31 Ocak 2014 Cuma

28 Kânunsani’yi elbette unutmadık...


Yalçın Yusufoğlu

    28 Ocak 2013 Türkiye Komünist Fırkası kurucuları Mustafa Suphi - Ethem Nejad ve arkadaşlarının Ankara’dan Kemal Paşa’nın emriyle, Erzurum’dan Kâzım Paşa’nın da dahliyle, Pontos’lu Rumların, Ermenilerin (sonra da Koçgiri’li Alevi Kürtlerin) katili MAH’çı eşkıya Giresunlu Osman Ağa’nın organizasyonuyla, infazcı katil diğer bir MAH’çı Yahya Kâhya ile adamları tarafından öldürülmelerinin 83. Yıldönümüdür.

   Bu toplu suikasti 2007’de Ocak ayında Hrant Dink’in öldürülmesine benzetebiliriz. 
Nasıl ki, Hrant Dink suikasti devletin (merkezi ve mahalli) kolektif bir cürümüyse, bu suça devletin gizli açık idari ve adli kurumları iştirak etmişlerse, Suphi-Nejad ve arkadaşlarının katlinde de Ankara Hükümetinin, --o yıllarda adı TSK olmayan-- askeriyenin, gizli teşkilat MAH’ın ve şehir eşrafının-- dükkânları kapattırıp gösteri yaptıran hacı-hoca takımının işbirliği vardır.

   Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği raporda cinayeti Osman’ın işlettiğini yazmıştır.

   Bugünkü terimlerle konuşursak, Kemalistler, Özel Harp’çiler ve dinciler ortak düşmanları komünizme karşı el birliği ve suç birliği etmişlerdir.

   BMM henüz 1 yaşına bile basmamışken işlenen cinayetin ortakları arasında sonradan siyasi nedenlerle ayrışma çıktığında, Kemal Paşa’nın fedaisi Osman Ağa, Meclis’teki 2. Grubun başı ve Kemal’in muarızı Ali Şükrü Bey’i evine kahve ve nargile içmeye davet edecek, boğdurarak öldürtecekti.

   Osman kimdi? Kemal Paşa’nın Mayıs 1919’da Samsun’a geldiğinde Havza’da ilk görüştüğü kişilerden birisiydi, Osman’ın çetesiyle birlikte Rumları, Ermenileri kitle halinde öldürdüğünü öğrenmiş ve onun çetesinden faydalanmak istemiş olan Paşa “bundan sonra seninle birlikte çalışacağız, sana itimadım tam” demişti.

   Bu çok güvenilir şahıs 1. Dünya Harbinde mazbatayla ordudan aldığı buğdayları 100.000 Liraya Giresun Nokta Kumandanlığına satmış, Rumların ve Türklerin arazilerine el koyarak yakınlarının veya kendisinin mülkiyetine geçirmiş, kendisini zorla Giresun Şehir Emini (Belediye Başkanı) ilan etmiş birisiydi. Yöre halkı ondan yaka silkmekte, “ aman bizi bu adamdan kurtarın” demekteydi.

   Dahası da, aynı kişi Ermeni tehciri sırasında işlediği insanlık dışı suçlar yüzünden gıyabında verilmiş idam kararı ile aranmaktaydı. Saklandığı Şebinkarahisar’dan getirtilip taltif edilen eli kanlı haydudun çetesi Nisan 1920’de BMM kurulduktan altı ay sonra Çankaya’ya muhafız birliği yapılmış, hiçbir tahsili olmayan, haydutluktan ve insan öldürmekten başka bir işlevi bulunmayan Osman da Muhafız Birliği’nin başına geçirilmişti.

   Yeni devletin temelleri Osmanlı’nın Ermeni katliamından mahkûm ettiği kişiyi Reis’in yanı başına getirerek atılıyorsa, sonraki kanlı tarihe bugün şaşmamak gerekecektir.
   1921’de ise Koçgiri İsyanını bastırmaya giden Sakallı Nurettin Paşa’nın yanına Osman destek olarak gönderilmişti. Eşkıya başı, Koçgiri’de 60.000 koyun ve sığıra el koyarak Giresun’a getirmiş, kente et girmesini yasaklayarak halka fahiş fiyatla et satmış, ayrıca tefecilik yaptığı için banka şubesi açılmasını silah zoruyla engellemişti.

   Mart 1923’te Kemal Paşa artık muzaffer kumandandır. Ama Meclis’de aynı derecede güçlü değildir. 2. Grup ve onun reisi Ali Şükrü Bey sert muhalefet yapmaktadır. Bir oturumda Gazi kürsüde konuşurken Ali Şükrü bağırarak kürsüye doğru hamle yapar, silahına davranır, Gazi de elini silahına atar. Oturumu yöneten Ali Fuat (Cebesoy) Paşa anılarında “Baktım ki birbirlerine silah çekecekler, elimdeki çıngırağı aralarına fırlattım” diye yazar.

   İşte bu olaydan çok kısa süre sonra Osman evinde Ali Şükrü’yü adamlarına boğdurtur ve bir çukura atar.

    Muhalefet büyük tepki gösterince kolluk kuvvetleri Osman Ağa’yı yakalamak üzere harekete geçer, o da adamlarıyla birlikte Çankaya’yı basar, ama Paşa kadın çarşafı giyerek Köşk’ten kaçar. Osman kendisine Gazi tarafından hediye edilen köşkte kıstırılır, yaralı ele geçirilir, tedavi edilmediği için ölür, böylece yargılanması ve konuşması önlenir. Başı kesilmiş cesedi Meclis’in önünde ayaklarında asılı olarak teşhir edilir.

   Aradan 90 yılı aşkın zaman geçti, ama Suphi – Nijad ve arkadaşlarının devlet tarafından öldürülmeleri unutulmadı. Tıpkı Sabahattin Ali’nin de, Musa Anter’in de devlet tarafından öldürüldüğünün unutulmadığı gibi. Tıpkı daha sonraki toplu ve tekil öldürmelerin de merkez tarafından yapıldığının unutulmadığı gibi.

   Yukarıda anlatılanların gösterdiği bazı olguları sıralayalım:

Türkiye Komünist Partisi’nin kurucularının öldürülmeleri “Kurucu İrade”nin tarihinin aynı zamanda siyasi cinayetler ve komplolar tarihi olduğunu gösterir. Bu suikastler Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Rıdvan Özden gibi rütbeli subayları da hedef almıştır. Suikastler siyasi iktidarın paylaşıldığı hükümeti düşürecek olaylar sürecini başlatmak için Yüksek Mahkemeyi basıp Yargıç Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürme tertibine kadar varmıştır.
    Bu komplocu, hilekâr yapı Malatya’nın keskin anti-komünist Belediye Başkanı’nı bubi tuzaklı bir posta paketiyle öldürüp, suçu Alevilerin ve solcuların üstüne yıkarak Alevi-Sünni çatışması başlatacak kadar aşağılıktır.

   Kendi adamlarını bile öldürecek bir yapı ve onun komplocu - katil zihniyeti elbette Komünistleri, devrimcileri hedeften uzak tutacak değildi. Hele hele Ankara C. Savcısı Doğan Öz’e, Adana Em. Md. Cevat Yurdakul’a hiç tahammül edemeyecekti.
   Onbeşler Suikastini de, sonrakileri de hiçbir resmi yetkili ya da devlet tapıcısı gazeteci, yazar ya da benzeri kişi ikrar etmiş değildir. Bu suçlar üstlenilmediği ve toplumun bilincine kazınmadığı müddetçe başkalarının işlenmemesi için sebep yoktur.

   Sayılarını bilemediğimiz kadar çok “fail-i meçhul” cinayetler gerçekte faili meçhul değil, faili malûm suçlardır.

   Yukarıda andığımız Onbeşler Cinayetini ve diğerlerini unutmadığımızı söylüyoruz, fakat söylediğimiz olgu sadece demokrasi ve adalet bilinci taşıyanlar içindir Yoksa umumun bunlardan haberi yoktur, olsa bile ilgilendiği yoktur. Hatta bilgisi ve ilgisi olanların çoğunluğu için devlet yapmışsa, elbet bir bildiği vardır.

   Onbeşler Suikasti konusunda söylememiz gereken bir başka husus toplu cinayeti kabul eden aydınlarının önemli bir bölümünün olaydan Atatürk’ü tenzih etmeleridir. Onlar katliamın Ankara’nın bilgisi dışında işlendiğini öne sürmeye çalışırlar. Çünkü Önder o denli Uludur ki böyle şeyler ona asla yakıştırılamaz.   

   Nitekim aynı tipler Ali Şükrü Bey cinayetinden de Köşk’ün haberinin olmadığını iddia ederler, hatta daha da ileri gidip, “Osman Ağa’nın Ali Şükrü Bey’e husumeti vardı, çünkü Onbeşleri öldürttü diye M.Kemal’e rapor yazmış olan oydu” derler.

   Oysa Osman baş fedaiydi, baş tetikçi’ydi, Suphi- Nejad ve arkadaşlarını emirle öldüren de oydu, Ali Şükrü Bey’i boğdurtan da. Hatta onlar Osman Çankaya’yı bastığında Kemal Paşa’nın kadın kılığında kaçtığını söyleyenlere de çok kızarlar, Önderlerini kadın kılığına girmesini maçoluk zihniyetlerine yakıştırmazlar, olayı anlatanlara (örneğin “Latife” kitabını yazan İpek Çalışlar’a) ateş püskürürlerdi.

   Kemak Paşa 1925 yılında Giresun Kalesinde Osman Ağa için anıt mezar yaptırarak bu haydudu, infazcıyı öldükten sonra dahi taltif etmiştir. Günümüzün Veli Küçük Paşası ise Atası’nın izinden giderek Osman’ın heykelini yaptırmıştır.

   Atatürk tapıncının olayımızla ne ilgisi mi var?

   Hrant Dink’in de öldürülmesinin nedenlerinden bir, belki birincisi aynıdır. Çünkü Dink Atatürk’ün evlatlığının, köken olarak bir Ermeni olduğunu açıklamış, sonra da iki MİT görevlisi tarafından İstanbul Vilayet’inde Vali Muavinin huzurunda “haberini yalanla” diye tehdit edilmiştir.

   17 Aralık 2013 sonrasında “devlet ne hâle geldi?” diye ah-vah edenler, devleti gözlerinde büyütenlerdir, oysa devlet şimdi çürümemiştir. Zira çürüme sadece rüşvet ve yolsuzluk değildir. Çürüme aynı zamanda tertiplerdir, suikastlerdir, pogromlardır, işkencelerdir, insan haklarını ve evrensel demokrasiyi çiğnemektir.

    Siz Osman Ağa gibi aşağılık yaratıklarla devlet kuruyorsanız, ona anıt mezar yaptırıyorsanız çürümeyi bugünlerde aramak beyhudedir.

   Yüzleşmek, yüzleşmek diyoruz, bırakalım Komünistlerin katlini, acaba 60 milyon kadarı Türk olan nüfusun içinde 24 Nisan 1915 soykırımıyla, 1937 Dersim katliamıyla, 6-7 Eylül 1955 Rum, 19-26 Aralık 1978 K. Maraş Alevi pogromuyla, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamıyla yüzleşmiş ne kadar Türk vardır?

   Yani toplum kendi tarihiyle yüzleşme noktasından çok uzaktadır. 24 Nisan’ın 100. Yıldönümünü anma sürecine girildiği önümüzdeki aylarda bu sorunun yanıtını daha açık ve sancılı bir biçimde göreceğiz.  

24 Ocak 2014 Cuma

ACİL EYLEM: SEVAN NİŞANYAN’A ÖZGÜRLÜK!



Sevan Nişanyan’a kurulan kumpastan vazgeçilsin!

Bir kaçak inşaat cenneti olan Türkiye’de kimseye ceza verilmezken yazar Sevan Nişanyan, Şirince Köyünde kendi mülkü üzerinde kaçak inşaat yaptığı gerekçesiyle cezalandırılarak 2 ocak tarihinden beri İzmir –Torbalı cezaevine  tutulmaktadır. Ayrıca Şirince’de yarattığı eserlerden dolayı mimarlık nobeli ile taçlandırılması gerekirken, hakkında açılan 17 davadan dolayı yaklaşık 50 yıllık bir ceza tehdidi ile de karşı karşıyadır. 

Aslında herkesin bildiği gibi Sevan Nişanyan’ın davalarının kaçak inşaat ile bir ilgisi yoktur. Bu cezalar    resmi ideolojiye karşıt tarih ve dil çalışmalarından dolayı verilmektedir. Bu kapsamda olan  İslam mitolojisini İslamcılar gibi yorumlamıyor diye verilen 13, 5 ay ceza tehdidi Yargıtay’da onanmak için bekliyor. Sevan Nişanyan’ın düşüncelerinden  dolayı cezaevine yollanması birçok tepkiye neden  olacağından kaçak inşaat suçu icad edilerek cezaevine konulmuştur.

Mesele kaçak inşaat meselesi değildir. O fikirlerinden dolayı cezaevine konulmuştur. Sözünü esirgemeyen Sevan Nişanyan halkının sesi ve kalemidir. Ona kurulan kumpastan vazgeçilsin ve uğradığı haksızlığa son verilerek özgür bırakılsın.

Lütfen, Sevan Nişanyan'a özgürlük' talebinizi, e-posta ya da tweetlerinizle aşağıdaki adreslerden Türkiye yetkililerine iletin:

@cbabdullahgul
@RT_Erdogan
-----------------
URGENT ACTION! FREEDOM FOR SEVAN NISANYAN!

The plot set against Sevan Nisanyan should be abandoned.

In Turkey, a heaven for illegal construction projects, while no one gets punished, Sevan Nisanyan has been sent to jail as of January 2 for constructing supposedly illegal buildings on his own property. Furthermore someone that should be honored by a Nobel Prize for Architecture for what he has done in Sirince Village is facing another 50 years of imprisonment on trumped up charges.

As everyone already knows the reason for these charges have got nothing with illegal construction. He is being punished because of his work on history and language that clashes with the official historiography. Accrodingly a 13.5 month sentence threat given for not interpreting Islamic mythology to the approval of the Islamists is waiting in the appellate court. Because sending Sevan Nisanyan to jail because of his thoughts would create major international reaction, these illegal construction accusation has been created and to send him in jail. The problem is not an illegal construction issue. These trumped up charges should be dropped and he should be set free!

Please e-mail or tweet the following Turkish Authorities to free Nisanyan

@cbabdullahgul
@RT_Erdogan
----------------
Kaynak: Gerçek İnatçıdır

“Milli irade” diye bir şey var mı?





Fikret Başkaya

“Çok partili düzen dense de değişen yalnızca parti başkanlarının adı: aslı tek bir başkan, tek bir parti...”* Bilgesu Eranus

17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla ilgili olarak, başbakan R.T. Erdoğan, “hedefin milli iradeye suikast olduğu aşikâr“ demişti. Tabii yolsuzluk ve rüşvete yönelik bir operasyonla “milli irade” denilen arasında ters yönde bir ilişki olduğunu söylemek tuhaf bir çelişkiydi. Bu arada yurdun çeşitli yerlerinde milli iradeye destek gösterileri yapıldı. Avrupalı Türk Demokratlar Birliği [ UETD] Viyana şubesi tarafından da başbakana destek amacıyla “ milli iradeye saygı konvoyu” yola çıkıp, Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçerek, Kapı Kule sınır kapısından Türkiye’ye girdi. Tersinden Viyana kuşatması gerçekleşmişti sanki... Tabii hepsi bu kadar değil, milli irade platformu adıyla bir araya gelen 97 STK tarafından imzalanan destek bildirisi de, başbakana iletilmiş. Söylendiğine bakılırsa 97 Sivil Toplum Örgütü’nün [STK] imzaladığı bildiri, Başbakanın baş danışmanı, Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan tarafından yazılmış... Yıllardır ‘sivil toplum söylemi” kepazeliğine dair yazar dururum. Doğrusu ne kadar da yazsan nâfile. Bazen kendi kendime: “ acaba bu dünyada kelimelerin ve kavramların bu kadar dejenere edildiği ikinci bir ülke var mıdır” diye sorduğum oluyor... Kimse çıkıp da “ tamam, bildiriyi imzalayın da, hiç olmazsa kendinize STK’lığı yakıştırmayın” diyen pek yok. Sakın ola STK’ları önemsediğim sanılmasın. STK söylemi neoliberal gericiliğin söylemidir. Amaç kapitalizmin pisliklerini, iğrençliklerini netâmeli sonuçlarını görünmez kılmaktır. Bu amaçla toplumu ahmaklaştırmak, bönleştirmek, aldatmak. oyalamak, depolitize etmektir. Bu örgütlerin misyonu ve varlık nedeni, , küresel plütokrasiyi, küresel oligarşiyi ve tabii onun bir uzantısı olan bizdeki gibi komprador oligarşileri meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla bu sefil kuruluşların teşhir edilmeleri hayatî önem taşıyor...

Bir “milli irade” söylemidir gidiyor. Aslında bizde milli irade denilen, genel irade, halk iradesi veya genel istenç denilenin karşılığı olarak kullanılıyor. Jean Jacques Rousseau’nun ‘Toplum Sözleşmesi’  adlı ünlü eserindeki  volonté général’ in (genel irade) Türkçesi.  Fakat genel irade asla çoğunluğun iradesi demek değil. O halde genel irade nasıl tecelli edecekti? Bunun iki yolu var: Birincisi, doğrudan demokrasi sayesinde. Bu durumda insanları, toplumu, kamuyu, velhasıl politik-sosyal alanı ilgilendiren meseleler, herkesin katılımıyla, tartışılır, el kaldırarak oylanır, karara bağlanır ve uygulanır, yani doğrudan demokrasi yöntemi; ikincisi, toplumun ortak (genel) iradesi seçilmiş temsilciler vasıtasıyla tecelli eder. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Batıda buna temsili demokrasi deniyor. Temsili demokrasi için de ifade ve örgütlenme özgürlüğünün, siyasi partilerin, seçimlerin, parlamentonun ve parlamentodan çıkmış hükümetlerin, “hür basının” varlığı, yeterli koşul sayılıyor. Bir ülkede, siyasi partiler varsa, belirli aralıklarla seçimler yapılıyorsa orada genel iradenin, bizde “milli irade” denilenin tecelli ettiği, demokrasinin gerçekleştiği var sayılıyor. Eğer demokrasi denilen bir şekil sorunu olsaydı, o zaman siyasi partilerin, seçimlerin, parlamentoların, ve o parlamentolardan çıkan hükümetlerin varlığı, genel iradenin [milli iradenin], dolasıyla, demokrasinin gerçekleşmesi sayılabilirdi. Lâkin demokrasi bir şekil sorunu değildir. Kimi içi boş söylemlerin, kurum ve mekanizmaların varlığından ibaret bir şey değildir. Kaldı ki, daha önce de defaaten yazdığım gibi, Batı’da eski rejimler [Ancién Régime] yıkıldığında gündeme gelen soru, “kim nasıl yönetecek” sorusuydu. Bizde 1946 da ‘çok partili sisteme” geçildiğinde yapılan değişiklik, halk kendi kendini yönetsin diye yapılmadı. Değişiklik, bundan sonra “nasıl yöneteceğiz” sorusunun cevabıydı. Kimin yöneteceği zaten belliydi. Dolayısıyla siyasi partiler, seçimler, parlamento ve hükümetler, kitlelerde “katılım yanılsaması” yaratmak içindi. Kaldı ki, Türkiye’de oynanan demokrasi oyunu, biçimsel olarak bile sorunluydu. Zira, benim “asıl devlet partisi” dediğim öteki iktidar odağı gerekli gördüğünde sürece müdahale ederek biçimsel demokrasiye bir süreliğine son verebiliyordu. Böyle bir durum söz konusuyken, milli iradeden, demokratikleşmeden, demokrasiden, işte “hakimiyetin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğundan” da çok edildi, ediliyor.

Siyasi partiler eğer “yukardakiler”, mülk sahibi sınıflar tarafından, anti demokratik bir seçim kanunu ve siyasi partiler kanununa göre  kurulmuş-kurdurulmuş ise, ve siyasi partiler bir kişinin şirketi gibi işliyorsa, işleyişinde demokrasinin kırıntısına bile yer yoksa, her şeyi parti lideri belirliyorsa,  partinin adı liderinin adından daha az biliniyorsa, kimin milletvekili, parti yöneticisi, belediye başkanı, vb. olacağına, hangi kanunların ne zaman çıkarılacağına  başkan (patron) kadar veriyorsa, istediği kadar oy alıp seçilsinler, hükümet kursunlar, böyle bir durumda siz hangi “milli iradenin” tecelli ettiğinden ve demokrasiden söz edebilirsiniz ki? Kendisi demokrasiden nasibini almamış örgütler nasıl demokrasinin, “milli iradenin” gerçekleşmesinin araçları olabilirler? Bir kere asla temsil diye bir şey, seçmek diye bir şey söz konusu değil. İnsanlar seçim denilenle parti başkanının seçtiğini onaylıyor. Arada bir temsil eden-edilen ilişkisi yok. İnsanlar kendilerine yabancı bir örgüte oy veriyorlar. Belki yapabildikleri yegane şey, partilerden “en az kötü” saydıklarını tercih etmek. Kaldı ki, alınan oyla çıkarılan milletvekili sayısı arasında da bariz bir uyumsuzluk söz konusu. “Çok partili sisteme” geçildikten sonraki ikinci genel seçimde (1950) Demokrat Parti (DP) oyların %56,6’sını aldığı halde 505 milletvekili çıkarmıştı, oyların %34,8’ini alan CHP de sadece 31 milletvekili çıkardı. Eğer aldıkları oyla çıkardıkları milletvekili arasında gerçek bir ilişki olsaydı, DP’nin 339, CHP’nin 209 milletvekili çıkarması gerekirdi.  2002 seçimlerinde AKP oyların %34,28’ini aldığı halde tam 363 milletvekili çıkardı. Oysa  aldığı oyla çıkardığı milletvekili arasında doğru yönde bir ilişki olsaydı, 188 kadar milletvekili çıkarması gerekirdi, yani yaklaşık yarısı kadar... CHP’ de oyların %19,39’unu aldı ve 178 milletvekili çıkardı. Onun da en fazla 107 milletvekili çıkarması gerekirdi. %10 seçim barajı yüzünden diğer partilerin tümü oyunun dışında kaldı... Oyların yaklaşık üçte birini alan bir partinin tek başına iktidar olup, ülkenin kaderini belirlemesi midir “milli irade”?  Fakat hepsi bu kadar değil, 2002 seçimlerinde Türkiye’de seçmen sayısı, 41 milyon, 291 bin, 568’di. AKP’nin aldığı oy da 10 milyon 808 bin 229’du. Bir parti seçmenlerin yaklaşık dörtte birinin oyuyla tek başına iktidar olduğunda  “milli irade” gerçekleşmiş mi oluyordu?

2011 seçimlerinde herkesin ağzında AKP’nin %50 oy alarak iktidar olduğu şeklinde. Bu doğru ama durumun nüanse edilmeye ihtiyacı var. AKP’nin aldığı %50 oy, kullanılan geçerli oyların %50’sidir. 2011 genel seçimlerinde toplam seçmen sayısı 52 milyon 806 bin 322 idi ve AKP’nin aldığı oy 21 milyon 339 bin 082’iydi. Seçmenlerin %40.4’ü. Seçime katılmayanlar ve geçersiz sayılan oyların toplamı da 9 milyon 864 bin 559’du.

İsterseniz bir “milli irade” ve “demokrasi” örneğini de okyanus ötesinden verelim. Yakın zamanda Bir Güney Amerika ülkesi olan Şili’de devlet başkanlığı seçimleri yapıldı. Seçimlerin ilk turunda Bayan Michèle Bachelet  kullanılan oyların %45’ini aldı. En yakın rakibi olan Bayan Evelyn Mattei de oyların % 24,9’unu aldı. Hiç bir aday %50’nin üstüne çıkamadı. Fakat gözden kaçan, kaçırılan bir şey vardı: Birinci turda seçimlere katılım oranı %48,7 idi... Seçmenlerin %51,3’ü sandığa itibar etmedi. Herhalde sandıktan umudu kestikleri için... İkinci turda 13,5 milyon seçmenin 5 milyon 139 bin 385’i sandığa gidip oy kullandı. Seçimlere katılma oranı da %39,40 da kaldı. Ve Michèle Bachelet 3 milyon 212 bin 358 oy alarak, (oy kullananların %62,16’si,)  başka türlü söylersek, Şili’li seçmenlerin % 23,79’unun oylarıyla başkan seçildi... Seçmenlerin %60 dan fazlası hiç bir parti için oy kullanmadı. Ve bu durum dünyaya malûm haber ajansları ve televizyonlar tarafından “demokrasinin zaferi” olarak duyuruldu...

Aslında seçimlerin varlığı temsilin de varlığı demek değil. Ortada bir oyun var ve bu oyun insanları aldatmaya imkân veriyor. Bu sadece bizde değil, dünyanın her yerinde oynanan “temsilî demokrasi” oyunu. Küresel plütokrasinin ve “ulusal” oligarşilerin sürekli sahneye koydukları sefil bir oyun. Halk bu oyunun sadece figüranı. Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Siyasi partiler, seçimler, parlamentolar... demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçları. Bu oyunun vakitlice teşhir edilmesi gerekiyor. Siyasi partiler “milli irade” denileni gerçekleştirmenin değil, engellemenin araçları. İnsanlar 4-5 yılda bir oy kullanarak süreci etkilediklerini, sürece katıldıklarını, iradelerinin bir karşılığı olduğunu sanıyorlar. Tabii  “doğrudan yönetenleri”, hükümet partisini değiştirebilirler - ki onu zaten oyun kurucular da isteyebilir, terleyen atı dinlenmişiyle değiştirmek işin doğası gereğidir- ama yönetimi asla değiştiremezler. Asıl hükmeden oligarşi hep iktidarda kalmaya devam eder. Oysa sorun yönetenleri değil, yönetimleri değiştirmekle ilgili olmalıdır. Eğer gerçekten kullandıkları oyun bir karşılığı oysaydı, durum bu kadar sefil, kepaze ve utanç verici olur muydu? Eğer temsil gerçek temsil olsaydı, parlamentolarda “gizli oturum” yapılır mıydı? Örtülü ödenek diye bir şey olur muydu. Örtülü ödenek örtülü “operasyonlar”, yasa dışı, ahlak dışı şeyler yapmak için değil mi?  İnsanlar “temsilcilerini” örtülü işler çevirsinler diye mi “seçiyor”? Eğer seçenle seçilen arasında doğru yönde bir ilişki olsaydı, mesela  kanun hükmünde kararnameler çıkarılır mıydı? Torba yasalara gerek olur muydu? Onca “faili meçhul” cinayet parlamentonun açık olduğu, “milli iradenin” iş başında olduğu zamanda işlenmedi mi? Kürt köyleri yakılırken “milli irade” tatile mi çıkmıştı? Siyasi partiler gerçek anlamda kamu hizmeti yapmaya aday örgütler değil. Oligarşinin zenginliğini artırmanın hizmetinde ve tabii bal tutan parmağını yalıyor ve her dönemde yeni yetme zenginler türüyor. Yeni yetme zenginler nasıl mı türüyor? Mesela geride kalan 11 yıllık AKP iktidarında Kamu İhale Kanunu’nu 57 kez değiştirerek... Yağma ve talan için Kamu İhale Kanunu ne kadar çok değiştirilirse “milli irade” de o kadar gerçekleşmiş, demokrasi zafer kazanmış mı oluyordu? 

Artık  demokrasinin sadece bir biçim, kurumlar ve mekanizmalar sorunu olmadığının farkına varma zamanı gelmiş olmalıdır. Zira, demokrasi, kimi kurum ve mekanizmaların, prosedürlerin varlığından öte bir şeydir. Sadece oy kullanmak değildir. Artık şu fosilleşmiş liberal temsilî demokrasi anlayışından ve pratiğinden kurtulmamız gerekiyor. Elbette demokrasi, örgütsel ilkeler, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, çoğulculuk, hoşgörü gibi bir değerler bütünü olmak durumundadır ama sadece ilkeler ve değerlerden ibaret de değildir. Sadece kurumlar ve mekanizmalardan ibaret de değildir. Aynı zamanda bir pratiktir, uygulamadır, reel olarak yaşanılandır… Dolayısıyla kollektif bir eylemin sonucu olabilir ancak. Her düzeyde kumusal-sosyal sürece katılımı, müdahaleyi  varsayar. Eğer insanlar ortak yararın, ortak iyiliğin gerçekleşmesi sürecine aktif olarak katılmıyorlarsa, orada gerçek anlamda genel iradenin, demokrasinin gerçekleşmesinden söz etmek mümkün değildir. Bir kere demokrasi sosyal eşitliği ve kardeşliği [fraterniteyi] varsayar. En zengin 85 kişinin dünya nufusunun yarısını oluşturan 3.5 milyar insanın toplam geliri kadar servete sahip olduğu, dünya nüfusunun %1’inin 110 trilyon dolar dolar servete sahip olduğu bir dünya’da demokrasiden, refahtan, insanlıktan söz etmek rahatsız edici değil mi? Adım, adım kamuya (topluma) ait tüm ortak malların ve hizmetlerin (su, toprak, ormanlar, nehirler, göller, koylar, kamu hizmetleri, sosyal hizmetler, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, vb. özelleştirilip, özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülürken, kamuya ait ne varsa gözü doymaz oligarşi ve “yeni yetme zenginlir” tarafından yağmalanır, talan edilirken, siz hangi demokratikleşmeden, hangi “nurlu ufuklardan” söz edebilir siniz? Yerin altındaki üstündeki kamuya (herkese) ait olması gereken zenginliğin, dar bir azınlık tarafından fütursuzca yağlamalanması, talan edilmesi sorun edilmeden demokrasiden söz edilebilir mi? 

Demokrasi, bireylerin yurttaşlığın gereği olarak sahaya inmesini gerektiriyor. Gerçek birer yurttaş olmalarını ve öyle davranmalarını, aktif özneler olmalarını gerektiriyor. Sadece sandığa gidip oy vermek bu amaç için yeterli değil. Üstelik demokrasi sadece siyaset alanını ilgilendiren bir şey de değildir. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşamın tüm veçherini, mahalleyi , sokağı, işyerlerini, fabrikaları, bankaları, işletmeleri, kurumları, aileyi, okulu, velhasıl insan ve toplum yaşamının tüm alanlarını kapsamalıdır… Fakat her şeyden önce yapılması gereken bir şey var: Demokrasi kavramını ona düşman olan mülk sahibi oligarşi cephesinin elinden alıp, asıl bulunması gereken yere taşımak, asıl sahiplerine vermek.



* Bilgesu Erenus, www.bossahne.com Kent Seyirlik Oyun. Tek Perde, Yar Yayınları, Ekim 2011, s. 79.

19 Ocak 2014 Pazar

NE MUTLU KÜRDÜM DİYENE…



Yalçın Küçük

İnsan söz konusu olunca, kapitalizm, bir yabancılaşma düzenidir. Kapitalizmde insan yarattıklarına yabancılaşıyor; kapitalizmde insanın yarattıkları insanı eziyor. Meta, emeğin yarattıklarındandır; ancak insan, kapitalizmde, kendi yarattığı metalar tarafından esir düşüyor.

Esaret, belki de kölelikten iyi sayılıyor ve bu nedenle kapitalizm, Orta Çağ’a göre bir ilerleme kabul ediliyor. Kapitalizmi izleyen tekeller düzeninin bir ilerleme olduğundan pek çok kuşku duyuyorum. Tekeller düzenini, Orta Çağ’ın işkence sistemlerinden hareketli duvarlar mekanizması olarak algılıyorum, bu düzende bir duvar, yavaş yavaş, ancak sürekli olarak insanı tepeden aşağıya, sıkıştırıyor.

Eziliyor ve posası çıkarılıyor; insan, sürüye dönüşüyor.

Bu düzeni bir kapıdan insan alan ve diğer kapıdan sürü çıkaran bir fabrika olarak görüyorum.

Fakat yine de insanın tükenmeyeceğine inanıyorum. İnsan tükenmez; evrenin en güçlü ve en çok canlı yaratığının insan olduğundan kuşku duymuyorum. İnsan hep kendisini yeniden yaratıyor ve insanoğlu hep kendisini yeniden sıçratıyor.

Bu serüvendir; tarih ve sınır tanımıyor. Tekeller düzeni insanı her gün gıdım gıdım, “mutterid” ve “mütecaviz” darbelerle eziyor, küçültüyor ve sürüye çeviriyor. İnsan buna karşı, düzensiz, apansız ve hep sıçramalı kalkışmalarla cevap veriyor; düzen sürekli olarak eziyor ve küçültüyor, buna karşılık insanlık ise, birdenbire, beklenmedik bir yerde, zembereğini kırarcasına, cevap veriyor. Her cevapta insan biraz daha yükseliyor ve kaybettiklerini kazanmakla kalmıyor, daha da sıçrıyor.

İnsanın yükselişi sıçramalıdır.

İnsanlık, yükselişini, ancak zemberekleri parçalayarak gerçekleştiriyor.

İnsanlık bir bütündür, bir yerdeki sıçrama, bir coğrafyadaki zemberek parçalama, hemen bütün insanlara mal oluyor.

Bu yüzyılda insanlık, önce 1917 yılında, Rus kimliğiyle, Petersburg’da ya da Moskova’da görünüyor; Lenin ve çocukları, Rusya’da insanlığın üzerine gerilen duvarları parçalıyorlar. İnsanlık sıçrıyor. 1920 yıllarında Anadolu’da bir teğet olup, 1930’lu yıllar İspanya’da patlıyor. 1930 yıllarında insan, İspanya’da iç savaştadır ve dünyanın diğer yörelerinde yaşayanlar insanlıklarını hatırlayarak, İspanya dağlarına koşuyorlar. Kurtarmak istedikleri kendi insanlıklarıdır; insanın patlayışı, 1940 yıllarının başlarında, Fransa’da Fransız giysileriyle Fransız resistansındadır. Kırk yıllarının ikinci yarısında insan, Çin’lidir, bütün insanlık, önde Başkan Mao bir büyük yürüyüştedir. 1950 yıllarının sonlarına doğru insan, Küba Adasında zincirlerini dağıtma savaşı veriyor. Başkan Castro ve Che Guevara, sadece kendi onurları için değil, bütün insanlık için savaşıyorlar. 1960 yıllarında insanlığın sıçrayışı Vietnam renklidir. Yiğit Vietnam halkı insan olmanın ancak yiğit olmakla mümkün olduğunu bütün insanlığa öğretiyor. Eylemli olarak kanıtlıyor. İnsanlık, daha sonraki yıllarda Angola ve Nikaragua’da patlıyor; ne yazık güdük kalıyor.

Bu bölgede Osmanlı düzeninde, Ermeniler, uluslaşma sürecine çok geç giriyorlar. Uzun yıllar “sadık millet” olarak yaşıyorlar. Türkler, Ermenilerden de geç kalıyorlar ve kime sadık olacaklarını pek bilemeden daha çok Ermenilere tepkiyle ulusçuluğu öğrenmeye başlıyorlar. Kürtler daha geç kalıyorlar ve belki de bu gecikmeleriyle, insanlık için bir şans yaratıyorlar.

Şimdi dünyanın umutsuzluğunun kara bulutlarıyla bastırıldığı bu tarih döneminde insanlık Kürdistan’da patlıyor. İnsanın doğuşu Kürdistan dağlarındadır.

İnsan gıdım gıdım, milim milim değil, sıçramalarla yükselen yaratıktır. Ezilmiş Kürt, kimliği yasaklanmış Kürt, dili kesilmiş Kürt, ezikliği kişilik yapmaya zorlanmış Kürt, sürüleştirilmek istenen Kürt, şimdi zemberekleri kırmaya başlıyor. Bu patlama buradan geliyor. Bu çığlıklar, bu ağıtlar, bu bayramlar, bu hüzünler, bu heyecanlar her doğumda ve her yeniden doğumda, rönesans, duyulan seslerdir; sesler insanın doğuşunu haber veriyor. Şimdi insanın doğumunu ve yükselişini mücadele eden Kürt’te görüyorum ve duyuyorum.

Eziklik yükselişe sıçramanın heyecanını görüyorum ve duyuyorum.

Beka Vadisi’ndeydim; hepsi gençti ve gençlerden birisi yaklaştı. Hukuk fakültesini bitirmiş ve öğrenciliğinde konferanslarıma, panellerime dinleyici olarak katılmış olduğunu söyledi. Gerilla üniformasıylaydı, ama yine de ne yaptığını sordum. “Ceza Mahkemesi Başkanıyım” dedi. Çok büyük heyecan duydum. Bir şansla, belki de 20 – 25 yıl sonra ve mutlaka Kürt kimliğini reddetmek koşuluyla baş ceza yargıcı olabilecekti. 23 yaşındaki Ceza Mahkemesi Başkanı’na gıpta ettim.

İstanbul’da Gazeteciler Cemiyeti Lokali’ndeydim. Cemal Süreya’nın ölümüne 2 ay kadar bir zaman kaldığını bilmiyordum. Cemal, aynı lokalde Pazartesi Toplantıları’nı yapıyordu. Yıllardır sık sık görüşmesek de bir yakınlığımız vardı. Cemal, masasından kalktı, yanıma geldi, sarıldı, öptü ve kulağıma “Yalçın, ben de Kürdüm” dedi. Yıllardır Cemal’i bilmeme karşın ben Cemal’in Kürt olduğunu bilmiyordum. Belki Cemal de bilmiyordu.

Cemal Süreya, Kürtlüğü’nü, kökünü duyarak öldü. Mücadele sayesindedir. Cemal Süreya, ölümüne yakın kimliğine kavuştu. Mücadele sayesindedir.

İnsanın yükselişi mücadelededir.

Mücadelede bir yükselişi, bir doğuşu buluyorum. Bunun tüm insanlık için olduğunu düşünüyorum.

İnsanlık bütündür ve nitelikseldir.

Ekim ayı ortalarında Avrupa’daydık. Basel’deki toplantılarımıza Xemgin de katıldı. Güneydenmiş; çok güzel türküler söylüyordu ve kitleler, Xemgin’i alkışlıyordu. Mücadele sanatçı Xemgin’i yaratmış olmasaydı, Xemgin ezik kişiliğiyle kimliksiz bir çoban ya da işçi olarak kalacaktı. Stuttgard’da Zozan bize katıldı. Ünü şimdiden Avrupa’nın göçmenlerini tutmuş görünüyor. Ev kadınıymış; mücadele olmasa, kocasının çoraplarını yamamakla yetinecek ya da sadece çocuk bakıp bulaşık yıkayacaktı. Şimdi bir sanatçı doğuyor. Sanatçı, insanın en üst türlerinden birisidir, mücadele sayesindedir.

Lyon ve Paris’te Ozan Comert bizimle oldu. Paris’te Türkçe ve Kürtçe türkülerin arasında “Conkbayırında Türkler ve Kürtler omuz omuza mücadele ettiler, haydi” diye sesleniyorlardı. Salon alkışlarla doluyor, mücadele sayesindedir.

İnsan mücadele ile doğuyor ve yükseliyor.

Aristotateles, insan politik bir hayvandır, diyor. Fransızlar buna insanın düşünen hayvan olduğunu ekliyorlar. Bu tanımların geride kaldığını düşünüyorum. İnsan, mücadele eden yaratıktır. Mücadele etmeyene sürü deniyor.

Bu topraklarda şimdi, Kürt mücadele ediyor; İnsan doğuyor.

Ne mutlu mücadele edene!

Ne mutlu Kürdüm diyene!

Ne mutlu yükselişin bayrağını tutana; Doğan insana!
------

Kaynak:  (“Emperyalist Türkiye”, sayfa: 150-3, Başak Yayınları, Temmuz 1992, Ankara.).

10 Ocak 2014 Cuma

Fikret Başkaya-Gün Zileli Söyleşisi..


“Bu Yalnızca Hegemonya Krizi Değil, Aynı Zamanda Bir Meşruiyet Krizidir”

Gün Zileli - Osman Tiftikçi ile yaptığın röportaj son derece ilgi çekici. Osman Tiftikçi, esas çatışmanın AKP-Cemaat çatışması olmadığını belirttikten sonra şöyle diyor: 

"Çatışma özünde emperyalizm, geleneksel sermaye ve İslami sermaye arasındadır. AKP ve İslami sermaye rakibine direnecek güçte görünmüyor. Cemaatler 90’lı yıllara kadar küçük ve orta boy ticari, sınai işletmelere sahiptiler. Bunlar sonradan holdinglere dönüştü. AKP iktidarları döneminde uluslararası hale geldiler. Tarihlerinde görülmemiş biçimde siyasi iktidarın, belediyelerin ekonomik ve diğer nimetlerinden yararlandılar. Özellikle eğitimde gayrı resmi önemli bir güç haline geldiler. Toplumda bunların ideolojik havası esmeye başladı... Ama gene de İslami sermaye, emperyalizme, geleneksel sermayeye ve bunların elindeki devlete direnecek güçte değil. Gülen hareketi ile başlatılan öncü saldırıda bile dağılıp, ne yaptığını bilemez bir hale düşmeleri de bunu gösteriyor."

Buradan çıkan sonuç, çatışmanın esasen, İslami sermayeyi temsil eden AKP iktidarı ile geleneksel sermaye denen, cumhuriyet döneminde büyüyen ve tekelleşen sermaye arasında olduğu, emperyalizmin bu çatışmada geleneksel sermayenin çıkarları doğrultusunda müdahil olduğu, devlet içinde yuvalanmış Cemaatin ise, geleneksel sermayenin AKP iktidarına saldırısında araç rolü oynadığıdır. Sen bu yoruma katılıyor musun? Cemaat, geleneksel sermayenin hizmetinde mi gerçekten, o zaman islami sermaye ile Cemaat ayrı yerlerde mi konuşlanmış oluyor? Dendiği gibi bu bir "devlet krizi" midir? Ordunun, geçmişten farklı olarak, restorasyon için darbe yapamaz hale geldiği koşullarda, parlamento içinden bir alternatif (röportajda dendiği gibi yeni bir CHPiktidarı) bunu sağlayabilir mi? 

Fikret Başkaya- Türkiye’de devletle ilgili, devlete dair konuşurken, daima tarihsel geri planı hatırda tutmak gerekiyor. İkincisi, devlet düzeyinde herhangi bir düzenleme veya “çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörü, “dış belirleyiciliği” de dikkate almak gerekiyor. Yaklaşık iki yüz yıldır devlette belirli aralıklarla, [20-25 yıl] işte 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960, 1971, 980, 1997 ve  şimdilerde AKP döneminde yapılan restorasyonlar bu bütünlük içinde anlaşılabilir ancak. Velhasıl düzenlemelerin emperyalizmle uyumlanarak yapılması söz konusu.  Hiçbir önemli düzenlemeyi, dış faktörü, emperyalizmi hesaba katmadan anlamak mümkün değildir.

Aksi takdirde yaptığımız tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir.

Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı, devlet her şeydi. Cumhuriyet döneminde de devlet kutsallığını korudu. Neden? Çünkü Cumhuriyetle birlikte [1923] bir kopuş olmadı da ondan. Cumhuriyet ilan edilmeden önce kimler yönetiyorsa, cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Asla bir alt-üst oluş söz konusu değildi. Eğer devlet kutsalsa, o zaman her şey kutsal devletin bekasına hizmet edecek şekilde kurgulanmak zorundadır.

Üçüncüsü, söz konusu gelenekte ve her zaman bir “iktidar ikiliği” söz konusuydu. Biri benim “asıl devlet partisi” dediğim iktidar ve güç odağı, diğeri de görünen-bilinen iktidar, “seçimle” gelen “iktidar.“  Asıl devlet partisi” her zaman kendini devletin varlığından ve bekasından sorumlu hissediyor. Gerekli gördüğü zaman duruma müdahale ederek, rayından çıktığını düşündüğü aracı rayına oturtuyor. İşte askeri darbeler bu amaçla gündeme geliyordu. Tabii bu “asıl devlet partisinin” sadece darbe anlarında müdahale ettiği anlamına gelmiyor. Darbeler müdahalenin görünür olduğu durumlar.

Senin soruna, yani sadede gelirsek, Cemaat veya Gülen Hareketi denilen, aslında devletin bir cemaati ama sadece TC’nin hizmetinde değil, aynı zamanda ABD’nin ve bir bütün olarak emperyalizmin, küresel oligarşinin de hizmetinde. Dikkat edilirse, Gülen Cemaati olarak bilinen devlet cemaatinin palazlandırıldığı dönem, 1977 sonrasına, yani ABD’nin “yeşil kuşak doktrinini” devreye soktuğu döneme rastlıyor. Amaç, ilerici, demokrat, sosyalist, eşitlikçi hareketlerin önünü kesmekti.  Tabii T.C. bakımından ilave bir unsur daha var: Osman Tiftikci’nin de isabetle belirttiği gibi, devlet dışındaki “asıl dinî cemaatleri” de etkisizleştirme, değilse hizaya getirme amacı da vardı. Gerçek durum böyleydi ama sanki cemaat laik cumhuriyeti yıkmak için can atıyormuş gibi bir izlenim veya algı yaratıldı. Oradaki amaç, devletin niteliğinden habersiz, laikliğin ne olduğunu da pek bilmeyen ‘laik kesimi’ devlete bağlamak, toplumu kutuplaştırmaktı. Oysa, cemaati peydahlayan, besleyip-büyüten, destekleyen devletin kendisiydi. Özellikle 1980 Amerikancı askeri darbesinden sonra Gülen Cemaati eşine az rastlanır bir devlet desteğine mazhar oldu. Söz konusu olan, insanları aldatmaya yarayan bir ideolojik manipülasyondu. Eğer buraya kadar söylediklerim doğruysa, şimdilerde AKP ile Cemaat arasındaki çatışma aslında AKP’nin aşırılıklarından rahatsız olan  “asıl devlet partisi” ve arkasındaki büyük sermaye gruplarıyla AKP ve destekçisi ‘islâmi sermaye” denilenler arasında cereyan ediyor. O zaman da Cemaatin safı, tartışmasız bir şekilde, “asıl devlet partisinin” komprador büyük sermayenin ve emperyalizmin safı olmak zorunda...

Peş peşe yapılan darbelerden sonra orduya yönelik operasyonlar, imajı iyice bozulan ve halkın önemlice bir bölümü tarafından da hoş görülmeyen ordunun imajını düzeltme, halk gözündeki imajını düzeltme kaygısı var. Yani “peygamber ocağının” görüntüsünü düzeltmek...Tabii bunun için kendi adamlarından bazılarını feda edebilirlerdi. Amaç kutsal devletin varlığı ve bekası olunca bunu rahatlıkla yaparlardı ve yaptılar. Yoksa, yapılan bu operasyonların asla  “vesayet rejimini” etkisizleştirmek, rejimi demokratikleştirmek gibi kaygılarla uzaktan yakından bir ilgisi yok... Sadece yeni tip bir vesayet amaçlandığı söylenebilir. Tabii bu da öyle tereyağından kıl çeker gibi olmaz, nitekim olmuyor...

Eğer bunun bir devlet krizi olduğu söylenirse bu, sıradan bir “yönetim krizi” demeye gelir ve bunun üstesinden gelmek o kadar da zor değildir. Egemen sınıflar bu tür krizleri aşmakta tecrübelidir. Oysa artık sistemik bir kriz söz konusu. Gelinen aşamada  rejim, çözdüğünden daha çok sorun üretmek zorunda. Başka türlü yapması mümkün değil. O zaman elindeki yegane koz şiddetin dozunu ve kapsamını artırmaktır. Tabii bu arada utanmazca “demokrasiden”, “demokratikleşmeden”, işte “hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” de çok söz edilecektir. Daha şimdiden bir şiddet toplumunda yaşamıyor muyuz? Eğer sistemik bir kriz söz konusuysa, mevcut iktidara alternatif olarak sunulacak olanın bugünkünden farklı bir şey yapma şansı yoktur. Sadece zaman kazanmaya hizmet edebilir ama sorunları daha da azdırarak... Demek ki, halkın sahaya inmesini gerektiren bir durum söz konusu. Halkın artık seyirciliği bir yana bırakıp, kendi hikâyesini kendi yazıp, kendi anlatması gereken bir zamandayız...

Bundan önceki restorasyonlarda veya düzenlemelerde,  mülk sahibi komprador sınıflar, “asıl devlet partisinin” de onayını alan yeni bir parti etrafında bir koalisyon oluşturuyorlardı. İşte 1946 da Demokrat Parti [DP], 1960 darbesinden sonrasında onun devamı ama yine de yeni bir parti olan Adalet Partisi [AP], 1980 darbesinden sonra ANAP ve 2001’de de AKP. Şu aşamada yeni bir parti oluşturmak pek olanaklı görünmüyor.  Verili durumda CHP etrafında bir koalisyon imkân dâhilinde görünüyor. Dolayısıyla Tiftikci’nin tespiti bana isabetli görünüyor.

Gün Zileli – Benim bakış açımın bu tahlille tam örtüşmediğini belirtmeliyim. Ya da açılması, netleştirilmesi gereken noktalar var.

Kafamda yerli yerine oturmayan noktalar şunlar: Evet, geleneksel sermaye denen sermaye kesimiyle AKP’nin bugüne kadar temsil ettiği İslami sermaye arasında önemli bir çatışma var. Ve bu çatışmada ABD’nin ve Batı’nın, özellikle Gezi olaylarından sonra, AKP’nin yıldızının söndüğünü görüp (buna AKP’nin Suriye ve Mısır başarısızlıkları da eklenmelidir) AKP’ye karşı yeni bir alternatif aradığı bir gerçek. Fakat Cemaati, İslami sermayenin bir unsuru görmeyip, sadece Batı’nın bir aleti olarak ele almak bana doğru gelmiyor. Bence Cemaat, İslami sermayenin çok önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla MİT kriziyle başlayıp bugüne uzanan ve açıkça patlak veren çatışmayı, İslami sermaye içinde büyük bir yarılma olarak görmek gerekir. Hatta ben daha ileri giderek şunu belirteceğim: Cemaat, İslami sermayenin esas bölümünü temsil etmektedir. Bu kadar güçlenmesinin bir nedeni devlet himayesi ise, bir diğer nedeni de muazzam ölçekte bir sermayeyi temsil etmesidir. Bugünkü AKP, bence, İslami sermayenin daha küçük bir bölümünü temsil etmektedir. AKP’nin bugün esasen temsil ettiği, İslami sermayeden çok, TOKİ’lerle, inşaat ihaleleriyle, kaçakçılık ve yolsuzluklarla büyüyen yeni iktidar zenginleridir. Bu durumda şunu bile söyleyebiliriz: Cemaatle AKP arasındaki çatışma, bir yönüyle, klasik İslami sermayenin büyük bölümüyle yeni iktidar zenginleri arasındaki çatışmadır. Elbette bu çatışmanın Cemaatçi tarafı, AKP iktidarına epey zamandan beri tavır alan geleneksel sermaye ile rezonansa geçmiştir ama bu son çatışmada geleneksel sermayenin, Cemaati mi, yoksa AKP’yi mi destekleyeceği ya da tarafsız mı kalacağı henüz belli değildir. AKP’nin, orduya ve ulusalcılara yönelik son ittifak çağrısı göz önüne alınacak olursa, belki de bu, aynı zamanda geleneksel sermayeye bir ittifak çağrısıdır.

ABD ve Batı’ya gelince. Bunları da bir bütün olarak görmemek gerekir kanımca. Avrupa da, aynı geleneksel sermaye gibi durumu izlemektedir ve yakın zamanda Cemaate karşı girişilecek saldırıya sessiz onay vermesi muhtemeldir. Cemaat, ABD içinde daha çok neo-con denilen saldırgan kesimle bağlantılıdır ve Obama yönetimiyle çok iyi ilişkiler içinde olduğunu sanmıyorum. Yani şu andaki durumda, ABD yönetimi de, her ne kadar AKP’ye karşı bir alternatif hazırlığı içindeyse de, AKP-Cemaat çatışmasında henüz ağırlığını şu ya da bu tarafa koymuş değildir. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, ordu ve ulusalcılarla da ittifaka giren bugünkü AKP, iktidarın yürütme gücünü de elinde tuttuğu için Cemaati yer, tasfiye eder.

Restorasyonda ise büyük bir tıkanıklık söz konusudur. AKP, orduyu “silahsızlandırarak”, geçmişte yukardan aşağı restorasyonların baş aktörü olan orduyu kriz anlarında müdahale edemez hale getirdi. Diğer yandan, merkez sağ oyları tamamen tekeline aldığından parlamenter yoldan bir değişim olanağını da kapattı. CHP’nin restorasyonu sağlayacak bir parlamenter aktör olarak geliştirilmek istendiği düşünülebilir ama CHP’nin bu rolü yerine getirmesi bir hayli kuşkulu görünmektedir. 
Bu bakımdan şu anda, içinde bulunulan krizden çıkışı sağlayacak ve restorasyonu yürürlüğe koyacak aktörler yok. Bu durum, ister istemez restorasyon yerine revolüsyonu gündeme getiriyor ki, Gezi isyanı bunun ilk adımıdır.

Fikret Başkaya: İleriye dair konuşmak her zaman problemlidir. Eğer geçmişi iyi kavramışsak, bugünü iyi tahlil edebiliyorsak –ki bu çok zor bir şey, zira her an değişmekte olan üzerine kafa yoruyorsun- o zaman yaptığımız çıkarsamalar gerçeğe daha çok yaklaşabilir. Burada mülk sahibi sınıflar, bir bütün olarak egemen sınıflar içi bir çatışma var ama sonuçta bu, çıkarları ortak olan kesimlerin çatışması. Mao’nun bir tespitini hatırlamak gerekirse, bunlar asla “uzlaşmaz çelişkiler” değil. Dolayısıyla bu çatışmanın son tahlilde çıkarları ortak olanların çatışması olduğunu hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Eğer Cemaat devlet tarafından peydahlanmış, desteklenmiş, araçlaştırılmış, kullanılmış ve kullanılmakta olan bir “yapıysa”, esas itibariyle bu bir “devlet cemaatiyse” bu çatışmada da komprador büyük sermaye, “asıl devlet partisi” ve ABD ve AB safında yer alacağını söyleyebiliriz. İkincisi, senin söylediğin doğruysa, cemaat “İslâmî sermayenin esas bölümünü temsil ediyorsa” o zaman bu asıl zayıf olan tarafın hükümet cephesi olduğu tezini güçlendirir. Tabii şöyle bir soru da akla gelmiyor değil: İslâmî sermaye içinde neden “büyük bir yarılma” ortaya çıktı?  Daha çok ranta kim el koyacak diye değil mi?

Bence tartışmanın zeminini, alışık olunandan asıl bulunması gereken yere çekmekte fayda var. Türkiye’de 1980’den beri rejim kompradorlaşmaya devam ediyor. Bu süreç 2002’da AKP’nin gelişiyle hızını, kapsamını ve yoğunluğunu iyice artırdı. Sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı. Tabii, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma ve rejimdeki çürüme de derinleştikçe derinleşti ve tüm bünyeyi sardı. Velhasıl devletin varlığını, işleyişini, bekasını riske sokan bir durum ortaya çıktı. Kansere metastas yapmadan müdahale etme gereği ortaya çıktı. Bana göre ortada bir devlet refleksi var. Devlet katında “bindikleri dalı kestikleri” algısı yerleşmiş görünüyor. AKP’nin ve çevresinin aşırılıklarına, hoyratlığına daha fazla dayanmak istemiyorlar. Kaldı ki, bizdeki devlet anlayışında hükümetler yolcu, devlet hancı olarak görülür ve netice itibariyle gerektiğinde harcamayacakları parti ve hükümet yoktur.

Bu, devlet aygıtında birkaç yüz, belki birkaç bin kişiyi etkisizleştirmekle olacak bir şey değil. Sadece Diyanetin 100 binden fazla personeli var! Ve bunların iş ciddiye bindiğinde kimin safını tutacakları belli... Durum böyle olunca, bu durumdan çıkmak için yeni ittifak arayışları devreye sokulacaktır. Şimdilik ufukta görünen CHP etrafında bir ittifak gibi görünüyor ama mülk sahibi sınıflar onu kerhen destekleyeceklerdir. Onların gönlünde yatan her zaman “sağ-muhafazakâr” partilerdir. Tabii bu CHP’nin bir sol parti olduğu anlamına gelmiyor. O zaman bu oyunu ancak düzen dışı bir odak bozabilir. Senin de söylediğin gibi, Gezi’de başlayanın devamı bu işin üstesinden gelebilir ama o şimdilik sadece potansiyel bir olasılık... Kitleler “farklı bir şeyin” yapılabilirliği konusunda henüz hazır ve hazırlıklı değil.

Gün Zileli – Evet, şu anda her şey belirsiz durumda, sisler ortasında durumu tahlil etmek oldukça güç. Yine de elimizde bazı temel kerterizler olduğunu düşünüyorum. AKP ile Cemaat arasındaki kavgada AKP’nin zayıf tarafı oluşturduğunu düşünmüyorum. Yasama ve yürütmeyi elinde tutan güç (AKP), yürütmenin de yürütmesi olan ordunun müdahale olanaklarının elinden alındığı koşullarda, karşısına çıkan rakiplerini eninde sonunda tasfiye eder. Şu anda, vali ve emniyet müdürlerini köklü bir şekilde değiştirerek Cemaate karşı başlatacakları operasyonun esas operasyonel cihazlarını sağlama almaya çalışıyorlar. Bu arada, AKP, yolsuzluk operasyonlarının şokunu atlatıp toparlanmış görünüyor. Bu toparlanmanın en net belirtisi, AKP kurmayının yeni ittifak manevralarını başlatmasıdır ki, bu manevralar daha ilk elde sonuçlarını vermiş ve ulusalcıların en uzlaşmaz pozlardaki kesimleri, Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesi vaadi karşılığında, çaktırmadan da olsa ittifak mevzilerine doğru hareketlenmişlerdir ki buna TSK da dâhildir. İlginçtir, ittifakın diğer yanını da, ulusalcıların yeminli düşmanı PKK oluşturmaktadır. Sanırım Öcalan’ın talimatıyla, Kürt ulusal hareketinin güçleri de AKP ile ittifak mevziinde aşağı yukarı yerini almış görünüyor. ABD ve batı, olup biteni sessizce izliyor ve geleneksel sermaye de aşağı yukarı bu tutumda. Sonuç olarak, bu son çatışmada, CHP ve MHP ile yarım yamalak bir ittifak içinde olan ve yalnız kaldığı görüntüsü veren Cemaate müthiş bir darbe indirilecek ve Cemaatçiler, aynı Ergenekon davalarında olduğu gibi, darbeci ya da komplocu bir güç olarak yargılanacaklar. Kuşku yok ki, geçmişte olduğu gibi, sahte delil üretimi de devreye girecek. Dahası, bu baskının sonunda, özellikle bürokraside Cemaatten AKP’ye doğru esaslı bir kayış olacak. Benim tahminlerim bu yönde.

Neyse, bunlar günlük politikaya ilişkin akıl yürütmeler. Bizim bu koşullarda yanıtlamamız gereken sorular ise esasen şunlar:

Devletin yeni bir restorasyonu ihtiyacı gelip kapıya dayandığına göre bu restorasyonun belirleyici aktörü kim olacaktır? Geçmişten farklı olarak bu aktör ordu değilse, CHP midir? CHP böyle bir role hazır mıdır? Batı ile ABD, AKP’yi gözden çıkarmış mıdır? Yeni bir iktidar alternatifinde CHP’nin bileşenleri kimler olabilir? Senin “ asıl devlet partisi” dediğin güç, bu çatışmada nasıl bir rol oynamaktadır? Kimi desteklemektedir? Yoksa artık restorasyonun da mı yolu tıkalıdır? Halk ve devrim güçleri, bütün bu çatışmaların orta yerinde nasıl bir yol izlemelidir? Söyleşimizi bağlarken, bu noktalara  şöyle derli toplu bir açıklama getirmen mümkün mü?

Fikret Başkaya – Sorulara geçmeden önce iki şey söylemem gerekiyor: Birincisi, AKP’nin arkasında duran, onu destekleyen, mülk sahibi sınıfların tamamını değilse bile ezici çoğunluğunu oluşturanların koalisyonu çatırdadı. Aynı DP sonrasında, AP sonrasında ve ANAP sonrasında, “istikrarlı” tek parti iktidarları sonrasında olduğu gibi. Bu aynı zamanda hegemonya krizi de demektir ve bu günden yarına aşılması kolay olmayan bir kriz söz konusu. Sadece hegemonya krizi de değil aynı zamanda bir de meşruiyet, güvenirlilik krizi. Daha önce söylediğim gibi, sistemik bir kriz söz konusu. Onun için belirsizlik unsuru oldukça büyük yeni bir durumla karşı karşıyayız. Demek istediğim şu ki, yeni bir restorasyon senin de söylediğin gibi, hem zor, hem de zaman alacaktır, eğer emekçi kitleler sürece müdahale edemezse tabii. İkincisi, dış destek eksildi. Bir kere kuşun boynu koptu mu yapıştırmak mümkün değildir. İster ABD, ister AB olsun, AKP dışında bir seçenekten yana olacaklardır... Mevcut olanla yola devam etmek isteyeceklerini sanmam.

Yeni restorasyona giden yolda veya ara dönemde CHP sahaya indirilebilir ama asıl işi ona bırakmaları söz konu olamaz. Sadece zaman kazanmak amacıyla, yeni hegemonya ve yeni bir “iktidar koalisyonu” oluşturma sürecinde ona bir rol verebilirler. Tabii “Asıl devlet partisi” devletimizin yüksek  çıkarı neyi gerektiriyorsa onu yapacaktır. Kısa ve orta vadede komprador büyük sermaye ve “dış uyumu” gözetecek şekilde hareket edecektir. Eğer tespitlerimiz doğruysa, yani her geçen gün sürdürülemezlik durumu daha ağırlaşmak zorundaysa, ki öyledir, bu, egemen sınıfların manevra ve manipülasyon yeteneğinin aşındığı anlamına gelir. Tabii bu aynı zamanda ezilen/sömürülen, bu gidişattan sürekli zararlı çıkan geniş kitlelerinin hareket alanının genişlemesi ve farklı bir şeyler yapma potansiyelinin imkân dâhilinde olması demektir. Fakat potansiyelin realize olması öncelikle eksik olan “yaratıcı ötopyayı” oluşturmayı gerektiriyor. Bu süreçte de entelektüellere önemli bir misyon düşüyor ama bu sadece onların üstesinden gelebileceği bir şey değil. Artık kitlelerin de entellektüel olmasını, öyle davranmasını gerektiren bir zaman bu. Toplumda ütopyaya dair bir yanlış anlama var. Ütopya geleceğe dair yanılsama [illüzyon] sanılıyor. Oysa ütopya bugün olmayan ama ilerde olabilir, olabilen anlamındadır... Mesela daha şimdiden alternatif bir halkçı program için kolları sıvamak, bizi “yaratıcı ütopya” dediğime bir adım yaklaştırabilir... Velhasıl, artık hep karşı tarafa değil, kendimize bakma zamanı gelmeli... Somut öneriler geliştirmeliyiz, insana yaraşır, yaşanabilir alternatif bir toplum projesi üzerine kafa yormamıza bir engel var mı?

Gün Zileli – Kendimize bakmalıyız önerine tamamen katılıyorum. Kokuşmuş, çürüyen cesedi mezarına gönderecek ve gerçek yaşamsal alternatifi yeşertecek tek yol budur. Çok sağol bu söyleşi için.

Fikret Başkaya- Asıl teşekkür benden...


 10 Ocak 2014.

9 Ocak 2014 Perşembe

ADALET!




Dr.İsmet Turanlı

2500 sene önce Felsefenin en önde geleni SOKRAT yaşamı sorgularken aradığı en önemli konu ADALET olmuştur. Bugün Türkiye’de de en önde sorgulanan mevzu da ADALET’tir.

Lise son sınıfta hazırladığımız şölen töreninde MOLİERE’in L’avare yani Cimri adlı piyesini oynamıştık. O oyunda cimri adam ‘’ Mahkemeleri mahkemelere vermek lazım’’ diye bir cümle kullanmıştı. Bu lafa çok gülmüştük. Bugünlerde savcıların, hakimlerin görevleri sırasında yaptıkları hatalardan dolayı mahkemeye götürülmekte. Konu hala ADALET.

Üniversiteye kaydımızı yaptırırken Tıbbıyeye girmek için Liseyi bitirirken aldığımız notlar geçerli idi. İyi ve pekiyi ile bitirenler Tıbbıyeye, geride kalan yani orta notlarla liseyi bitirenler ise Hukuk ve İktisat fakültelerine alınıyordu. Bu eleme tarzının neticesinde zayıf not alanlanlar Hukuk fakültesine alınmak istendiğinde 1000 kişilik kontejana ancak 750 talebe müracaat etmişti.
Toz kondurmadığımız ATATÜRK bile TEKADAM (Cemal Süreyya) konumuna girince İSTİKLAL MAHKEMELERİNİ kurmuş ve  halkın ve dini önderlerinden binlercesini sorgusuz, sualsiz idam sehbasına göndermiştir.

Yassıada mahkemelerinde ki adaletsizliği bugün kabul etmeyen hiçbir vatandaş yoktur. Türk tarihinde demokrasiyi getirmeğe çalışan, kalkınma hamlelerini yapan Adnan Menderes ve arkadaşları o mahkeme tarafından katledilmiştir.

27 mayısta başlayan askeri vesayet defalarca darbeleri gerçekleştirmiş ve binlerce vatandaşa adaletsiz kararlar uygulanmıştır.

Son günlerde Kürtlere, siyasilerine mahkemelerin aldıkları haksız, adaletsiz kararlar utanç vericidir. Anayasa mahkemesinin aldığı karar gereğince Balbay tutuksuz yargılanmak için hapisaneden salıverilirken, Diyarbakır ağırceza mahkemesi seçilmiş Kürt milletvekillerinin tutuksuzluk için müracaatlarını red etmiştir. Bu kararları veren mahkemeleri Molierin dediği gibi mahkemelere vermek gerekir. En utanç verici kararıda ROBOSKİ katliamında verilenidir. Dersimde Sabiha Gökçenin bonbalaması Roboskide devam etmiştir.

Bütün filozofların ortak fikirlerin göre yönetilenlerin (halkın) yöneticilerden isteklerinin başında ADALET geliyor.

TBMM başkanı bizde ADALET’in çöktüğünü söylüyor. Barolar başkanı Feyzioğlu halkın Adil yargılama istediğinden bahsediyor. Ne mevcut partiler, nede hukukla ilişkisi olan kurumlar, akademisyenler, köşe yazarları bugün çıkmaza giren adli sistemimizin düzelmesi, demokratikleşmesi için yapıcı öneriler tavsiye etmiyorlar. Birinin dediğine diğeri karşı çıkmağı doğru zannediyor. Sadece bizde değil diğer ülkelerde de adil yargılama ideal formunu bulamamış.
Almanya da mahkemeye müracaat edenlere hakimler fifti-fifti anlaşmalarını tavsiye ediyor. Anlaşamamazlığın maddi değerine görede mahkemelerin uygulamaları sınırlı. Öyle her davayı temyize gönderemiyorsunuz. Hakimler haklıyı haksızdan ayıracak yerde kanunlara göre bir karar vermek zorunda kalıyorlar. Avukatlar ise davanın değerine göre ücretlerini istiyorlar,ister davayı kazansınlar, isterse kaybetlersede. Onun için illaki davayı kazanayım diye bir emek sarfetmiyorlar.

Bu bizim Türkiyeli vatandaşların hiç hoşuna gitmediği için davayı kaybeden avukatları mahkemeye veriyorlar.

Nazi yanlısı bazı örgütlerin son zamanlarda katlettikleri Türk vatandaşları hakkındaki davalarda bürokrasinin akla sığmaz manüplasyonları insanı rencide ediyor. Cumhurbaşkalarını, şansölyelerini makamlarından eden adli makamlarının hoyratlığını medyadan öğrenmişsinizdir. 60 seneye yakın Almanyadaki yaşamım sırasında duyduğum adli hataları burada zikretmeme lüzum yok.

İtalyada temiz eller operasyonları, hatta İngiliz başbakanı Cameron’un siyasiler hakkında aldığı kararların bir hayli kritklere maruz kaldığını anlatmama hacet yok.

Türklerde tevekkül inancı oldukça rahatlatıcıdır. Davayı kaybeden, yahut haksızlığa uğradığına inananlar ‘’Sizi Allaha havale ediyorum’’ derler. Bir ülünün ardından, isterse önlenebilir bir durum dahi olsa’’ Allahın emri’’ deyip teselli bulmalarını hiçte mistik bir düşünce saymamalı.

 Zamanın başbakanı Çillerin Öcalana suikast planları yaptırdığı, Devlet Bahçelinin maazallah iktidara gelse İdam cezasını yeniden getirip Öcalanı idam ettirmeğe teşebbüs edeceğini bilmeyen yoktur. Çözüm sürecine karşı çıkıp PKKlı gençlerin, bu arada Mehmetçiklerin kanın akmasından mutlu olacağı ondaki insan sevgisinden yoksun olduğunun delili sayılmaz mı? Ömründe ne kadın sevmiş, nede evlat sevgisi yaşamamış insandan ne beklersiniz. Herhale ADALET değil. Kılıçdaroğlu (kılıç bir nevi silahtır ve insanların ölümünü sağlar)nun ALTOKUYLA (Ok da bir nevi silahtır) nerdeyse Dersimli olduğunu, Dersim katliamına amnestik duruşunu hatırınızdan çıkarmayın. Erdoğan’nın Roboski katliamından dolayı özür dilemeye dahi tenezzül etmeyişi, önce desteklediği Hoca efendisinin bedduasına maruz kalınca bürokrasiyi hallaç pamuğu gibi attırdığı , çıkmaza girmiş olmanın, suçluların telaşında o bedduanın tutmuş olması mümkün olabilir mi?

Kürt kökenli Ak partili milletvekillerinin Roboski kararı karşısında dillerini yutmuş olmalarıda yürekleri sızlatmıyor mu?

Erdoğan Kıbrıs problemini halledemediği gibi, Ermenilerlede barış süreci başlatamadı. Arap ülkeleriyle düşman konumuna girince tek sarılacağı lider Barzani ve Öcalan kaldı. Kürtlerden başka dostu kalmadı. Hele Öcalanın mektubu, arkasından Nevruz konuşması çözüm sürecinde inisiyatifi eline aldı. Erdoğan mecburen aklını başına alıp sürece destek veriri gibi oldu. Neticede artık kan akmasıi anaların ağlaması durdu. Hangi akla hizmetse sürecin devamında ayak sürdürüyor. Şimdi Hoca efendisine paçayı kaptırdı. Ondan kolay kolay kurtulacağa benzemiyor. Artık tekadamlık kabadayılığını sürdürmesi zor olacak.

Tıpkı seçim kanunundaki % 10 luk barajı kaldırmayarak demokratik yapının önünü tıkadığı gibi 3 defa milletvekilliği barajındanda vazgeçmezse etrafındaki kıymetli, tecrübeli siyasileride kaybederek Özal gibi, başkanlığa seçilse bile yanlız kalacağının cezasına katlanacaktır.
İstanbulda ön gördüğü yatırmların Fethullahçıların yolsuzluk atakları ile tehlikeye gireceği anlaşılıyor. Yatırımları gerçekleştirecek firma sahipleri askerler gibi Silivreye gönderilmesi halinde o yatırımlar korkarım ki o yatırımlarda Erbakanın attığı temellere benzemesin.

Bana kalırsa kaostan kurtaracak tek çare AF KANUNUNU meclise getirmek olacaktır.

 Köln, 09.01.14

Cumhuriyet Tarihine Katkı: Erdogan & Kaan & Oğuz & Barış & Kılıçdar (1)

Prof. Dr. Yalçın Küçük
Kökünün darbede olduğundan hiç kuşku duymadım, akepe en geç Eylülist Darbe’nin tohumudur ve hep “darbe” dedim ve tekrarladım. Ancak en net ve açıklayıcı teşhis Profesör Çiğdem Kağıtçıbaşı’na ait oldu, Odtü ve Boğaziçi’nde profesör idi, sosyoloji, önce hiçbir ülkede islamlaşmanın bu kadar hızlı olamayacağına işaret etti ve sonra “tepeden inme” tarifini yaptı, hatırlıyorum ve bu önemli katkıyı Çiğdem Hoca’ya yazıyorum. Şimdi daha iyi görüyoruz, pek yobaz bir düzende, babaları nazır, “nezaret”sahibidir, rüşvetten tutuklanan çocuklar, Barış, Oğuz, Kaan adlarına sahiptir.Adlarına  bakarsak, kesin “nev-müslim” familyadandırlar; 12 Eylül Darbesi pişirilirken bunlar da ana rahmine düşmüşler. Tabii M, E ve Z Beyefendilerin akıllarında aşırı müslüman bir dönem hiç yoktur, olsa idi,“Recep” ya da Fethullah” koyarlardı ve koymadılar.Güzel, adlarıyla tarih çiziyorlar.
Kullandığım kelimeler pek bilimseldir, kökü İspanya’da, zorla olsa da, Yahudilik’ten Hıristiyanlığa geçenlere önce “marrano” diyorlardı, domuz çağrışımı var, sonra daha kibar, converso ve hatta “cristianos nuevos”dediler ve bize de geldiler, osmanlı döneminde biz “dönme” ve daha nazikçe “nev müslim” diyorduk; İran’da çokturlar, “cedid el-islam” tabir ediyorlar, sanki “nizam-ı cedid” söylüyorlar. Tabii tersine de rastlıyoruz, Baruh Spinoza bir ara Amsterdam’da ve Dona Gracia, kızı Reina ile İstanbul’da “new jew” oldular, kısa tarih budur. Erbakan, Tayyip Erdoğan’a ve bakanlarına “çoluk-çocuk” diyordu ki tarih pek haklı olduğunu gösteriyor; bu çocuklar bihakkın nev-müslim, yeni-müslüman durumundadırlar. Devam ediyorum, yalnız Erbakan yetişemedi, bir eksiği var, Garbaçov Kemal; tamamlıyorum, Kemal Kılıçdaroğlu da mükemmel bir çoluk-çocuktur. Kemal hemen korkuyor.
İNANMAZLAR
Adları ise pek laiktir ve tarifini veriyorum, bunlar, Kaan, Oğuz, Barış, Beni M.E.Z., müslümandırlar bilmezler ve laiktirler inanmazlar, bilseler ve inansalar, yapmazlar. Güzeldir, bu tarif de bilimseldir, Erdogan laisizmi bir din saymaktadır.Sanki Hayber’deyiz ve en güzelinden hurmalarımız var. Alacaklar, Ömer’e isnad edilen hadis dahi var. Ellerinden alacaksın ve hızla zengin olacaksın, böyle başlamaktadırlar.
SAÇILDILAR
Üç büyük olay yaşadık, hayır yaşamadık, gördük; hayır artık bambaşka görüyoruz.Bir, “Gezi İsyanı”; iki, son bir milyonluk Anıtkabir Akını ve üç, Amerika’nın tazyiki ile bütün rüşvet torbalarının ve iltihaplarının patlatılması ve patlamasıdır. Saçıldılar. Bir kısmı hapse alındılar.
Öyleyse, şimdi biz hepimiz büyük tarihçiyiz.
Artık biz dahi, onlar aptaldırlar.
Onların başlarına pislik yağıyor.Bize gökten ilim düşüyor.Her yerde bilim var.
Ben şimdi toplayabildiklerimi yazmak istiyorum.
SIKMA MAKİNASI
Bir, islam mı, bütün kabiliyetlerin önüne dikilmiş tapa’dır ve hiçbir kabiliyetin yaşayamayacağı bir düzendir, diyebiliyoruz. Bir tür sıkma makinesidir ve posayı devletleştiriyoruz.Ezbere ve takiye’ye dayanıyor;“takiye”, göründüğü dinde olmamak ya da gerçek dinini saklamak anlamındadır, bilmeyi ve kabiliyeti yaşatmıyor.Posa çıkıyor ve geriye kalan döküntülerin yönetimidir ve bunu, Bizans’ın son devrinde, İstanbul’dan biliyoruz.
BÖCEKLEŞTİRME
İki, 1971/12 Mart ve 1980/12 Eylül, bütün kabiliyetleri yok etmek için yapıldılar.Huxley’in, “Yeni Cesur Dünya” eserindeki metafor ile, geriye sadece bir epzilon imalathanesi bıraktılar.Kafka’dan sonra ve böceğine ek olmakla daha somuttur ve büyük katkı sayıyoruz.Kim mi, önemi yok, biliyoruz, böcekleştirmek ve hep epsilon imal etmek üzere darbe üstüne darbe vurdular.El hak başarılı oldular, yerine koyacaklarını biliyorlardı ve tam hedefi buldular.
DARBE MAHSULLERİ
Üç, Akepe, Martçı Darbe ve asıl Eylülist darbenin mahsulü, eseri ve devamıdır.Güzel, devam ederken, kendimle tutarlı olmak istiyorum, hükümet verildiği an, yüksek komutanların otuz beş yıldır aradıkları ekip işte budur, dediğimi hatırlıyorum.Ve budur, hapislerle, işkenceler ile idamlarla insanımızı yaratmaya ve yaratıcıya düşman ettiler.Sonunda bize kendisine düşman bir halk bıraktılar. Kemal Kılıçdaroğlu, o hallerin en iyi hamurlanmış bir temsilcisidir. Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin her noktasından nefret ediyor; nefret ile vardır ve bitince yoktur.Olacaktır ve yakındır.
AKEPE’NİN STEPNESİ
 Dört, Cehepe, kurulduğu andan itibaren akepe’nin stepnesi ve dayanağı olmuştur. a, Baykal, milletvekili olmayan Erdogan ile bir balıkçıda buluşmuş ve hem milletvekili ve hem de başbakan yapmak için anlaşmıştır. Cumhurbaşkanlığı vaadini kendine almıştır; kasetin bu vaadi çizmek için çıkartılmış olabileceği akla uygundur.b, 2007 Seçimi’ne girmemiş, Cenevre’de on günlük tatil yapmıştır, işte yaptığı budur. Arkadaşımdır, daha fazla uzatmak istemiyorum. Müvekkillerini satan bir avukat olarak bırakıyorum.
SEVİLMEYEN BİLİMSEL OBJE
 Beş, uzmanlıklarım arasına Garbaçov Kemal’i de katmış olduğumu artık herkes biliyor ancak bir tek sevmediğim bilimsel obje budur. a)“Referandum” döneminde her televizyon programında “referanduma gir” yollu hem yalvardım ve hem bağırdım; Fethullah Gülen’e bağlı olduğunu anlatmak zorunda kalıyordum. Pek bağlıdır, artık aşikar ve itiraflıdır. Ne acı, polislerin ve savcıların fethullahi oldukları için elde bir tek belge yok diyordu ve şimdi “76 milyon arkamızdadır” cümleciği ile bol keseden atmaktadır. Pek güzel, şimdi deklare ediyor ve yalnız hiç reddetmemiştir. b) Döküntüleri Cehepe’ye topluyor ve yazık, sokaklardan çöp toplayan fakirlere benzetiyorum. c) İşte “Zaman” Gazetesi’nden alıyorum, bu büyük rüşvet torbaları patladığı zaman söylediği şu oldu:“Yolsuzluk yapan kimse, onun üzerine gitmek zorundayız. Kim yolsuzlukların üzerine gidiyorsa, onlara destek vereceğiz.” Böyle birine, biz Osmanlı üslubuyla “Lütfedersiniz Efendim” diyoruz.Çöken Osmanlı’dan kalma sadece bir efendidir.
PATOLOJİ LABORATUVARI
 Konuşurken izleme imkanını bulmuştum, Fehmi Koru’da müthiş panik görülüyordu ve ilk ciddi taarruzda darmadağın oldular; ikisinin de solgun ve içlerine düşmüş yüzlerini okuyabildik. Bana, 14 Mayıs 1950, Şemsettin Günaltay’ı hatırlattılar; Cehepe’nin, ilk dönem, son başbakanından söz ediyorum. Öyle görünüyor, Kemal Bey, Tayyip Erdoğan’ın sükutu halinde kendisinin de kalamayacağını anlamış durumdadır.Bu, ilk doğru anlayışıdır, darbe pek anlatıcıdır ve tekrarlamış oluyorum.Şimdi patoloji laboratuvarındayız.
Bunlar, tekraren, çoluk çocuk ve devlet nedir bilmiyorlar ve bu nedenle, genellikle kibar, Dışişleri eski bakanı İlter Türkmen de, “ABD şaka bir devlet değil” sözleriyle hatırlatma gereğini duymuştur, Kılıçdaroğlu da anlamıştır. Büyükelçi Ricciardone ile görüştükten sonra celallendi, ama göğüs boşluğundan çıkardığı seslerde bir tek anlam bulamıyoruz.Tarihimizin en anlamsız adamıyla karşı karşıyayız.Ne acı, tüm kabiliyetleri iğdiş edilmiş birisini cehepe’ye oturttular.
ZEKAMIZA HAP
 Saçılan irinler zekamıza hap oldu, iki gerçek var, gözümüze batıyor, çıkarmak zorundayım. Bir, “islam” şansını kullanmıştır, on yılda sınırsız bir iktidar inayet edilmiştir, önüne bir tek mania çıkarılmamıştır, “sara var ve diploma yok” dahi denmemiştir, cehepe, oligarşi, ordu ve Washington ve Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin ve müteveffa Birand ve Aydın Doğan sonsuz yardımcı oldular, işte encamı budur. Gökten destek ve cennetten meth-ü sena indirdiler; ortaya sadece idaresizlik ve iş bilmezlik ve nifak koydular.Artık sokaklarda yürüyen insanlar değil, vücut bulmuş kabiliyetsizlik ve vücut kazanmış su-i istimaldir.Gözüme batan budur.
THIS IS THE QUESTION
Dünyada hiçbir zamanda, demokrasi ya da diktatorya, hiçbir iktidara bu şans verilmemiştir; islam gelmiş ve islam olmuştur. Ve şimdi şu soru ortadadır; “hangi islam” ve “ne için”, artık kalan aklımızın tamamını bu meseleye hasretmek durumundayız.Güzel, şimdi bunu yazıyorum ve bunu yapmaya başlıyorum. İslam şansını ve kullanım tarihini bitirdi mi, this is the question ve buradayız.
Şunu da ekleyebiliriz, Cumhuriyet’in büyük kurucularının önünde, nesnel olarak böyle bir sorun yoktu ve şimdi önümüzdedir.Bütün kabiliyetleri ezen ve aklımıza kıran salan nedeni bulup çıkarmak durumundayız. Ve buradayız. Ve sorunlarımızı çözdüğümüz ölçüde büyürüz, bunu da biliyoruz…
Kaynak: Odatv.com
Devamı altta.