan diğerine koşuyorlar. Orta öğretimde SBS için üç adet, üniversiteye girişte iki sınav, fakülte sonrası KPSS ve diğer ara sınavları derken kişinin hayatının sınava endekslendiği görülüyor. Üniversite sınavını kazanan gençlerin büyük çoğunluğu zamanlarını ilköğretimden lise son sınıfa kadar 7-8 yıl süresince okul ile dershane arasında geçirmektedirler. Bir bütün olarak ortaöğretim okulları arasındaki rekabet de bu süreci tetiklemektedir. Maalesef biz anne ve babalar da bu yarışta çocuklardan daha erken pozisyon alarak çocuklarımızı sınavı kazandırmaya teşvik etmekteyiz.
Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) tarafında yapılan bir araştırmada 'üniversiteye giriş sistemiyle ilgili yurttaşların yüzde 82,4'ü sınav sisteminin, öğrencileri yeteneklerine uygun mesleklere yerleştirmediğine inanıyor". Aynı çalışmada lise ve üzeri eğitimli bireyler arasında yapılan araştırmaya göre, katılımcıların yüzde 82,6 üniversite giriş sisteminin ''dershanelere gitmeyi ya da özel ders almayı zorunlu kıldığını'' düşünüyorlar. Dershane sorunu aileler için ciddi bir maddi sorun, öğrenciler için ise başka bir sorun. Bir başka araştırmaya göre de dershaneye giden öğrencilerin % 62'si gelecekleri konusunda kaygı duymaktadırlar. Ülkemizde milyonlarca öğrenci her gün okul, dershane arasında ezbere dayalı ve sonuçta test esaslı sınavı başarma eksenine sıkıştırılmış durumdadır. Gördüğüm öğrencilerin artık ezbercilik ve test çözme yorgunu oldukları yönündedir. Artık YGS ve bir sonraki sınav LYS zorunlu bir yarış olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Eğitim öğrenmek, düşünmek ve öğrendiğini hayatına uyarlay
Gençliğin kendisini geliştirecek veya ve beynini besleyecek, okuma, sanat ve diğer kültürel etkinliklerden uzaklaştığı görülüyor. Çok haklı olarak çocukların kitap okuma, sanatsal etkinlikleri izleme zamanı ve isteği olmamaktadır. İstese de yarıştan koparım korkusu ve kaygısı yakasını bırakmıyor.

Sınavı Kazanma Kaygısı Öğrencilerin Kendilerini Geliştirmesine Olanak Tanımıyor
Sınava girmek bir sorun, sınavı kazanıp bir üniversiteden mezun olup işsiz kalmak bir başka sorun. Ülkemizdeki işsizler ordusunun en yüksek dilimini yüksek okul mezunları oluşturduğu düşünülürse sorunun büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Arzu edilen ve gelişmiş bir ülkede olması gereken üniversite eğitimi alacak düzeyde lise eğitimin verilmesi, diğerlerinin de meslek eğitimine yönlendirilmesidir. Meslek eğitimi alanlar da ülkenin ara eleman ihtiyacını karşılasınlar. Ne yazık ki ülkemiz halen bu sorunu çözemedi ve uzun zamandır bu konu ciddi bir ayrışma konusu olmuştur. Ülkemiz üniversiteye nitelikli öğrenci kazandıran lise ile meslek edinme becerisi kazanacak meslek okulları ayrımını ve niteliklerini netleştiremedi. Hal böyle olunca herkes aynı eksende iş bulma umuduyla üniversite kapısına yönlendiriyor. Ancak ne lise ne de üniversite eğitimi nitelikli insan yetiştirme ortamından uzak durumdadır.

Bilinç Sağlayamadık

Eğitimin en önemli amacı kişide farkına varılabilirlik sağlamaktır. Sınava giren gençlerde gördüğüm genel eğilim çok fazla farkına varılabilirliğin gelişmediği yönündedir. Çok sınırlı sayıda genç öğrencide bu durumu gözlüyoruz. Üniversiteye gelen sınırlı sayıda bilinci gelişmiş olanlar da bir süre sonra sistemi ve üniversiteyi sorguladığı için sürecin dışına itiliyor geriye çok az insan ülke için toplum için yeni bir şey söylüyor veya yapıyor.

Öğrencilerimize Eğitim Becerisi Kazandıramadık

Sık sık ülkemizdeki eğim becerileri gündeme getirilir. Ancak neden öğrencilerimizin el becerileri gelişmiyor sorusu cevapsız kalıyor. Modern eğim yöntemlerinde çocukların doğalarına uygun olarak oynayarak, yaparak geliştiklerini biliyoruz.

Kişinin eli ile doğadaki nesnelere dokunması onun hissetmesi beyinde olgunun kalıcılığını sağlamaktadır. Yaparak öğrenme becerisi fen bilimleri alanındaki "gözlem-deney-kuram" ilişkisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu bağlamda çağdaş eğitim tekniği ve felsefesi "Duyulan unutulur, görülen anımsanır, yapılan anlaşılır" özdeyişine uygun olarak, bilfiil yaparak öğrenmeyi ve öğretmeyi benimsemektedir. Bilim dünyasının bugünlerde önemsediği modeli ülkemiz Köy Enstitüleri ile yaşamış ve pratiğini Anadolu'nun eğitimsiz köylerindeki insanlara öğretmiştir. Eğitim modelinin temeli ezber bilgiden çok, kişiye yaşama dönük beceriler kazandırmalıdır

Köy Enstitüleri Eğitimi Yaparak Öğrenme ile Düşünmeyi Sağlıyordu

Ülkemiz için kaçırılmış olan bu eğitim modeli bir dönemde ülkemizde eğitimin gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. En önemli özelliği eğitimin yaparak öğrenmesi ilkesine dayanıyordu. Yeni yeni üniversitelere önerilen yaparak öğrenme modeli bu esaslara dayanmaktadır. Öğrencilerin kendi okullarını kendilerinin yapmasıdır. Öğrenciler öğrendikleri marangozluk, sıvacılık, duvarcılık bilgisi ile gittikleri yerlerde okul, köy evi diğer gereksinim duyulan binalar yapılmıştır. Yaparak öğrenme eğitim sistemi ile eğitilen kişilerin özgüvenle üretim ve eğitim yaptığı biliniyor. Eğitim sisteminin kişiyi geliştirdiği ve yaratıcılığı artırdığı biliniyor. Mark Twain, "Eğitim kafayı geliştirmek içindir, belleği bilgiyle doldurmak için değil" diyor. Köy Enstitüsü eğitim sistemi Mark Twain'in ifadesine uygun olarak eğitim kişiyi ezbercilikten uzak, tamamen kişiyi geliştirmektedir. Hint düşünürü Krişnamurti de, "Gerçek eğitim, insana düşünmeyi öğretir" diyor. Düşünmeyi öğrenmek ancak yaparak, doğru ve yanlışı algılaması ile ola
Umarım ülkemiz bunca sorununu yine tek çıkış yolu olan yüksek eğitim kalitesi ile aşar.

Gençlik Önemli Enerjisi Doğru Değerlendirilmelidir

Ne aradığını bilen, değerleri gelişmiş bir gençlik bir ülkenin yeraltı zenginliklerinde daha da önemlidir. Ülkemiz eğitim sistemi ne yazık ki çok sayıda sıradan insan yetiştirmektedir. Birçok öğrenciye ne okumak istersiniz diye sorulduğunda adeta öyle alanlar sayıyorlar ki bir başka ifade ile "yeter ki üniversiteyi kazanayım ne olursa okurum" diyorlar. Diğer bir şekilde geleceğini nasıl şekillendireceğini bilmeyen bir gençlik yetiştiriyoruz. Sıradan insandan çok talep eden, o uğurda çaba sarf eden bilinci gelişmiş, analiz ve sentez edebilen insan yetiştirmeliyiz. Şikâyet eden değil, iş yapan, üreten bir nesil yetiştirmeliyiz. Bugünkü sınava endeksli ve iş bulmaya yönlendirilmiş eğitim sistemi, korkum odur ki ülkemize faydalı olmayacaktır. Unutmayalım ki sınavı kazanan çok ancak onlarca yıldır sorun hep aynı. Şikâyet aynı. BİRŞEYLER DEĞİŞMELİ! Ancak nasıl?

Eğitimcilere Uyarı Görevi Düşüyor

Mevcut hali ile okul-dershane arasında ezbere ve sınava kazanmaya dayalı sistem uzun zamandır gençliğin enerjisini tükettiğini ve ülkemize zarar verdiğini düşünüyorum. Ve kaygılanıyorum. Kendini anlamayan bir gençlik geleceğin düşün, bilim ve sanat insanlarını bağrından çıkaramaz. Sınırlı sayıda iyi yetişen genç de beyin göçü ile dışarıya gitmektedir. Ülkemiz tez elden bu gerçeği görmeli ve kendinse insanlığa yaralı nesiller yetiştirmenin yolunu araştırmalıdır. Geçmişte Köy Enstitüleri ile kazandığımız fırsatı kendi ellerimizle kaçırmışız. Mevlana'nın ifadesi ile "şimdi yeni söz söyleme zamanı".
Ülkemiz eğitim bilimcileri, psikologlar ve diğer ilgili uzmanların konuyu bütünsellik içinde işlemleri ve üst yöneticilere çözüm önerilerini bekliyorum. Bu hali ile ülkemize nitelikli insan yetiştiremediğimizi görüyorum. Sanırım okumuş, aydınlanmış, sorumluluk sahibi her birimizin bu durumu görüp uyarması bir zorunluluktur.

Yeni Bir Anlayışa İhtiyaç Var

Ağır ekonomik ve sosyal sorunların yaşandığı günümüzde acaba ülkemizde "Doğunun Rönesans'ı" denilen Köy Enstitüleri kapatılmasaydı bugün durum nasıl olurdu? Bir bütün olarak insan ve doğayı merkeze alan eğitim ile kırsaldan başlayarak ülkenin tamamını nitelikli eğitmeyi düşünen sistem ile ülkemizin okur-yazarı düzeyini % 100 düzeyine çıkarsaydı sonuç ne olurdu? Eğer Köy Enstitüleri geçmişin iç ve dış koşullarına yenik düşürülmeseydi ülkemiz farklı bir yerde olur muydu? Eğer ülkemiz köylü kentli demeden tüm insanı Köy Enstitülerinin de yarımı ile her yönü ile becerileri gelişmiş bir şekilde eğitebilseydi, bugün 1.6 milyon gencimiz iş umudu ile üniversite kapısına dayanır mıydı? Herhalde insanımız daha bilgili, birey olma bilinci gelişmiş, yurttaş olarak ülkesinin daha iyi yaşam koşullarına sahip olması için çabalıyor olacaktı. Muhtemeldir ki insanımız durumu idare eden değil, daha aktif yurttaş olarak hayatın her alanından kendisinin de sorumluluğunu ve katkısının olduğu bilinci ile hareket edecekti. Ne yazı

12/04/2010, Pazartesi, Adana

12 Nisan 2010 Pazartesi

YÜREĞİNDE VARSA


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de


Yüreğinde varsa halkına inan
Kurtuluş sınıf mücadelesinde
Üretime sahip ol, olmasın talan
Kurtuluş sınıf mücadelesinde

Diren hakkın için yarış ha yarış
Özgürce yaşamak oldukca barış

Evreni fethet, emek dünya malı
Binbir çiçek açsın insanın yolu
Kırılmasın ormanın tek bir dalı
Kurtuluş sınıf mücadelesinde

Diren haklar için yarış ha yarış
Özgürce yaşamak oldukca barış

Fezalim der hacim sevda başında
Yiğitler yaşar dağında taşında
Şafağın aydınlığı var düşünde
Kurtuluş sınıf mücadelesinde

Diren haklar için yarış ha yarış
Özgürce yaşamak oldukca barış

11 Nisan 2010 Pazar

BİR ARAYA GELİP KONUŞMAK, O KADAR ZOR MU?‏

Ava Péré
diyarikert@gmail.com

İnsankızı ve oğlunun en önemli özelliklerinden biri de, bir araya gelip konuşmak,tartışmak,anlaşmak değil mi? (Güya kadın-erkek eşitliği var ya,nedense soyadlar falan-filanın oğlu diye verilmiş te,falan-filanın kızı diye sanırım hiç verilmemiş.)Ancak bu özelliği,çeşitli nedenlerle bazıları uygulamaktan çekiniyor veya kaçıyor.Eninde,sonunda bu özelliği uygulamaya kalkıyor,fakat çok canlar yandıktan,kalpler kırıldıktan sonra.Hem de geçmişteki tavırlarını unuturcasına...

Yakın tarihimizde örneğin 12 Eylül 1980 öncesi ne sağcı yöneticiler ,ne de solcu yöneticiler diyelim bir yemekte,veya bir misafirlikte bir araya gelmezlerdi.Kazara bir araya geldiklerinde de bir birlerini alt etmek için veya zaten en başta art niyetlice oturdukları için,kalp kırmalarla kalkılırdı.Aynı tavırları tabandakilerde uygulamak zorundaydı veya öyle benimsenmişti.

Sonradan kısa süreliğine de olsa bir binaya veya odaya hapsedildiklerinde tüm bunlar unutuldu.Unutuldu da ne oldu?O kadar enerji boşa gitmiş oldu.Biraz hapis yatan sağcıların bir kısmı faşistlikten koparak iyi-kötü demokrat bile oldu.Solcuların da bir kısmı sosyalistlikten koparak liberal oldu.

Birbirlerini öldüren bazı gruplar,birbiriyle dost bile oldu.Peki ne oldu o görüş ayrılıkları,ne oldu o ilkeler ,ne oldu o çıkar çatışmaları,ne oldu o mevki çatışmaları...

Bir süre önce Komünist Partilerinin Polit Bürolarında görevli olanlar,kısa bir süre sonra Kapitalizmin üyesi oluverdiler, hatta en tepedeki yöneticileri oluverdiler.

Tekelci sermayenin çıkarları falan deniliyordu,tamam çıkarını elbette her kesim düşünecek,fakat bugün Tüsiad ,tabii ki bunda çıkarı da var olacak ki,eski bazı tekelci karşıtlarına göre daha demokratik bir anayasa istiyor.

Zaten ülkemizin kendine göre bazı farklı özellikleri olabiliyor da.dünya da görülen yapılanmalardan bazı farklılıklar yaşanabiliyor da. Nitekim Osmanlının ekonomik, sosyal yapılanması da literatürden biraz daha farklı idi.

Bu gün yine neredeyse eskiye dönüş yaşanmış oluyor.Yine uzaktan konuşmalar,konuşmalar.,Uzaktan yazışmalar,yazışmalar amma da ne yazışmalar,sayfalarca...

Oysa bu yöneticiler medyadan veya başkalarından uzak,o binadaki veya odadaki gibi zoraki değil de gönüllüce bir araya gelseler, yemek yeseler,birbirlerine takılıp şakalaşsalar,bir yandanda uygarca konuşup,tartışsalar,her kes hatasını,eksiğini kabul etse,anlaşsa "canları çıkar mı"acaba?

Demek ki bu durum da insanların bir hastalığıdır ki,genelde önce kavga,gürültü,kalp kırma hatta ölümler,savaşlar,tüm bu yaptıklarından utanmadan,sıkılmadan, sonradan da bir araya gelip konuşmalar,anlaşmalar,barışmalar,hatta dostluklar...

Bir ara çatı tartışmaları vardı,hani ne oldu?

Bu günlerde de Anayasa tartışmaları var;kimi diyor işte paketim,kimi diyor o pakete karşıyım,kimi diyor yok benim paketim veya tasarım,kimi diyor hepsine karşıyım,kimi diyor zamanı değil,velhasıl herkes durduğu yerden veya medya aracılığıyla konuşuyor.Ve işi daha da zorlaştırıyorlar.
Oysa kolayı var;
Yeri geldimi "anayasa toplumsal bir sözleşmedir" deniliyor.Çağa uygun anayasa deniliyor.
Toplumda,ister sınıf,ister etnik,ister dünya görüşü açısından az bir kesim bile toplumun üyesi ise; o zaman bu kesimin bile dahil edilebildiği bir ortam oluşturulabilir.Mesela,Partiden tutun sendikalara ,derneklerden tutun birliklere,dergilerden tutun gazetelere,radyodan tv lere kadar,tabi birbirine yakın kesimler ayrı ayrı değil,sayıca eşit olarak biraraya gelip konuşabilir.Yeterki iyi niyetli olunsun.

Her farklı kesimin,ikişer veya üçer kişilik uzmanı gelecek.Diyelim toplam 100 kişi.Bunlar Istanbul'da gerekirse 2 veya 3 ayı geçmeyecek şekilde günlerce,haftalarca konuşacak,tartışacak,al-gülüm yapacak,öyle olmazsa böyle,böyle olmazsa şöyle diyecek."Kazan kazan"da olacak.Oylama falan olmayacak.Tam mutabakat sağlanıncaya kadar...

Kalmak isteyenler ve toplantılar için Istanbul'da bir otel falan belki pahalı olur, pratiklik ve zaman açısından daha iyi olur da,maksat insanlara veya devlete fazla masraf olmasın. Zaten bu kesimlerden gelen kişilere,Istanbul'da kalabilecekleri yer ille ki olur. Toplantılarda da bulunacak olan bir çok kurum veya kuruluşun değişik salonlarında ücretsiz oturumlar yapılabilir.

Bu temsilcileri seçmek için de, toplumun genelde güvenini,tarafsızlığını kazanmış 5-10 kişi sanırım bulunabilir.

Eğer olursa en sonda sekter,dışlayıcı,inatçı , kinci,bencil veya kötüniyetliler...O zaman mutabakat sağlanmamış olur.

Zaten mutabakat sağlanırsa, halk oylamasına bile gerek kalmaz.Bu durum hem zamandan hem de bütçeden tasarruf sağlar.Yersiz propaganda masrafları olmaz ve enerji boşa harcanmaz,

Yok eğer O kötüniyetliler veya benciller v.s yüzünden mutabakat sağlanmazsa,diğer kesimler bunların tutum ve görüşlerini teşhir ederek,tabi onların da söyleyecek sözleri olacaktır,o zaman 2 anayasa tasarısı ile hatta 3 anayasa tasarısı ile referanduma gidilmelidir. Yani "ya herro ya merro" misali...

Bu durum sonunda kabul edilecek Anayasa,ne yazıkki geçmiş Anayasalar gibi tartışmaları belki de çatışmaları beraberinde getirecektir.

Eninde sonunda,yıllar sonra bir mutabakat Anayasası ortaya çıkacaktır, veya büyük ihtimalle tarihte görüldüğü gibi Avrupa 'nın zorlamaları ile...

Peki ya kayıp zamanlar,kayıp enerjiler,kayıp gönüller,kayıp ,kayıp,AYIP,AYIP...

11 Nisan 2010
Teman Dep

10 Nisan 2010 Cumartesi

Appel pour sauver la vie d’Avni Er, détenu en Italie‏




Amnesty International a lancé le suivant appel urgent pour sauver la vie d’Avni Er, un ressortissant turc détenu en Italie.

Avni Er, un ressortissant turc détenu en Italie, pourrait être renvoyé de force en Turquie, où il risquerait de subir des actes de torture ou d’autres mauvais traitements.

Avni Er est actuellement détenu dans un centre d’identification et d’expulsion (CIE) de la ville de Bari, dans le sud de l’Italie. Ses avocats ont fait appel de la décision des tribunaux italiens, qui ont rejeté sa demande d’asile et de protection internationale. La Cour européenne des droits de l’homme (CEDH) avait déjà interdit aux autorités italiennes d’expulser Avni Er tant qu’une juridiction de première instance n’aurait pas statué sur sa demande d’asile et de protection internationale. Ses avocats ont demandé à la CEDH de prolonger cette interdiction jusqu’à ce qu’une décision soit prise en appel. Les autorités italiennes peuvent cependant décider d’expulser Avni Er avant que l’audience d’appel ait lieu.

Avni Er, qui a quitté la Turquie en 1982 à l’âge de 11 ans et n’y est jamais retourné, a été arrêté le 1er avril 2004 dans le cadre d’une opération de police internationale visant des personnes soupçonnées d’avoir commis des infractions liées au terrorisme. Il a été condamné en décembre 2006 par un tribunal de Pérouse pour appartenance au Parti-Front révolutionnaire de libération du peuple (DHKP-C), une organisation illégale, et condamné à sept ans de prison suivis de son expulsion d’Italie. En avril 2007, les autorités turques ont demandé son extradition vers la Turquie en lien avec son appartenance au DHKP-C. Cette demande a été rejetée par les autorités italiennes au motif que cet homme risquait d’être jugé deux fois pour la même infraction. Cependant, les poursuites contre Avni Er ne semblent pas avoir été abandonnées en Turquie. De ce fait, il serait probablement arrêté dès son arrivée dans ce pays. Amnesty International estime qu’il existe un risque élevé qu’Avni Er subisse des actes de torture ou d’autres mauvais traitements et soit jugé de manière inique s’il est renvoyé de force en Turquie. En effet, au cours des dernières années, des membres du DHKP-C ont été torturés et soumis à d’autres mauvais traitements.

En vertu du principe de non-refoulement reconnu par le droit international, les autorités italiennes sont tenues de ne pas renvoyer des personnes dans un pays où elles risquent d’être soumises à de graves violations de leurs droits humains, notamment à la torture ou à d’autres formes de mauvais traitements.

DANS LES APPELS QUE VOUS FEREZ PARVENIR LE PLUS VITE POSSIBLE AUX DESTINATAIRES MENTIONNÉS CI-APRÈS (en italien, en anglais ou dans votre propre langue) :

Priez instamment les autorités italiennes de ne pas contrevenir aux obligations qui leur incombent en vertu du droit international, et notamment du principe de non-refoulement, en renvoyant de force Avni Er en Turquie, où il risque de subir des actes de torture et d’autres mauvais traitements.

ENVOYEZ VOS APPELS AVANT LE 13 MAI 2010 À :

Vérifiez auprès de votre section s’il faut encore intervenir après la date indiquée ci-dessus. Merci.

Ministre de l’Intérieur :

Roberto Maroni, Ministro dell’interno Ministero dell’Interno

Palazzo Viminale

Piazza del Viminale, 1

00184 Roma, Italie

Fax : + 39 06 46549832

Courriel : liberta.civiliimmigrazione@interno.it

Formule d’appel : Dear Minister, / Monsieur le Ministre,

Préfet :

Carlo Schilardi

Prefetto della Provincia di Bari

Palazzo di Governo

Piazza Liberta’, 1

70122 Bari, Italie

Fax : + 39 080 5293198

Courriel : prefettura.bari@interno.it

Formule d’appel : Dear Prefect, / Monsieur le Préfet

Copies à :

Préfet de police

Dott.Giorgio Manari

Questura di Bari

Via G. Murat Nr. 4

70100 Bari, Italie

Fax : + 39 080 5291154

Veuillez également adresser des copies aux représentants diplomatiques de l’Italie dans votre pays.

Ambassade de la République italienne

RUE EMILE CLAUS, 28

1050 IXELLES

eMail : ambbruxelles@esteri.it

Fax 02.648.54.85

INFORMATIONS GENERALES

L’Italie est tenue, en vertu du droit international et régional, de ne pas expulser ou renvoyer des personnes dans un pays où elles risqueraient d’être persécutées ou de subir d’autres graves violations de leurs droits humains. Le principe de non-refoulement est inscrit dans la Convention relative au statut des réfugiés de 1951 et dans son Protocole de 1967, dans la Convention européenne des droits de l’homme, le Pacte international relatif aux droits civils et politiques et la Convention contre la torture et autres peines ou traitements cruels, inhumains ou dégradants. L’Italie est partie à tous ces traités.

Les recherches d’Amnesty International montrent que la torture et d’autres formes de mauvais traitements continuent d’être pratiqués dans des centres de détention en Turquie, notamment dans des postes de police et des prisons où Avni Er est susceptible d’être incarcéré. De plus en plus de cas de mauvais traitements et de torture ont été signalés ces deux dernières années. Amnesty International estime que les personnes accusées d’avoir commis des infractions liées au terrorisme risquent plus d’être soumises à la torture et à d’autres mauvais traitements en garde à vue et en prison. Amnesty International a recensé des cas de torture et d’autres mauvais traitements commis en garde à vue ou en prison sur des personnes soupçonnées d’être des sympathisants du DHKP-C, notamment un groupe de personnes parmi lesquelles se trouvait Engin Çeber, qui est mort le 10 octobre 2008 des suites des actes de torture qu’il avait subis.

Les procédures judiciaires menées par le passé contre des personnes soupçonnées d’avoir commis des infractions pour le compte du DHKP-C laissent également craindre que la vie de d’Avni Er serait menacée en prison. En 1999, durant les poursuites engagées dans le cadre du meurtre d’Özdemir Sabancı, un éminent homme d’affaires, l’un des inculpés, Mustafa Duyar, soupçonné d’appartenir au DHKP-C, a été tué en prison alors qu’il était en détention provisoire. Les responsables présumés seraient liés à des institutions d’État.

Amnesty International a également constaté que de nombreux procès menés au titre de la législation antiterroriste sont iniques et mènent à des condamnations fondées sur des éléments de preuves inconsistants ou peu fiables, souvent obtenus sous la torture. Dans un rapport publié en septembre 2006 et intitulé Turquie. Procès interminables et déni de justice. Les personnes inculpées en vertu de la Loi antiterroriste continuent d’être soumises à des procès interminables et inéquitables (index AI : EUR 44/013/2006), Amnesty International recensait de très nombreuses violations du droit des personnes à un procès équitable : impossibilité de consulter un conseiller juridique durant les interrogatoires, examens médicaux inadéquats, absence d’enquête sur les allégations de torture et d’autres mauvais traitements en garde à vue, utilisation comme éléments de preuve de déclarations obtenues par la torture ou d’autres mauvais traitements, etc. L’organisation a également constaté que le droit d’être jugé dans un délai raisonnable était bafoué. Depuis la publication de ce rapport, Amnesty International de continué à recevoir des informations faisant état de procès iniques et de la persistance des violations énumérées dans le rapport. En septembre 2008, par exemple, Selahattin Ökten a été condamné à la prison à vie pour avoir participé à des opérations armées pour le compte du Parti des travailleurs du Kurdistan (PKK). La déclaration de culpabilité était fondée sur un témoignage peu fiable qui aurait été obtenu par la torture (voir le Rapport annuel 2009 d’Amnesty International).

----------------------------

Maison Populaire de Genève
http://www.assmp.org/

8 Nisan 2010 Perşembe

AYAĞININ ALTINDA"ÇIT" SESİ


Remzi Aydın
remziaydin62@hotmail.com


Salyangoz-bitki ve insan

Bir dostum vardı yıllar yıllar öncesinden. Bir gün heyecanla; Dostum seradaki tüm bitkiler buruşmuş, solmak üzere” dedi. Üniversite içindeki bu seraya beraber gittik ve gördüğüm manzara gerçekten korkunçtu. Tüm bitkiler kendini salmış, yapraklar aşağıya düşmüş, renkleri sararmaya yüz tutmuş. Hani insanın hayata küsüşü var ya, hani eli kolu tutmaz ya, hani küstür ya işte öyle. Üç günlük tüm araştırmalara rağmen bunun nedeni bulunamadı. Nem oranı aynı, su aynı, güneş aynı ama çiçeklerde küs hali devam ediyor ve nedenini kimse anlayamıyor. Üçüncü gün sonunda üniversite asistanlarından biri dostuma gelip bir itirafta bulunuyor. “Hocam çiçeklerin o hale girmelerinden galiba biz sorumluyuz. Çünkü o gece serada salyangoz pişirdik. Kaynar suyun içine attığımız salyangozlar öylesine çığlık atmıştı ki çiçekler solmaya başlamıştı”

Evet işin aslını öğrenmiştik, salyangozlar kaynar suya atılırken her canlı gibi feryat eder. Ve o ses gerçekten “insanın” yüreğine işler, hiç duydunuz mu bilmiyorum? Ben daha sonra bir fabrikada duymuştum o sesi.

Ve çiçekler, nasılda duyarlı, nasılda narin, nasılda duygulu. İnsanlar kadar diyemeyeceğim, çünkü insanlar çiçek olmayı öğrenemedi. Bizler salyangozu severiz, ya kendimize aksesuar yapmak için ya da vitrinimizi süslemek için ha birde son zamanlarda kozmetik olarak oldukça gözde bir krem. Yani yüzümüze sürmeyi de severiz ya da farkında olmadan ayağımızın altında “çıt” sesi ile yok ederiz. Nereden aklıma geldi, evrendeki insan duyarsızlığından, ya da duyarlı gibi gözükerek; dudağımızın kenarına kondurduğumuz sahte maskeden. İnsanlara bakıyorum da herkes hayvan seviyor, çocuk seviyor, kadın seviyor, çiçek seviyor, evren seviyor, evrensel normları seviyor, ezilenleri seviyor… ama dünya her geçen gün ayaklarımızın altında ezilen salyangozun “çıt” sesi ile yankılanıyor. Peki neden daha yaşanılası bir Dünya’ya kavuşamıyoruz. Çünkü biz salyangozu aksesuar olarak, yada yüzümüze maske olarak kullanmayı seviyoruz, yani her şeyimiz gibi sevgilerimizde sahte, ya da sadece aksesuarken değerli. İşte şu aşağıdaki yazı ayağının altında “çıt” sesini duyamayanların bu günki yansıması.

Ey liderler, liderler sofrasında oturan dalkavuklar ve onları hayranlıkla izleyen şakşakçı yalakalar! Tüm mazlumların ahı üzerinizde olsun. Ey efendiler; çıkarlarınıza çanak tutanlar, sizin adınıza silah kuşananlar, silah kuşananları alkışlayanlar, onların bu katliamına haklı gerekçeler bulanlar, ölmüş tüm bebelerin ahı üzerinizde olsun. Tecavüze uğrayarak kirletilen onurların acıları, şehvetiniz için kesilen cinsel organların utancı, uçları kesilmiş memelerden akan; kanlı sütlerin ahları üzerinize olsun.

Siyasal, ekonomik, statü ve aç nefis uğruna; onca çocuğun katledilişi üzerinden payandalanan namussuzlar, söyleyin bana bir bebeğin gözündeki hayat ışığından daha değerli ne olabilir? Küçücük bir kız çocuğunun parçalanmamış hayallerinden ve yağmalanmamış vücudundan daha kıymetli hazine olabilir mi? Bir bebeğin ucu kesilmemiş memeden içeceği ak sütten daha temiz, daha besleyici ne olabilir? Anne ile bebek arasındaki o muhteşem bağdan daha iyi barış olabilir mi?

Ey kan ile servetine servet katan tanımadığım ırkın köpekleri? Hangi anne bebeğine bakarken; bebesini sırf ırkından dolayı besler. Hangi anne oğlunun, kızının acısını mezhebine, rengine göre yüreğinde devşirebilir. Ey katliamcıları alkışlayarak onlara güç veren dalkavuklar, asalaklar hangi çocuk sizin çocuğunuzdan daha değersiz olabilir? Hangi hakla kimin çocuğunun öleceğine karar verebilirsiniz siz. Koltuklarını sağlamlaştırıp tüm gücü elinde bulundurma uğruna; sizi kamplara bölen uşaklara daha ne kadar alkış tutacaksınız. Kendi canını kurtarma uğruna başkasına yalvarırken, sizin çocuklarınızı savaş alanlarına süren liderlerin arkasından daha ne kadar gideceksiniz. Ey körelmiş gözlerin sahipleri, ey kararmış vicdanı yük olarak taşıyan bedenlerin efendileri, ey bilime ve insanlığa sırtını dönen düşmanlığın körelttiği zavallılar, kaç çocuk daha ölmeli sizin savaşınız için. Şehitlik ve kahramanlık masallarına daha ne kadar inanacaksınız? İyi olan her şeyi yağmalayan efendiler neden şehitliğe, kahramanlığa koşmazlar, çocuklarına ve kendilerine neden sonsuz mutluluk olan cenneti istemezler?

Ey bir parça toprak uğruna yüzyıllarca omuz omuza yaşadığı komşusunu katleden insan! Onun dili, inanışı, rengi senin için ne kadar farklılık gösteriyorsa seninki de o derece farklıdır. Bu farklılıklar sana ayrıcalık tanıyıp, bu toprağın efendisi olma hakkı tanırken nasıl oluyor da başkasının hakkına kölelik düşüyor?

Ey toprağa doyamayan aç sefil, zenginlik; sevgidedir, dostluktadır, onurdadır, barıştadır ne zaman öğreneceksin bunu? Zenginlik, kahkahalar atarak farklı renkteki çocukların aynı oyundan aldıkları zevktedir. Zenginlik, tenin tene değişindeki mutlulukta, ten sıcaklığında, arzudadır. Sen bu duyguları bildin mi? Tanıdın mı zavallı yaratık.

Ey bu topraklara adım atmayanlar! Bu topraklar üzerinde tek bir ağaçta emeği olmayanlar! Bu coğrafyanın çocuklarının saçlarını bir kez olsun okşayamayanlar. Tütün kokan bir eli öpmeyenler, nahır kokan bir entarinin omuzlarında niyazı tanımayanlar! Nasıl oluyor da bu coğrafyayı, bu insanları, bu toprağı en çok siz seviyorsunuz? Farklı toprakların sefasını çekerken, cefakâr bu halk adına savaş çığırtkanlığı yapıyorsunuz. Parçalanmış bir çocuğun hayatı üzerinden size barış sunanlar, tecavüz edilmiş bir kadının kirlenmiş ruhu üzerinden size huzur sunanlar, hiç bitmeyen acılar ve hüzünlü hayat üzerinden size güneşi andıran barışı sunanlar; onursuzdur. Onursuzların sunduğu barış ve güneş de onlar kadar onursuzdur. Karanlık kuytuların siyah noktaları olarak “ben güneşim” diye bağıranlar, komşusunu, kendine sığınanları; efendilerine şirin gözükmek için boğazlayanlar, sonra da mallarını yağmalayanlar sizden daha kötü ne olabilir şu evrende.

Duvara sıçramış bir çocuğun kanından daha kötü ne olabilir? Bu kandan sonra hangi barış annenin yüreğinden acıyı söküp atabilir! Ey eline silah alanlar; kullanan olmadıkça silah üretilmez. Ey efendiler adına savaşa giden uşaklar, kul olmadan savaş olmaz.
Ey barışı ve çocukların acılarını dosyalara sıkıştırıp, işlerine gelince raflardan indirip-kaldıran ve pazarlıklarda koz olarak kullanan efendiler, tüm çocukların acıları üzerinize olsun. Cezaevlerinde tek başına, savunmasız, yağmalan bedenlerinin ve ruhlarının ahları üzerinize olsun!

Sen insan olamadıkça, kendi kaderini değiştirmek için mücadele etmedikçe; efendiler yazar senin kaderini ve sen şükretmekle yetinirsin… Ey duvarlar arasına kendini ve hayatını sıkıştıran, hayallerle beslenen zavallı insan, kalk yerinden ve gerçeklerin arasına dal, dal ki gerçeği göresin! Evrende binlerce güzellik ayak altında “çıt” diyerek feryat etmekte!!!

5 Nisan 2010 Pazartesi

Emperyalizm ve Manipülasyon


Demir Bilgin
Demir.bilgin@yahoo.dk

Emperyalizm ve manipülasyon üzerine daha önceleri yazmam gereken notlardı. Ama araya başka çalışmalar girdi. Bu güne kaldı. Başlıyorum, notlarıma şöyle başlıyorum: Emperyalizm, yalnızca askeri savaş değildir. Emperyalizm, aynı zamanda, manipülasyon oluyor. Manipülasyon, Emperyalizmin elinde ve hizmetinde olan medya araçları ile dünya kamuoyunu yanıltmak için yapılan bir savaş oluyor, bir medya savaşı oluyor. Bu medya ile, bu medya savaşı ile dünya halkları, dünya kamuoyu yanlış bilgilerle yönlendiriliyor. Manipüle ediliyor. Emperyalizmin bir yüzü budur.

Emperyalizm bir yüzü askeri savaş, diğer yüzü de manipülasyondur. Emperyalizm tarihi bunun örnekleri ile doludur. Vietnam’da bu oldu. Latin Amerika’da bu oldu. Ortadoğu’da ve Irak işgalinde bu oldu. Şimdi de, Afganistan’da, Talibanlara karşı yürütülen savaşta manipülasyon yöntemi kullanılıyor. Bu yöntemle, emperyalizmin “muazzam” ve “yenilmez gücünü” iki de bir, dünya kamuoyuna lanse ediyorlar. Gerçeği yalanla değiştirerek, yalandan “zaferler” elde ediyorlar. Afganistan’daki, “Marjah zaferi(!)” bunun bir örneği oluyor.

Hatırlarsınız, 12 Şubat 2010’da ABD ve diğer NATO güçleri, sözde, Talibanların kalesi olan ”Marjah” köyünü ele geçirip büyük bir ”zafer” elde etmişler. Dünya medyası da; ABD ve diğer NATO güçleri, Afganistan’da Talibanlara karşı büyük bir ”zafer” elde ettiklerini yazıyor ve yayıyordu. Zafer, sözde Talibanların kontrolündeki ”Marjah” köyünün Talibanlardan kurtarılması olarak gösteriliyordu. Oysa ki, Afganistan’da, ”Marjah” adında köy yoktur. Afganistan’da, ”Marjah” adında ne şehir, ne de bölge bulunmaktadır. Afganistan’da ”Marjah” diye bir yer yoktur! Anlaşılan, Amerika ve diğer emperyal güçler, Afganistan’da yedikleri darbeler nedeni ile, ”Marjah” gibi sahte köyler uydurarak, Talibanların da yenilebileceği dünya kamuoyuna lanse etmeye ihtiyaç duymuşlar!

Emperyalizmin askeri alandaki başarısızlığını gözlerden saklamak için ellerindeki tek yöntem, manipülasyon yöntemi kalıyor. Bu yöntemle hâlâ güçlü olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Bu yöntemle, medya ile yapılan bu manipülasyon kampanyaları ile moral buluyorlar. Artık günümüzde emperyalizmin tek moral kaynağı manipülasyon kampanyaları oluyor. Bu kampanyalar olmasa işgal ettikleri tek tek ülkelerde bu kadar zaman tutunamazlardı. Bu, birinci nokta oluyor.

İkincisi şu: Manipülasyon kampanyalarının bir başka özelliği insanları tıpkı sürüler gibi yönlendirmek oluyor. Sonunda manipüle edilen halk ya da sürüleştirilerek yönlendirilen halk, emperyalizmin muazzam gücüne ve zaferlerine inandırılıyor veya inandırılmak isteniyor. Tıpkı Afganistan’da var olmayan “Marjah zaferi” gibi.

Sonuçlar açıktır: Bir: Günümüzde emperyalizm, ancak, manipülasyon yolu ile “zaferler(!)” elde edebiliyor.

İki: Emperyalizm, askeri savaş yanında, kurnazlık, hile, oyun ve düzenbazlık oluyor. Manipülasyon budur, bu oluyor. Manipülasyon, ince hilelerle, uydurmalarla, gizlice, kimseye farkettirmeden, dünya kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek oluyor.

Evet, emperyalizm, askeri savaş yanında, manipülasyondur. Görevleri, dünya kamuoyunu yanıltmak ve yönlendirmek oluyor.

Onların görevi bu oluyor, ama bizim de işimiz ve görevimiz, emperyalizmin manipülasyon yöntemlerini gözler önüne sermek, onların bu ikiyüzlü, kurnaz ve dalavereci yöntemlerini teşhir etmek oluyor!