31 Ocak 2013 Perşembe

“Reel” demokrasi..



Fikret Başkaya

Kelime anlamı halkın kendi kendini yönetttiği [ demos-kratos] bir rejim, halk iradesinin tecellisi demek olan demokrasi, ilk defa bir kavram ve yönetim tarzı olarak Antik Yunan’da, bundan 2500 yıl kadar önce ortaya çıktı. Daha çok Perikles döneminin rejimiydi. Eğer demokrasi halk idaresi, halkın iradesinin tecelli etmesi demekse ve halk da her zaman ve her yerde çoğunluğu oluşturuyorsa, pratik olarak orada bir oligarşinin, ayrıcalıklı bir mülk sahibi sınıfın ortaya çıkması mümkün olmazdı. Oysa bu gün demokrasinin timsâli sayılanlar da dahil, her yerde oligarşik yönetimler iktidarda... O halde bu durum nasıl açıklanabilir? Aslında demokratik denilen rejimlerin demokrasiyle bir ilgisi yok. Tam bir seçim ve temsil yanılsamasından ibaret... Dolayısıyla tanımı tersinden yeniden yapmak gerekiyor zira söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk var.  O halde tanımı “reel” demokrasi, yoksul çoğunluğun zengin azınlık [oligarşi] tarafından yönetimidir” şeklinde yapabiliriz. Aksi halde nerdeyse tüm “demokratik” ülkelerde nüfusun %1’nin ülke zenginliğinin [ gelirin ve servetin ] yaklaşık %30’una, %10’unun da yaklaşık %50’sine sahip olması mümkün olmazdı... Mesela Türkiye’nin en zengin adamının üç milyon yediyüz elli bin [3.750 000] asgari ücrete eşit servete sahip olması mümkün olmazdı. Zira bu ancak skandal kelimesiyle ifade edilebilecek bir durumdur.

“Batı demokrasisi” veya “temsîli demokrasi” söylemi...
Tarihte bilinen ilk “reel demokrasi” Atina demokrasisiydi. Aslında Atina demokrasisi ilginç bazı ilkelere dayanan bir doğrudan demokrasi rejimiydi ama son derece dışlayıcıydı. Nerdeyse köle sahibi  ‘kısır sınıfın’ rejimiydi. Zira, köleler, azad edilmiş köleler, kadınlar, yabancılar, küçük köylüler, zanaatkârlar, ticaret erbabı sürece dahil değildi. Dönemin iki figürü Eflatun ve öğrencisi Aristo açıkça halkın sürecin dışında tutulmasından yanaydılar. Aralarında bazı görüş farkları olsa da halkın bu amaç için ehil ve yetkin olmadığı konusunda inançları tamdı. Eflatun sıradan insanların içgüdüleriyle hareket ettiklerini, karın doyurma dışında bir dertleri olmadığını, aşırı özgürlüğün tiranlığa götürdüğünü, denetimin kitle bilincini de kapsaması gerektiğini, bu bakımdan hükümetin kültür sorununu önemsemesini, yurttaşların bilincinin doğru fikirlere göre oluşturulmasını, sonuç itibariyle yönetimin filozofların işi olmasını, zira sadece onların gerekli akla ve bilgeliğe sahip olduklarını düşünüyordu.[1]

Aristo da demokrasinin “ideal yurttaşlığı” dejenere edeceğini, zira yoksulları avantajlı duruma getireceğini, dolayısıyla toplumun tamamını kapsamayacağını ileri sürüyordu. Aristo: “ Demokraside yoksullar kraldır zira çoğunlukturlar, dolayısıyla çoğunluğun iradesi yasa hükmündedir” diyordu [2]. Tiranlığa da demokrasiye de karşıydı, özgür insanların yönetmesi gerektiğini söylüyordu. Özgür insanlar dediği de nüfusun yaklaşık % 10’unu oluşturan, çalışmak zorunda olmayan özgür köle sahipleri sınıfıydı...
17 ve 18. Yüzyıllarda, özellikle de 18. Yüzyılın sonunda demokrasi kavramı yeniden ortaya çıktı.  Devrimlerle Eksi Rejimler yıkılınca, bundan sonra kim yönetecek sorusu gündeme geldi. Kesin olan şey şu idi ki, artık soylular sınıfı ve kral yönetmeyecekti... O zaman geriye  yönetmeye aday iki unsur kalıyordu: Burjuva sınıfı ve ezilen/sömürülen yoksul çoğunluk... Eğer yoksul çoğunluk [halk] yönetirse, bu mülk sahibi burjuva sınıfının ayrıcalıklı konumunun sonu olurdu. O halde ezilen ve sömürülen tarafın bastırılması, ezilmesi, etkisizleştirilmesi gündeme gelecekti... Ve ilk yapılan şeylerden biri grevlerin ve sendikaların yasaklanması oldu. Fransa’da devrimin beşinci yılında [1794] sol kanat etkisizleştirildi. Emekçi sınıflar lehine gerçekleştirilen sınırlı kazanımlara savaş ilan edildi. Çiftçilerin ürün fiyatları bastırıldı ve senato ve millet meclisinden oluşan iki meclisli [ bicaméral] sistem kabul edildi. Senato soylular ve zengin burjuvalardan oluşuyordu. Millet meclisinde kabul edilen yasalar senatonun onayından geçmek zorundaydı. Güçler ayrılığı ilkesinin mimarı Montesquieu, “ halk tek başına yönetmeye yetkin[ehil] değil, bu yüzden iktidarı profesyonellerin dizayn etmesi gerekir“ [3] demişti. Bu da zenginler, değilse temsilcileri yönetecek anlamına geliyordu... Bilindiği gibi, hâkim anlayış, senatoları demokrasinin “sağlıklı” işleyebilmesinin önkoşulu sayar. Oysa bunun tam tersi doğrudur... Aslında senatolar mülk sahibi burjuva sınıfının muhafız alayı işlevine koşulmuştur...
Fakat iktidarın yeni sahibi hâlâ durumdan endişeliydi ve Napoleon Bonapart’ın askeri darbesiyle tehlike bertaraf edildi. Millet meclisi kapatıldı. Sadece senato açık kaldı. Sansür ve baskı artırıldı. Artık sadece zengin burjuvaların oy ve temsil hakkı vardı. Bu parası olanın oy hakkına da sahip olduğu bir durumdu. Ya da formül: temsil=para şeklini almıştı. Bir liberal demokrasi ilkesi olan: temsil yoksa vergi de yok, yeni durumda oy yoksa vergi de yok şeklini almıştı... Fakat hâlâ aşılması gereken bir sorun vardı. Mâlûm, liberal ideoloji bir temsîli sistem öneriyordu. Ve temsîli sistem de mülk sahibi sınıflar için bir risk unsuru içeriyordu. Eğer halk mecliste çoğunluğu sağlarsa -ki, normal koşullarda sağlamaması için hiç bir neden yoktur- mülk sahibi sınıfların ayrıcalıklarını, yani mülkiyet sorununu gündeme getirebilirdi... İşte bu yüzden yukarda sözünü ettiğimiz çifte meclis [ bicamérisme veya bicaméralisme] sistemi, baskı ve sansür bu riski ortadan kaldırmak üzere devreye sokuldu...

İngiliz demokrasininin teorisyeni John Locke, “ özel mülkiyetin mutlak bir hak olduğunu, iktidarın varlık nedeninin mülkiyeti korumak olduğunu” [4,5,6,7] söylüyordu. ABD’de de anlayış farklı değildi. Dönemin hazine bakanı Alexandre Hamilton şöyle demişti: “ her toplum bir azınlık ve bir de çoğunluktan oluşur. Birinci grup zenginlerdir, ikicisi halk çoğunluğudur. Halk yaygaracı ve değişkendir, istisnai olarak mâkûl davranabilir. O halde birinci sınıfa açıkça hükümet olma yetkisi tanınmalıdır...” [8,9] Ve “gereği düşünüldü”, [yerli dedikleri] otokton Amerikalılar yeni göçmenler, okuma-yazma bilmeyenler oy kullanma hakkından mahrum edildi, yoksullara da seçim vergisi kondu. Buna bir de kaydolma zorunluluğu eklenince... artık amaç hasıl olmuştu... Tüm Amerikalıların oy hakkına sahip olması için,  XX. yüzyılın ikinci yarısını beklemek gerekti... Bu gün bile “kayıt” zorunluluğundan dolayı nüfusun yaklaşık %30’unun oy kullanamadığı söyleniyor... İşte dillere destan Amerikan demokrasisi böyle bir şey... Bir fikir vermek için, senato üyelerinin yarıya yakını milyoner... 

Kaleyi içerden fethetme perspektifi bir yanılsamaydı...
1948 yılında genel oy hakkı ve başka ekonomik ve sosyal haklar için Fransa’da başlayan devrim, dalga dalga tüm Avrupa’yı sarmıştı. [Şimdilerde [2011] Arap dünyasını saran devrimlerin, bazı bakımlardan 1848 Avrupa devrimlerine benzediği söylenebilir...] Gerçi devrimler her yerde kanla bastırıldı ama mücadele durmadı, genel oy hakkı mücadelesi kaldığı yerden devam etti. İşçi hareketi başarıya giden yolun, işçilerin iş yerlerinde sendikalar şeklinde örgütlenmesinden, egemen burjuva sınıfına karşı politik mücadeleyi başarıyla yürütebilmek için işçi partilerinin [sosyalist-sosyal demokrat] kurulmasından, bir de ideolojik köleliğin, gönüllü kulluğun tahribatını ortadan kaldırmak için ideolojik alana müdahale edecek gazeteler, kitaplar, dergiler, broşürler... yayınlanmasından geçtiğine karar verdi.

Örgütlenme, sendikalaşma, girişimleri şiddetle ezildi. Militan öncü işciler katledildi, işkenceye mâruz kaldılar, işsiz ve aç bırakıldılar... Velhasıl sendikaların varlığının tanınması hayli zaman ve mücadele gerektirdi. Genel oy hakkı yasağıyla da işçi partilerinin, sosyal demokrat partilerin etkinlik sağlaması zorlaştırıldı. Genel oy hakkı zorlu mücadeleler ve büyük bedeller pahasına kazanılabildi. Zaten yakın zamanlara kadar kadınlar denklemin dışındaydı...

Netice itibariyle sendikaların bürokratlaşıp, yozlaşıp, sistemin bir parcası haline geldiği, ufkunun düzen içi mücadeleyle sınırlandığı, çeşitli yöntemlerle sol siyasi partilerin etkisizleştirildiği, mücadeleyi düzen içinde kalarak sürdürme tercihi yaptığı koşullarda, artık rahatlıkla “temsîli demokrasiden”, “Batı demokrasisinden” söz edilebilirdi... İşçilere grev ve toplu sözleşme hakkının ve genel oy hakkının tanınması, bu kesimlerin  tehlikeli sınıf olmaktan çıktığına kanaat getirildiğinde mümkün oldu... Adım adım işçi hareketi ve politik işçi muhalefeti burjuva düzeninin bir parçası, bir “iç muhalefet” haline getirildi ve asıl amaca yabancılaştırıldı... Daha sonra sol siyasi partilerin sistem içi örgütler haline getirilişine bir tepki olarak ortaya çıkan komünist partileri de benzer akibetten kurtulamadılar. [ Bu önemli sorunun tahliline burada girmemiz mümkün değil]. İşçi hareketinin burjuva düzenini aşmasının olmasza olmaz koşulu, radikalliğinden asla ödün vermemesine bağlıydı...  Oysa düzen içi mücadeleye fit olan sol siyasi partiler, bırakın radikal bir politika yürütmeyi, burjuva hükümetlerine katılarak, halk düşmanı anti-sosyal politikaların uygulayıcısı, velhasıl suç ortağı oldular... Varlık nedenlerine ihanet ettiler. Bir bütün olarak işçi hareketi ve sol hareket, fethetmek üzere girdiği kalede rehin kalmıştı... Daha önce de defaaten yazdığım gibi, aslında “temsîli demokrasi” veya “Batı demokrasisi” denilen, gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanmıştı... Şimdilerde “sol partilerin” mecliste çoğunluk sağlayıp iktidar olmasının artık hiç bir kıymet-i harbiyesi yok... Zira, diğer burjuva partilerinden adları dışında bir farkları kalmadı...
Oysa, ağzını açan her politikacı, her akademisyen, her gazeteci, her “konunun uzmanı”, her zengin “sanatçı”, Bu sorunların çözüm yeri parlamentodur” diyor... Oysa bu seçkin zevatın bilmediği, asla bilmek de istemeyeceği bir şey var: Kapitalizm çağında ezilen ve sömürülen sınıflar lehine elde edilmiş ne kadar kazanım varsa [ seçme ve seçilme hakkı, sekiz saatlik işgünü, çoçuk işçiliğinin yasaklanması, işssizlik yardımı, aile yardımı, vb.] hepsi parlamento dışında, işyerlerindeki, sokaklardaki, meydanlardaki, yani arazideki  mücadeleler sonucu gerçekleşmiştir... Hem demokrasiyi engellemek amacıyla oluşturulmuş bir işleyişin parçası olacaksınız ve hem de ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir şeyler kazanmayı umacaksınız... bu mümkün değildir. Özetlemek istersek, eğer sosyal, ekonomik, politik alanda bir takım kazanımlar elde edilmişse, bunlar parlamentolar sayesinde değil, parlamentolara rağmen elde edilmiştir... Medyanın manzarasına gelince, medya artık bütünüyle mülk sahibi sınıfın tek yanlı hizmetinde bir iktidar aracına dönüşmüş bulunuyor...

Türkiye’de ne oldu? Nasıl oldu?
Yakın zamanda konunun uzmanı bir profesör, bir televizyon kanalında, “Türkiye’nin 137 yıllık demokrasi tecrübesi var” diyordu. Aslında ikiyüzlülüğü sevmeyen biri olsaydı: “Çok şükür Türkiye’nin 137 yıllık demokrasiyi engelleme deneyimi var” demesi gerekirdi... O halde şu yüzyılı aşkın “demokratikleşme” macerasının ne mene bir şey olduğu sorusuyla devam edebiliriz. Türkiye’nin “reel” demokrasi macerası Batı Avrupa’dan farklı bir rota izledi. Bu farklılık da iki nedenle açıklanabilirdi: Birincisi, Osmanlı imparatorluğunda Batı Avrupa’da olduğu gibi Eski Rejimi [Ancién Régime] tasfiye edecek bir burjuva sınıfının ortaya çıkmamasıydı [neden ortaya çıkmadığının anlaşılması önemli olmakla birlikte burada bunu açmamız mümkün değil]. Bizde, Batı’da olduğu gibi Eski Rejimin geleneksel ideolojisiyle cepheden bir hesaplaşma gerçekleşmedi. Türkiye’de ne bir aydınlanma ne de bir modernite devrimi hiçbir zaman yaşanmadı. Devlet aygıtı katında yapılan reformların, tanzimat ve islahatın asıl amacı yeni bir şey yapmak, Eskiyi tasfiye etmek değil, Eskiyi sürdürmek, ömrünü uzatmaktı. Üstelik devlet kutsal sayılırdı. Kapitalizmin azgelişmiş olmasından ötürü sistemi sarsma gücüne sahip bir işçi sınıfının olmayışı ve demokratik muhalefet zaafı, iktidarın işini kolaylaştırdı. Ve şöyle bir terslik ortaya çıktı: Devleti takviye etmek, ömrünü uzatmak amacıyla yapılan düzenlemeler, “ilericilik, demokratikleşme ve özgürlükler alanının genişlemesi”  olarak sunuldu. Mesela 1876 tarihli ilk meşrutiyet anayasası sayılan Kanun-i Esasi’nin muhtevası şöyle özetlenebilirdi: Egemenlik padişahındır... Anayasa Padişahın yetkilerini kısıtlamıyor, bilakis takviye ediyordu... Kanun-i Esasi’nin 64. Maddesinde: “ Yasalar din buyruklarına [umur-u diniyeye] aykırı olamaz” deniliyor. Aslında bu Kanun-i Kadime sadık kalınacak demektir. Dolayısıyla daha baştan yeni yasanın içini boşaltıp, varlık nedenini ortadan kaldırıyordu... 46. Madde, Meclis üyelerinin padişaha bağlılık yemini etmesi hükmünü içeriyordu... Velhasıl yasanın asıl amacı demokratik haklar ve özgürlükler alanını genişletmek değil, devleti takviye etmekti. Kısaca söylersek, Kanun-i Esasi, bilinen bir anayasadan çok bir padişah fermanından ibaretti. Zaten ilân edildikten yaklaşık bir yıl sonra [ 14 Şubat 1878] bir fermanla yürürlükten kaldırılmıştı.

Kanun-i Esasi 1908 Jön Türk darbesiyle raftan indirildiğinde de amaç kutsal devleti korumaktı. 1923 yılında Cumhuriyetin ilanı, halkın dahliyle gerçekleşmedi. Öncekiler gibi tipik bir devlet manipülasyonuydu. Süreklilik söz konusuydu. 1946’da “çok partili sisteme” geçiş, genel oy ve serbest seçim hakkının tanınması, bir katılım yanılsaması yaratma amacı taşıyordu. İşleyiş, “yönetenler değişse de yönetim asla değişmemeli” niyetini ve anlayışını güvenceye alacak biçimde dizayn edilmişti... Seçimler sadece katılım yanılsaması yaratmak içindi ve parlamento hep içi boş bir kabuk olmaya devam etti. O kadarı bile yönetici sınıfı tatmin etmediğinde askeri darbeler peydahlandı... Bu gün de Türkiye’de yürürlükteki anayasa ve genel yasal// kurumsal çevrçeve ve işleyiş 12 Eylül askeri darbesinin ürünüdür... Bütün bu zaman zarfında rahatsız edici bir söylem de hep gündemdeydi: Türkiye demokratikleşiyor... Bunu kimlerin söylediği de mâlum... Sormazlar mı? Kimin gerçekten demokratikleşmeye ihtiyacı var, kimin demokratikleşmenin engellenmesinde çıkarı var diye... Şu demokrasi denilen, bir seçim oyunundan, temsil mistifikasyonundan mı ibarettir? Kullanılan oyun gerçekten bir karşılığı var mı? Şimdilerde yeni anayasa hazırlığı sürüyor. Eskiler yeni anayasa yapabilir mi? Yaparsa bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Bizzat kendisi koyu bir anti-demokratizmin ürünü olan bir meclisin çıkaracağı anayasa neye benzer? Oysa yenilik sadece bir yasanın ‘yeni’ olmasından ibaret değildir. Ancak “yeniler” tarafından yapılırsa yeni ve farklı olabilir. Kimse kendini aldatmasın, 12 Eylül’ün ürünü olan bu meclisten çıkacak bir anayasa bir tek şeye yarar: Makinayı yağlamak, egemenler blokunu oluşturan oligarşinin iktidarını takviye etmek ve seyirciyi oyalamak... daha fazlası değil... O zaman yapılacak şey belli: Temsili demokrasi denilen “reel” demokrasinin ötesine geçmek... Bunun da kimin işi olduğu mâlûm... 




15 Ocak 2013 Salı

Orta-doğu’da iki tarz-ı siyaset!





Demir Bilgin

”Arab baharı” denilen, ”emperyalist bahar”, Orta-doğu’da iki siyaseti daha da netleştirdi: Bir: Amerikan islamı diyebileceğimiz hat ve iki: Bu hattı red-eden ve buna karşı çıkan anti-emperyalist direniş çizgisidir.

Amerikan islamı mı, şudur: Genelde emperyalizme ve özelde Amerikan emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden şeriat yanlısı, komprador Arap parazitleri ile, Türkiye gibi, Nato’nun kucağında oturan Türkiye gibi, sonradan devşirme ve yanaşma bazı yöneticilerinin,  recep tayyip erdoğan gibi, sahte islamcı kişilerin sürdürmüş oldukları hattır.

Anti-emperyalist direniş çizgisi mi, şudur: Genelde, vatanına, kültürüne, diline, kimliğine sahip çıkan kesimler ile,  özelde, şu an Suriye’de kendini gösteren ve kahramanlık destanları yaratan anti-emperyalist direniş çizgisidir.

Paradoks mu, değil. Savaşlar, tez, anti-tez eşittir sentez formülu misali, Orta-doğu tarihimizi daha da netleştiriyor ve hızlandırıyorlar.

Savaşlar, tarihi hızlandırıyor.

Savaşlar, insanı daha da netleştiriyor.

Paradoks mu, değil. Orta-doğu’da hızlanan ve netleşen tarih, hem sağda, hem de solda, ayrışma ve bütünleşmelere meydan oluyor.

Savaş mı, hem iç, hem de dıştır.

Savaş mı, bir yandan emperyalizme karşı verilen kahramanlık savaşı, diğer yandan, bir yazımda, ”renegar” diye adlandırdığım, ”komprador hain” tabaka arasındaki savaştır.

Komprador hain tabaka mı, kimliğini, kültürünü ve vatanını emperyalizmin hizmetine sunan ajan tabakadır!

Paradoks mu, değil. Savaşlar, tez, anti-tez eşittir sentez’i yaratıyor. Bu, şu demektir: Orta-doğu, yenileniyor. 

Yenilenen Orta-doğu’da, emperyalizme karşı, bölgesel bir cephe oluşuyor.

Dönem, yenileniyor. Orta-doğu’da dönem, yenileniyor.

Orta-doğu’da yenileşen dönem,  emperyalizme ve bölgedeki hain kompradorlara karşı daha da sert cevap vermek oluyor.

Cevap mı, Suriye’den yana, cephede, emperyalizme ve ortaklarına karşı savaşmak demektir.

Cevap mı, emperyalizmi Orta-doğu’dan kovmak demektir.

Orta-doğu’da tarih, saflar ve dönem yenileşiyor.

Yenileşen dönem, emperyalizme ve yerli uşaklarına karşı mücadele etme ve zafer kazanma dönemi oluyor.

Eleştirel düşünceye dair.





Fikret Başkaya

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!” Santiago Rámon y Cagal

Bir seferinde bir tanıdığım: “Biz söylüyoruz bir şey olmuyor, sen söylediğinde başın belaya giriyor” demişti. “Neyi, nasıl ve ne amaçla söylüyorsun da başına bir şey gelmiyor” dediğimde, yüzüme şaşkın bakmıştı. Belli ki, ne düşünce, ne düşünce özgürlügü, ne de eleştirel düşünceye dair hiç kafa yormamıştı... Oysa, öylesine akıldan geçen, günlük yaşamda söylenen sıradan şeyler düşünce değildir. Düşünceden söz edebilmek için, bir amaç için tasarlarması, uygun araçlara ifade edilmesi ve düşüncenin hedefine ulaşması, insanlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Ancak hedefe ulaşıp, kitleye mâl olduğunda düşünceden söz edilebilir ki, ben buna düşüncenin gerçekleşmesi diyorum. Bertold Brecht: “Bir fikrin etkinliğinden söz edebilmek için , kimden kaynaklanıp, kime yöneldiğine bakmak gerekir” derken her halde tam da bunu kastediyordu.
Düşüncenin “gerçek düşünce” olabilmesinin koşulu, onun bu dünyada olup-biten her şeye eleştirel bakabilme istidâdır. Buna kendi de dahildir. Başka türlü söylersek, düşüncenin tutarlı olabilmesi için aynı zamanda oto-kritik olması gerekir. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında, düşünsel alan iyiden iyiye bayağılaşmış, piyasacı “tek düşünce” nerdeyse bir tsunami gibi tüm alanları kaplamış durumda... Eleştirel düşünce radikaldir, öyle olmak zorundadır. Olguları, süreçleri, olup-bitenleri kavramanın bilince çıkarnanın yolu, radikal olmayı, görüntünün esiri olmamayı, velhasıl görüntünün ötesine geçmeyi varsayar. Başka türlü ifade etmek istersek, radikal olmak, sorunları kaynağında, kökeninde yakalamak, temeline inmektir.. Radikal düşünce için neden sorusunun önceliği vardır. Oysa yaygın bayağı düşünce daha çok nasıl sorusuyla yetinmekten yanadır. Radikal düşünce açıkça ve ikircikli olmayan bir şekilde, yalanı, dolanı ikiyüzlülüğü aşmayı, gerçeğin üstünü örten örtüyü kaldırmayı amaçlar. Bu da şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir. Zira adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir... Kapitalizm kavramının geçmediği bir yoksulluk tahlili mümkün müdür? Yoksulluğu yaratan kapitalizm olduğuna göre... Mesela bu günün dünyasında hegemonya, emperyalizm, kolonyalizm kavramlarını kullanmadan yapılan savaşla ilgili bir tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Savaşların gerisinde emperyalist hesaplar ve çıkarlar olduğuna göre... Aynı şekilde kapitalizmi ağzına almadan yapılan ekolojik tahlilin bir değeri olur mu? Eğer insanlığın yüz yüze geldiği ekolojik sorunlar kapitalist işleyişin doğrudan sonucuysa...

Eleştirel düşünce tarihselliği esas alır. Şimdilerde kapitalist sistemi, yegane mümkün toplum düzeni, insanlığın normal hâli olarak sunma ve dayatma gayretleri yaygın. İnsanların kafasına sokulmak istenen kabaca şu: Kapitalizm hep vardı, bu gün de var, gelecekte de olacak... Kapitalizm “tarihin sonudur”, alternatifi yoktur, alternatif üretmeye çalışmak da beyhûdedir! Aslında amaç belleği yok etmek, geçmişi unutturup yok saymaktır. Oysa tarih bilinci bize bu günkü durumun [hâlin], karmaşık, kompleks sosyal süreçlerin ve belirleyiciklerin bir sonucu olduğunu, pekâlâ başka türlü de olabileceğini, bu gün olanın
potansiyel olarak “mümkün” olabileceklerden sadece biri olduğunu öğretiyor. Bu gayri insani ve irrasyonel sistemin insanlığın yegane ufku olarak sunulabilmesi, ancak tarih bilincinin yokluğunda mümkün olabilir. Oysa tarih bilincinden yoksun bir insanlık mümkün değildir. Başka türlü söylersek, tüm sosyal süreçler geçicidir, tarihseldir ki, buna kapitalizm de dahildir. Nitekim kapitalizmin beş yüz yıllık, sanayi kapitalizminin ikiyüz yıllık, “neoliberal kapitalizm” denilenin de otuz küsür yıllık geçmişi var. Aslında bu, uzun insanlık tarihinde sadece küçük bir parantezdir... Şeyleri, olguları, toplumsal süreçleri tarihsellik dışında düşünmek saçmadır. Bir zamanlar kapitalizm diye bir üretim tarzı, öyle bir toplumsal düzen yoktu ve bir zaman sonra da olmayacak. Artık tüm sürdürülemezlik emareleri belirmişken bunu söylemek de bir kehânet sayılmaz...

Eleştirel düşünce fıtraten ve doğası gereği anti-kapitalisttir. Alternatifsiz sayılıp, dayatılan [neoiberal] kapitalizm, ekonominin özel şirketlere bırakılmasını, kamuya ait bu alanda faaliyet gösteren işletmeler varsa özelleştirilmesini, çalışma yaşamının liberalleştirilmesini, işçiyle patron arasına girilmemesini, devletin çalışma yaşamına karışmamasını, sosyal hizmetlerin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik], devletin ve belediyelerin su, elektrik, gaz, konut, ulaşım ve haberleşme, vb. kamusal mal üretiminde ve sağlanmasında rol almamasını, almışsa, bunların acilen özelleştirilmesini, sermayeden [mülk sahibi sınıflardan] alınan vergilerin olabildiğince azaltılmasını, devlet etkinliğinin sadece güvenlik, yargı ve savunmayla sınırlandırılmasını, kredi sisteminin de özel alana terkedilmesini, bütçenin açık vermeyecek biçimde yönetilmesini, yerli yabancı sermaye ayrımı yapılmamasını ve tüm bunların da sadece teker teker ülkeler düzeyinde değil, uluslararası ilişkilerin de vazgeçilmezi sayılmasını vâaz ediyor... Yaklaşık otuz yıllık neoliberal ekonomik ve anti-sosyal politikaların sonucu ortada: Zenginlik-yoksulluk uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara ulaşması; birlikte [ortak] yaşamanın giderek daha da sorunlu hale gelmesi; derinleşen ekolojik kriz... Velhsasıl tam bir sürdürülemezlik tablosu... Eğer durum böyleyse bu sürecin kurbanları için “alternatifsizlik” mavalı ne demeye gelebilir? Kaldı ki, insanın olduğu her yerde alternatifler daima vardır. Zaten politikanın bir anlamı da alternatiflerin varlığıdır...
Eleştirel düşüncenin anti-kapitalist olmasının koşulu da, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist olmayı varsayar. Zira emperyalizm ve kolonyalizm kapitalizme mündemiç [içkin] eğilimlerdir. Bu da demektir ki, kapitalizm varoldukça emperyalizm de, kolonyalizm de varolacaktır. Bu arada kolonyalizmin kültürel veçhesini de ciddiye almak gerekir. 1980 sonrasında “Üçüncü Dünya”daki rejimlerin kompradorlaşmasıyla, kolonyalizmin yeni bir versiyonu hortladı. Batı üniversitelerinde üretilen kültür, bizimki gibi dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde büyük tahribata neden oluyor. İdeolojik hegemonyanın araçları olan, “bilimsellik”, “evrensellik” ambalajlı “moda düşünceler”, sorgusuz sualsiz ithal edilip kullanılıyor... Dolayısıyla, ideolojik egemenliği püskürtmek hayâtî önem taşıyor...

Eleştirel düşünce “ilerlemeciliği” sorun ve mahkûm eder. Geride kalan dönemde sözde “iyimserlik” aşılayan ilerlemeciliğin her türlüsü, özellikle de teknik bilim kültü, büyük insâni, sosyal ve ekolojik yıkımlara neden oldu. Kapitalist üretim tarzının temel eğilimlerinin bir sonucu olan, daha çok üretim, daha çok tüketim, dolayısıyla “sınırsız büyüme” sarmalı, sosyal kötülükleri, ekolojik bozulmayı derinleştirdi ve bir sürdürülemezlik durumu yarattı. Böyle bir tablonun ortaya çıkmasında teknik bilimin yüceltilip, her derdin devası sayılmasının payı büyüktü. Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın içine sürüldüğü çıkmazdan çıkmasının yolu “ilerlemeci felsefesinin” radikal eleştirisinden ve aşılmasından geçiyor. Zira kapitalizmin yarattığı sorunlar, kendinden menkûl bir teknik bilimle aşılabilir
değildir... Politik ve sosyal mahiyette çözümler gerekiyor. Elbette bunu söylemek bilim ve teknik karşıtlığı değildir. Kimilerinin alaylı bir şekilde söylemeyi adet edindiği gibi, mağaraya, kara sapana, muma, çıraya... dönmek değildir. Modernite karşıtlığı asla değildir. Şimdilerde bilim ve teknik modernitenin tarihsel rotasından çıkmış, asıl misyonuna ve varlık nedenine bütünüyle yabancılaşmış bulunuyor... Münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindeki bir bilimi ve tekniği yüceltmenin, her derdin devası saymanın ne âlemi var? Velhasıl bu tersliğin aşılması gerekiyor ki, bunu da ancak eleştirel düşünce yapabilir...
Eleştirel düşüncenin vazgeçemeyi bir şey de, tarih boyunca ezilen ve sömürülen sınıfların eşitlik, adalet, özgürlük için yürüttüğü şanlı mücadele hafızasını canlı tutmaktır. Bu konuda Gunter Holzmann şöyle diyordu: “Yarınlardaki mücadelemiz için, daha özgür, daha âdil, daha eşitlikçi, daha kardeşçe ve dayanışmacı bir dünya için, mücadele hafızamızı canlı tutmalıyız”. Zira şimdilerde sinsi ve açık bir bellek kaybı yaratma çabası, unutturma kampanyası yürütülüyor. Oysa geçmişin müthiş bir mücadele mirası var. İnsanlık tarihi en zor koşullarda bile ezilenlerin nasıl isyan ettiklerinin, nasıl itiraz ettiklerinin, nasıl baş kaldırdıklarının destansı mücadele öyküleriyle dolu. İşte o soylu mücadelelerdir ki, insanlık onurunu bu günlere taşımıştır... Aslında sosyal eşitsizliğin olduğu her yerde eşitlik için, ayrımcılığın olduğu her yerde ayırmcılığa karşı, sömürünün olduğu her yerde sömürüye karşı mücadele, insan fıtratında mündemiç olan bir şeydir. O kadar ki, toplumun sınıflara bölündüğü dönemden beri eşitlik ve özgürlük mücadelesinin hiç ara vermeden devam ettiğini söylemek mümkündür. Bu yüzden tarihe avcılar tarafından değil de aslanlar tarafından bakıldığında, tarihin aynı zamanda köle isyanları, köylü isyanları, işçi isyanları, boyunduruk altına alınmış hakların isyanları velhasıl tüm ezilenlerin başkaldırı tarihi olduğu görülecektir... Bu, mitolojide başı her kesildiğinde tekrar canlanan ejderha gibi, yenilgiyi asla kabullenmeyen bir mücadele geleneğidir. Söylemek istediğimizi her halde en iyi Spartakus’un: “isyan ediyorum, o halde varım” özdeyişi ifade edebilir... Elbette geçmişin soylu mücedelelerini unutmamak, belleği sürekli canlı tutmak son derecede önemlidir ama bu, geçmişte yapılan hataları yok saymak anlamına da gelmez. Aksi halde yukarda söylediğimiz, eleştirel düşünce “bu dünyada olup-biten her şey kaşısında eleştireldir” tespitinin bir değeri kalmazdı.

Eleştirel düşüncenin gerçekten adına lâyık olabilmesi için, reel dünyadaki sorunlarla doğrudan bağ kurması ve sürekli olarak kendini yenilemesi gerekir. Zira insanlığın başına gelen belalar ekseri ölü bilgilerin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Başka türlü ifade edersek, düşüncenin dönüştürücü bir praksis olması gerekiyor ve bu niteliğinden ötürü de angaje olma zorunluluğu vardır... Bu anlamda entellektüel bir düşünce işçisidir. Şeylerin gerçeğine nüfûz etmeyi amaçlar ve Antonio Gramsci’nin veciz bir şekilde ifade ettiği ğibi “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”. Nasıl çiftçi buğday üretiyorsa, fırıncı ekmek üretiyorsa, insanların ihtiyacı olanı yaratıyorsa, entellektüel de mücadele için gerekli olan fikirleri üretendir. Gerçeğin safında ve peşinde olduğu için de, ister istemez ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında, egemenler blokunun karşısındadır. Bu yüzden egemenler katında muteber sayılmaz, düşmanı çoktur... Unutmamak gerekir ki, bu dünyada yalanla gerçek arasında bir orta yol mümkün değildir. Biraz yalan biraz gerçek mümkün olamayacağına göre... Bu da demektir ki, gerçekten ve açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların safında olmayan bir düşünür, istediği kadar bilgili olsun entellektüel sayılamaz. Zira haksız ve adaletsiz bir durum [ilişki] söz konusuysa, taraftara eşit mesafede durmak, “tarafsız kalmak” mümkün değildir. Entellektüel eleştireldir ama eleştiri de kendi başına bir amaç değildir. Eleştirinin misyonu ve varlık nedeni, varolanı eşeleyip-deşelemek, görünür ve anlaşılır kılmak, oradan hareketle de dönüştürmeyi ve değiştirmeyi potansiyel bir olasalık haline getirmektir. Başka türlü söylersek,
eleştirel düşünce alternatif düşüncedir, mevcut olanı aşmayı amaçlar...

Şimdilerde az sayıda dev sermaye tekeli insanlığın kaderini belirler durumda. Sermayenin saldırısı karşısında insanlar da sessiz ve tepkisiz değil. Saldırının olduğu her yerde elbette tepkinin olması da kaçınılmazdır ama bu kadarı sorunun çözümü için yeterli değildir. Bölük- pörçük, birbirinden kopuk, ortak bir vizyona ve perspektife sahip olmayan, bir alternatif toplum projesinden mahrum “sosyal hareketlerin”, “sivil toplum örgütü” denilenlerin taşı yerinden oynatması mümkün değildir. Elbette şimdilerde eksik olan eleştirel düşünce değil. Asıl eksik olan, eleştirel düşünceyle kitle eylemleri arasında tutkal işlevi görecek bütünlüklü bir perspektif, bütünleştirici bir politik proje ve örgütlülüktür. Dolayısıyla, apolitik “sivil toplum” ve “sivil toplum örgütleri“ [STK] söyleminin aşılması gerekiyor. Zira sivil toplum söylemi dahilinde faaliyet gösterenler, karşı oldukları, mücadele ettikleri, şikayet ettikleri durumu yaratan gerçek nedenleri sorun etmiyorlar. Oysa, şeylerin gerçek nedenlerini sorun etmeden, bölek- pörçük, “kismî” mücadelelerle bir şeyler kazanmak, taşı yerinden oynatmak mümkün değildir…

Neoliberal saldırı insan haklarının temelini hızla aşındırmaya devam ederken, bu saldırıyı sorun etmeyen bir insan hakları mücadelesi ne kadar etkili olabilir? Kapitalizmi sorun etmeden işsizlikle mücadele edilebilir mi? Hayır kurumlarıyla yoksulluğun üstesinden gelinebilir mi? Bu tür çabalar sadece sorunu ertelemeye, insanları oyalamaya yarar. Radikal yaklaşımsa, işe neden yoksulluk var sorusunu sorarak başlar... Militarizme, neokolonyalizme, emperyalizme ve bunların gerisindeki kapitalizme karşı çıkmadan “ben savaş karşıtıyım”, “barış istiyorum” demenin bir anlamı olabilir mi? Savaşı çıkarmakta çıkarı olanlardan barış beklemek abes değil midir? Son on yıllarda hükümetlere ve burjuva partilerine yapılan “barış” çağrılarından bir sonuç alındı mı? Mesela son dönemde dayatılan iş piyasasındaki taşeronlaştırmayı, neoliberal kapitalizmi sorun etmeden defetmek mümkün müdür? Neoliberal saldırıyı sorun etmeden şimdilerde “iş kazası” denilen cinayetleri önlemek mümkün müdür? Toplumun varı yoğu özelleştirme adı altında yağmalanır, talan edilirken, nerdeyse her dereye HES’ler kurulurken, bu saldırı hukuk yoluyla, danıştaya dava açılarak püskürtülebilir mi? Politik bir saldırıyla karşı karşıya olunduğuna göre... Yasaları yapanlarla çekleri imzalayanlar aynı güç ve iktidar odakları olduğuna göre... O halde sosyal mücadelelerin politikleştirilmesi, yeniden sınıf mücadelesi rotasına oturtulması, kapitalizmi aşmaya yönelik radikal bir perspektif dahilinde bütünleştirilmesi gerekiyor...