31 Temmuz 2014 Perşembe

Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçları...





Demir Bilgin


Kuzey Avrupa'dan, Türk halkının beynini okudum. Ne yazık ki, ezilen beyinde, bellek diye bir şey kalmamıştır. Ezilen bellek; tüm bireysel, sosyal ve tarihi gelişiminden vazgeçmek oluyor. 12 Eylül 1980 faşist darbesi ve sonrası, Türk insanı bu oluyor. Beyinleri ezilmiş olarak yaşıyor: Acıdır.

Türk insanı, yıllardır, beyni ezilmiş olarak yaşıyor. Beyni ezilmiş Türk insanı, ”cübbeler nizamına evet” diyebiliyor. Doğaldır, zira, silinmiş bellek, insan gelişimin tüm kazanımlarından uzaklaşmak, demek oluyor: Gericiliktir.

Bu çemberde, beyini ezilmiş bir insan, seçimi ne yapsın ki? Beyini ezilmiş bir insan, elbette, onu ezenden yana kullanacaktır. Beyinleri ezilmiş insanlar, Türkiye'de, ”Cübbeler Nizamına” evet diyecektir. Silinmiş bellekte ancak bu olur. Acı olur. Gericilik olur ve insancık olur.

Kuzey Avrupa'dan, Danimarka'dan, Türk insanının beynini okudum. Beyinde görünen, cuhmurbaşkanlığı seçim sonuçları var. Kimse 10 Ağustos'a beklemesin, seçim sonuçlarını, şimdiden ilan ediyorum:

- Recep Tayyip: yüzde 59,5.

- Ekmel ed-din ve koltuk değnekleri: yüzde 31,5.

- Diğerleri: Yüzde 9.

Sonuç budur. Beyinleri ezilen Türk insanının ”seçimi” budur.

Bu anlamda, Türkiye'de, seçim bitmiştir. Bu bağlamda, Türkiye'de, Türkiye insanı, kendine ”yabancılaşmıştır.” Düzenin ”kurbanı” olmuştur!

Düzenin ”kurbanı” olan bir ülkede, seçim değil, silinen bellekleri takrar kazanmak mücadelesi olur. Bu da, hem vücutlarımızı, hem de beyinlerimizi ezenlere karşı, mücadele ederek ve ezdirmemek oluyor...

Türkiye'de, önce verilmesi gereken kavga budur. Bu, tekrar, kimliğimize sahip çıkmanın, kavgası oluyor.

Umut tükenmez. Her karanlığın sonu aydınlıktır. Umut, burada yatıyor.

Seçimin bittiği bir ülkede, umudun ve devrimci kalkışmanın ışığı var demektir.

İnsanın ve seçimin bittiği bir ülkede, yeni insanın intifadası ve umudu var demektir.

Seçim sonuçlarını, şimdiden, yazdım. Buna bakarak, kimse ”moralini” bozmasın, diyorum. Zira, moralimiz, seçim sonuçlarında değil, sol kalbimizdedir.

Umudumuz budur. Cevherimiz budur.

Cevherimiz solmaz. Kavga hiç durmaz!


Umudumuz budur. Bu umutla yaşıyoruz. Buna mahkümüz!

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Cumhurbaşkanlığı seçimine hayır!




Demir Bilgin
demir.bilgin@yahoo.dk

Bu bir yazı değil,  ilandır. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili fikirlerimi duyuruyorum. Aşikâr olsun istiyorum. İlanım açıktır: Cumhurbaşkanlığı ve seçimine hayır diyorum!

Türkiye'de, 10 Ağustos'ta yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimini, biz sosyalistler olarak, red-ediyoruz. Cumhurbaşkanlığı ve seçimi, Türkiye'de, sözümona, demokrasiyi genişletmek değil, aksine, Türkiye'de, ilerleme adına, ”şeriatçı cübbeler nizamını” kurmak içindir. 12 Eylül 1980'de temelleri atılan, ”şeriatçı cübbeler nizamı”, Abdullah – Recep – Fetullah (Ekmel ed-din) tarafından devam ettiriliyor ve nihai bir sona varılmak isteniyor. 10 Ağustos'ta yapılacak, ”Halk seçiyor”, cumhurbaşkanlığı aldatmacası ile, Türkiye ve tüm Anadolu halklarına, ”Kara Mekke” nizamı hayata geçirilmek isteniyor.

Bunları görüyoruz. Bunları biliyoruz.

Bunları bilen, ve görenler olarak,  cumhurbaşkanlığı seçimini red-ediyoruz.

Veba ile kolera arsında seçim bizim işimiz değildir, diyoruz.

Bunları bilmeyenlere ve görmeyenlere sesleniyorum:

12 yıl iktidarda olan , ilkel İŞİD'çi, katil Receb'i hâlâ tanımadınız mı?

Fetullah'ın öne sürdüğü şeriatçı Ekmel ed-din'imi bilmiyorsunuz?

Bunların ikisi de birdir. İkisi de sizler için ölümcüldür. İkisi de veba ile kolera gibidir. Ölümcüldür!

Bizlere dayatılan bu ölümcül seçime,  karşı çıkalım. Red-edelim. Hayır diyelim.

Cumhurbaşkanlığı ve seçimi, bizler için, Türkiye için ”kurtuluş” değildir.

Kurtuluş mu, kurtuluş yolunu çözecek, çareler bulmaktır. Çare mi, sosyalist bir Anadolu için mücadeledir! Sosyalizmdir.

Kurtuluş, sosyalizmdedir.

10 Ağustos'ta yapılacak, komedi cumhurbaşkanlığına seçimini red-edelim. Veba ile kolera arsında seçim bizim işimiz değildir, diyelim.

Unutmayalım; oy kullanmak ve oy demek, herşeyden önce, kimlik demektir. Oy kimliği, ben politik olarak kimim ve kime oy veriyorum demektir.

Bu bilinçle, halkımıza dayatılan bu açmazı red-edelim.

10 Ağustos'ta cumhurbaşkanlığı ve seçimine hayır, diyelim.

Bayram tebriği...






Dr. İsmet Turanlı

O, hep yarıda kalan öpücüklerin havada kalan ısıları (acıları).

Bu mısranın yazarını hatırlamıyorum. Bu lirik ifadeden hoşlanmış ve hafızama kaydetmiştim. Teşbihte hata olmaz derler. Öpücüklerle alakası olmayan anılarımı anlatacağım.

Bir sonbahar günü, İsmet, avluda oynarken babasına sesleniyor: İki yaşına girdiğinde babası o feci araba kazasında vefat etmişti; onun için, İsmeti'n çağrısına cevap veremiyordu. Hayatta iken balkona çıkar, sabah kahvesini içerken, oğluyla diyaloğa girerdi. Şimdi İsmet ise aylar boyunca, baba, baba çağrsına devam eder. O, iki yaşındaki çocuğun çağrısını duyanlar, akrabalar, komşular göz yaşlarını tutamıyorlardı. Benim tarzımdır, hadiseleri, şiirimsel yorumlamak...İşte o hal yukarda bahsettiğim mısra ile özdeşleşir.

Gene bir sonbahar günü, okullar açıldı ve İsmet, ilkokul müdürünü ziyaret etti. Bir ricası vardı. Dayısı ona yazın okuma yazmayı, hesaplamayı, öğretecekti, öğretmişti. Onun için müdür beyi ziyaretinde ne yapacağı, ne söyleyeceği günlerce talim ettirilmişti. Okulun başmüdürü, Kutan aşiretinden İsmail beydi. Zaman zaman Fazilet partisi başkanlığı yapan, Erbakanın en yakını Recai Kutanın babası idi. Recai ilk okuldan Teknik universiteyi bitirinceye kadar pekiyiden başka not almamıştı. İsmail bey babacan , sevimli bir şahsiyetti. Gülünce altın kaplama dişleri onun çehresine zenginlik katıyordu. İsmet önce müdür beyin kapısını tıklattı, öğretildiği, talim ettirildiği gibi. Sonra başını öne eğerek temannasını yaptı ve maruzatını anlattı. Muhterem büyüğüm ben okuma yazamayı, hesap yapmayı öğrendim onun için okula ikinci sınıftan başlamak istiyorum. Beni imtihana alın. İsmail bey tombul eliyle, İsmetin başını okşadı, kendine çekti ve gülümsedi. Evladım yeni talimata göre bu imtihan kaldırıldı. Onun için senin isteğini maalesef yerine getiremeyeceğim. Sonra listeye baktı. Sen Mukaddes öğretmenin 1 A sınıfında 615 numara ile okula başlayacaksın. Böylece bir öpücük acısıyle yarım kalacaktı.

Gene bir sonbahar günü. Okulların açıldığı gün. Malatya'da rüzgarlar serin esiyordu. İsmet yorganı başının üstüne çekmiş annesinin ricasına karşılık vermiyordu. Nihayet hırslı, hırslı ‘’ ben okula gitmeyeceğim, ben okumak istemiyorum. Ben o kısa yerlimalı bez pantolonla okula gitmekten utanıyorum. Arkadaşlarımın uzun pantolunlu elbiseleri var. Onu giyip gelecekler. Ben canbazdaki oğlanlar gibi kısa pantalonla ortada dolaşamam. Bana gülüp, alay etmelerine müsaade edemem’’ diye haykırdı. Annesi mağazası olan dayısının ona bayramda hediye ettiği kumaşları sakladığı çeyiz sandığına gidip bir kumaş aldı ve İsmete, terzi Cevdet'e gidip kendisine bir takım elbise diktirmesini söyledi. İsmet, sevincinden zıplayıp yataktan kalktı ve kumaşı alıp terziye koştu. Terzi önce ölçüsünü aldı ve bu kumaşla iki pantalonlu ve bir yelekli elbise çıkar dedi. Ve kendsine bir çay ısmarladı. Terzinin sofasına kurulmuş mutlu bir tavırla çayını yudumlarken amcası dükkanın önünden geçiyordu. İsmet'e, terzi de ne yaptığını sordu . Oda kumaşı göstererek terzi amcanın ona bir kat elbise dikeceğini gururla söyledi. O sırada terzi kumaşı kesmekte idi. Amcası küçük bir kumaş parçasını eline aldı ve cebinden çıkardığı çakmakla yaktı. ‘’ Bu kadın kumaşı be!‘’dedi müstehzi bir eda ile. Bunu duyunca İsmet, bayağı bozuldu. Nerede ise kumaşı alıp eve dönecekti. Terzi onu teselli eti.Ben elbiseni dikince görürüsün, sana çok yakışacak. İsmet önce boğazındaki düğümlenmeyi yutkundu, gözünden iki damla yaş aktı. Öğleden sonra terziye uğrayıp elbisesini giyip orta okula başladı. Bu olağanda bir yarıda kalan öpücüğün acılı hatırası idi.

Ortaokul üçüncü sınıfta iken birden karnesinde 3 tane zayıf çıkmıştı. Halbuki şimdiye kadar hep pekiyi alıyordu imtihanlarda. Arkadaşları ile askerlerin poligonda atış yaptıkları yere gittiğinde, atışlarda askerlerin kaçtan vurduklarını göremiyordu. Eve dönünce annesine anlattı bu hali. Annesi, ertesi günü gözdoktoruna götürdü ve gözlerinde miyop hastalığı olduğu tesbit edilmişti ve artık gözlük takacaktı. Anlaşılan en ön sırada otorduğu halde, karatahtayı iyi göremiyordu. Müteakıp karnede, gözlük taktıktan sonra zayıf notların yerini pekiyiler almıştı.

Sınıf gazetesini arkadaşları ile İsmet hazırlar ve ayda bir duvara asardı. Bir sabah gazetesini duvara asarken keyfinden bir türkü çağırıyordu. O anda içeri giren hoca İsmete bir tokat attı ve ‘’Sesinde güzelmiş sabah kanaryası, sınıfın disiplinini bir daha bozma ‘’dedi. İsmet önce yere düşecek gibi oldu. Müthiş sarsılmıştı. Kötü bir şey yaptığını zannetmiyordu. İsmeti'n sendelendiğini görünce hocası ‘’ hadi numara yapma, yerine otur’’ dedi. İsmet bütün ders esnasında kafasını sıradan kaldırmadı ve için için ağladı. Arkadaşlarının sonradan anlattıklarına göre hoca da korkmuş, benzi atmıştı. Teneffüs zili çalınca arkadaşları lise müdürüne gidip olan hadiseyi ona anlatmışlardı. O'da sınıfa gelip İsmet'i teselli etmiş. Odasına götürüp yüzünü yıkamasını temin etmişti. Bir şikayeti olup olmadığını sordu. İsmet herşeye rağmen, özür dilediğini açıkladı. Müdür bey de ‘’ Ben de senden bunu bekliyordum’’ dedi. Böylece bir yarıda kalan öpücüğün acısı anılarda kaldı.

İlk okulu bitirdiğinde abisi ona bir mandolin hediye etmişti. O'da okulun korosuna mandolini ile iştirak ediyordu. Müziğe hayran olduğu için bu faaliyetini titizlikle yürütüyordu. Bir gün dedesi ziyaretlerine gediğinde, İsmeti'n duvarda asılı mandolini gördü Ve sordu bu çalgı aleti kimin? İsmet gururla cevap verdi. ‘’Benim dedeciğim. Okulun korosunda çalıyorum’’. Senin gevende ( Çingene mi ) olmaya mı, niyetin var dedi ve mandolini yere vurup paramparça etti . İsmet, dayak yemiş gibi oldu. Hani elinden oyuncak bebeyi alınan kız çocukları gibi ağlamaya başladı. Annesi o beyaz tombul elleri ile İsmeti'n başını göğsüne dayadı ve teselli etti. Deden değil mi? O nederse, o olur! Annesinin dedesini teyit eden sözüne daha da öfkelendi. Bu da bir yarıda kalan öpücüğün acı hikayesi idi. Benzeri hayal kırıklığını tıbbıyenin üçüncü sınıfında yaşamıştı. ‘’ Eminönü halkevinde talebelere ücretsiz piyano dersleri verilir diye bir duyuru okumuştu. Hemen müracaat etti ve ilk dersini Çarşamba akşamı almıştı. Piyano hocası ona bugün yaptığı çalışmayı evde tekrarlamasını söyledi. ‘’ Ama benim piyanom yok ki’’ dedi İsmet hocasına. Hocası da bundan böyle gelmesine lüzum kalmadı ‘’ dedi . Müziğe bu kadar hevesli bir genç hayal kırıklığına uğramıştı. Fatih parkında bir kanapeye oturmuş , yağan karın altında üç saat sonra adeta bir kardan adam olmuştu. Üzgündü. ‘’

Fatih parkında ben, kardan adam olmuştum! Diye başlayan birde şiir yazmıştım.

Bir yarıda kalan öpücüğü daha tatmıştım.

70 yaşında çalmaya başladığım piyano için ders dahi almamıştım. Hatta 8 şarkı ve türkü bestelemiştim.

Bu tarz hayalkırıklıklarına dair anılarımı ve sebebiyet veren şahsiyetleri deşifre eden, analizleri yazacağım. Böylece okuyucularımın da yaşamlarındaki anılarını gözden geçrmelerini motive edeceğimi sanıyorum. O hadiselerden ders almaları gerektiğini vurgulayacağım. Ben depressionları tahrik değil, bilakis her seferinde yeniden dinamikleşen müsbet atılımları hatırlamaya değer olduğu kanaatındayım.

Bugün Ramazan bayramının kutlanmasını, sağlıklı, müreffeh , başarılı yaşamlarını tebrik etmek istiyorum.

Bir başka tarihe not düşmek istediğimde yeğenim kadar sevdiğim sevgili Dengirin istifasını kutluyor, siyasi yaşamında daha başarılı olması için en sadık kriterin vicdanı olduğunu söylemesini çok değerli bulduğumu söylemek istiyorum. Ne tesadüftür ki, ayni mealde Alman eski başbakanlarından Schröderde geçmişteki siyasi yaşamının vicdanını ne derecede sızlattığını söylemesi gençlere ibret olmalıdır.

Tekrar bayramınızı kutlar , bundan böyle beni izlemenizi ümit ederim.

Köln. 29.07.14


Tayyip'in Muhafızları...



"Ergenekon" zulmü unutulduktan sonra, çok zor olmayacağını anlıyoruz; M.Balbay, T.Özkan, D.Perinçek, S.Yalçın çoktan kapı açtılar, çoktan unuttular ve Erdoğan'ı sevmeye başladılar, Yüce Gök beni aşklarından korusun, "laf ola" diyorum ve pek de korkmuyorum.”

Çok yazık, cehepe ve mehepe ile akepe arasında ne fark var, fark kalmamışsa seçim yoktur, araya girmiş oluyorum, ve devamla, İhsanoğlu yalnızca, Erdoğan'ın "öfkesiz"olanı imiş, Gülen bunu çıkarmış bunları sıralarken utanıyorum. Birbirine bu kadar benzeyen bu iki adamın, Cumhuriyet söz konusu olduğunda, sahnesiz bir trajedi'yi ve tiyatrosu açısından,pek tatsız ve çok ağır bir fars'ı andıran günlükoyunlarına "seçim" diyebiliyorlar; hiç seçim görmemişler. Peki "gittiii", şimdi ne olacak, geride bıraktıklarından kurtulmak için otuz yıla ihtiyaç var, bu kadar ciddiyetsizlik sadece ürkütücüdür...”

Seçimlerin sonundayız.

Devrimci Durum'un başındayız.”

Yalçın Küçük

Ara rejime geçiyorum, demektir ki yazılarıma bir süre ara veriyorum. Kısa, telgraf usulü, kaydetmek durumundayım ve başlıyorum. Bir, Tayyip Bey seçilirse, ki büyük ihtimal, bir büyük devletin Ankara Büyükelçiliği'nin yaptırdığı sondaja göre, bu incelemeden on beş gün öncesi itibariyle, İhsanoğlu'nun yüzde 23 puanına mukabil Erdoğan yüzde 61 düzeyindedir, Ekmeleddin Bey'i, büyükelçi yapabilir ve Kahire'ye uygundur, öyle tahmin ediyorum. "Ergenekon" zulmü unutulduktan sonra, çok zor olmayacağını anlıyoruz; M.Balbay, T.Özkan, D.Perinçek, S.Yalçın çoktan kapı açtılar, çoktan unuttular ve Erdoğan'ı sevmeye başladılar, Yüce Gök beni aşklarından korusun, "laf ola" diyorum ve pek de korkmuyorum. İki, Erdoğan ile Gülen'in barışmalarını bekliyorum; hem ortaklıktan ve hem de zorlandıkları kavgadan, iki tarafda, ayrıca "Taraf" Gazetesi, kârlı çıktılar; kucaklaşmak yararlarınadır ve Erdoğan'ın sağlık sorunları dışında, bir engel görmüyorum. Tabii böyle bir isteğim yok, maddeyi ve gelişimini görmeye çalışıyorum. Ekmeleddin, Erdoğan'a, Gülen'in ikramıdır ve biz "okuntu" da diyoruz; Sirkeci'den alınmış bir güzel kutu Hacı Bekir'dir. Erdoğan'ın, seçimsiz Çankaya'ya çıkışını sağlıyorlar, "theend of elections", haber vermiştim, şimdi oynuyoruz. Lenin, bu hallerde, "yeni durum-yeni görevler" yazıları çıkarıyordu; nerede, ben, "beni aşar", demek zorundayım.

***
Mekteb-i Mülkiye'de bizler birbirimizi daha çok sütunlu salonda görürdük, sevinirdik, ancak sevinmediğimiz karşılaşmalarımız da oluyordu. Bazı arkadaşlarımız, hızla yaklaşırlar, acıklı bir yüzle, "çok sıkıştım,bir on liran var mı, hemen..."; hay Allah, biz, daha acıklı, "yook, nerede,son iki buçuk..." der demez, arkadaşımız, bize lütfeder, "ne yapiim, ver onu" derdi. Birden kolay kurtulma sevincimizin esiri olurduk. Verirdik, önceleri neden sevindiğini anlamazdık, sonra öğrendik, bu da bir meslekmiş; bizi ucuz bir kurtuluş havasıyla sevindirirlermiş, havadır, al-verişidir. İki buçuk lirayı hedef alırlarmış;biz mi sütunlu ya da sütunsuz salonlarda yetiştik.Oyunlarla büyüdük, ben mi, hep mahalle çocuğu kalmak istiyorum.

TUZAK

Güzel, amma, Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Tansel Çölaşan'ın hitabesine ise hiç sevinmedim, çok ucuz buldum; Temren, bana, Emin Çölaşan'ın aynı hitabeyi, daha önce yazdığını haber vermişti, görmüştüm, Tansel Hanımınki, kabak tadındadır. Özüne göre, Çankaya'ya bir yobaz seçilirse, kurtulacakmışız; biz sanki anaokulu öğrencileriyiz ve Emin'in sınıflarını ise çoktan geçtik, şimdi her tarafımızda delik var, kurtulmak o kadar kolay değildir. Yazık, Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkışını önlemek ile, hiç bişi'den kurtulmayız; bu, kurtuluş düşüncesiyle, hainane bir oyundur. "Tuzak" demek daha uygun düşüyor; ne yazık, Çölaşan çifti düşüştedirler. Peki, "olmasın" ve ben inanıyorum, Erdoğan'ı yokuşa iten sara'sıdır, üstelik dört yıllık diploması yok; çıkarsa mutlak iner, zaman gelir, zaman kısadır orada tutmaya. Büyük araştırmacımız Soner Yalçın'ın henüz okumadığım kitapları dahi yetmez; bir de bu nedenle , "olmasın" diyorum. Çıkması akıllı insanın işine benzemiyor ve ben, üstelik, tek başına çıkmamasının hiç bi-işe yaramayacağını da ekliyorum. Bir de şunu, "devrimci durum", ilave ediyorum.

Çok yazık, cehepe ve mehepe ile akepe arasında ne fark var, fark kalmamışsa seçim yoktur, araya girmiş oluyorum, ve devamla, İhsanoğlu yalnızca, Erdoğan'ın "öfkesiz"olanı imiş, Gülen bunu çıkarmış bunları sıralarken utanıyorum. Birbirine bu kadar benzeyen bu iki adamın, Cumhuriyet söz konusu olduğunda, sahnesiz bir trajedi'yi ve tiyatrosu açısından,pek tatsız ve çok ağır bir fars'ı andıran günlükoyunlarına "seçim" diyebiliyorlar; hiç seçim görmemişler. Peki "gittiii", şimdi ne olacak, geride bıraktıklarından kurtulmak için otuz yıla ihtiyaç var, bu kadar ciddiyetsizlik sadece ürkütücüdür.

***

Peki devrimci mi, hızlı hareket eden yaratıktır.

Otuz yıllık işi, üç yıla sığdıran adam'dır.

***

Öncelikle hız meselesidir ve Marx'ın çok güzel saptadığı üzere karşı-devrim de devrim'dir. Şimdi ve günümüzde, devrimci ise, karşı devrimi görendir. Bu da genç olandır.

Demek oluyor, karşımızda pek çok monşer ve maşeri varlar. Bu tabiri "monşer", özellikle ayakları havada olanlar ve işleri çok basite alanlar için kullanıyoruz. Monşerler, çoklukla, idiosyncratical'dirler ve akıllarında kıtlaşma ve beyinlerinde kireçlenme teşhis edebiliyoruz. Aziz Nesin, ne kadar "ulusal" idi, aptallaştık diyordu, "monşer oluyoruz" çok daha uygundur. "Şekerim", aptallığın ilk aşaması anlamındadırlar ve öfkesizdirler.

DEVRİMCİ DURUM

Peki, "devrimci durum"ne oluyor, tabiibir tarafı,yönetememektir,ülkenin yönetilemediği mutlaktır. Peki, Tansel Hanım,Danıştay'da çok yükseldi, idare hukuku biliyor mu ve hiç sanmıyorum. Milletvekili Yalçın Akdoğan, başbakanadanışman olamaz veolursa,Esas Teşkilat,pek özlediğimiz arkadaşımız, Uğur Mumcu'nun pek çok kullandığı sözleriyle, tebdil ve tağyir edilmiştir, demektirvebuna,kısaca "durum" diyoruz.İlaveten, bir Erkan-ı Harbiye Reis-i Umumi'si, üniforması sırtında, bir tazemezarayataraksure, "Fatiha",okuyamaz, okursa,pekvahim"durum",hasıl olmuştur, artık bilebiliyoruz. Ben haber veriyorum vebiraz idare hukuku çalışmalarını tavsiye ediyorum.

KEMAL PAŞA SİYASETİ

Bir dedildir,geçmiş devrimleri, daha ciddi ve cesur ve gelecek devrimleri dahatemkinli veşartlarını özenliyazıyoruz. Şöyle de söyleyebilirim, Cumhuriyet Devrimi'nin, "Kemalist" de tabir ediyoruz, askeri yanını, çok abartmamak gerektiğini düşünüyordum, ancak, şimdilerde bu düşüncemi daha açıklıkla yazmakta biryarargörüyorum. Buna mukabil, siyasal yanını, adımları, Makyavelli anlamında,bilimsel planda, çok yüksekbuluyorum. Kemal ve Kazım Paşalar'ın "oyunları" dahiyane'dirler; bu açıdan da "dar kemalist" arkadaşlarımdan çok ayrılıyorum; şöyle,İzmir Mahkemeleri'nin bir çok bölümünü, bizim Silivri'de Özese Divanı misli "siyasi mahkeme" sayıyorum.Kazım Karabekir de akıl arkadaşı İsmet Paşa da kahramandırlar vekahramanlarımızı, boylarına göre,ölçmeyi ise hiçsevmiyorum. Tekkahramanlı panteonu isebizeyakışmamaktadırve bunu tekrarlamış oluyorum. Büyük Kurtarıcı'nınher tarafı boş olmamalıdır, yeteri kadar kahramanımız var. Çok kahramanlıyız ve çok mutluyuz.

***

Uzattığımın farkındayım, son inceleme, böleriz; insan aklındakini görüyor. Ben Cumhuriyet Devrimi'ni askeri açıdan kolay görüyordum, aklımdadır, Büyük Fransız Devrimi'ne, budefaher açıdan "kolay" dendiği zaman ilgisiz kalamıyorum. Alexisde Tocqueville, "L'AncienRégime" çalışmasında, hem kolay olduğunu ileri sürüyor ve hem de nedenini bulmaya çalışıyordu. Bu kitaptan aldığım değerlendirme şudur; La Revolutions'estfaite en 1789, parcequ'elleetaitdéjaa demi faite, Büyük Devrim, 1789 yılında yapıldı, çünkü, zaten yarı yarıya yapılmıştıve bunu çok düşündürücü buluyorum. Büyük Devrim'den önce,DespotismeEclairé, Fransa,eşitlik ve merkezileşmealanlarında çok ileri adımlar atmıştı ve Fransız Devrimi, bunları sürdürmüştür. Ve bunu bir "aydınlık" sayıyorum.

RESTORASYONDAN KARŞI DEVRİME

Büyüğüm, öğretmenim ve pek sevgili arkadaşım Doğan Avcıoğlu, birlikte pek çok hapisler yattığım ve hem birlikte mücadele ve hem de karşı karşıya kavgalar ettiğim arkadaşım Doğu Perinçek, Avcıoğlu'nun izinden, Demokrat Parti dönemini karşı devrim saydılar, katılmadım ve ben kemalist cumhuriyet'in restorasyonu olarakgörüyordum. Şimdi karşı devrimdeyiz ve12 Eylül 1980 tarihinde, en kabaca, en gerici veacımasızca, başlamıştır. Eylülizm, karşıdevrimin, yarısından fazlasını yapmıştır ve Erdoğan ve Gül ve diğerleri, Kenan Evren'in devamıdır. Şöylede söyleyebiliyoruz, 12 Eylül 1980 tarihinde, Türk Ordusu, karşı devrimci olmuştur. Şunu ekleyebilirim, Evren'den kalanlar, Evren'in eksiğini tamamladılar.

***
Erdoğan'ın Evren'i yargılaması ile Gülen'in de önüne, taksi şoförlerinin koydukları isimle, Tekmeleddin'i sürmesi, aynı türden sahne oyunlarıdırlar. Bunlara, karşı devrimi ,yerleştirme ve yayma gölge oyunları olarak bakmak durumundayız. İsteyen tarih cilvesi de diyebilir veEvren'i,bizim yargılayamamamız, tarihin bizebir oyunudur; ancak hemen ekliyorum, bu kadar gecikmeden sonra, biz Evren'i yormazdık. Çünkü biz, insanız, biz aydınız, biz solcuyuz ve bizde kin ve nefret yoktur, meraklılara ve kendine güven kaybına uğrayanlara haber veriyorum. Ayrıca en önemlisi,Erdoğan, Evren'i meşrulaştırmıştır; yargılaması, kendi kendini yargılaması anlamındadır. Ve biz bir taşla iki kuş vuruyoruz.

SEÇİM DEĞİL DARBE

Bir, 3 Kasım 2002 tarihine, "seçim değil darbe" dedim ve anındadır.İki,erken seçimintetikçileri, Kemal Derviş ile Devlet Bahçeli oldular, Bahçeli Partisi'ndenve Derviş, başbakanı Ecevit'ten habersiz tetiği çektiler. Üç, kirli işler prensi Derviş, Başbakanı Ecevit'ten uzaktı ve şimdi Kılıçdaroğlu'nun yanındadır ve Ekmeleddin işinde bir kurye rolündedir. Dört, Akepe'ye bile bile iktidar veren bu sözde seçimin praeter'i, saray muhafızı, o zamanki Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu ve yardımcısı Aydın Doğan'ın adamı Sedat Ergin'diler. Beş, Üç Kasım'da uçağa binip, karşı devrim'in halkla ilişkilerini, pi-ar, yapmak üzere Washington'a giden, Kıvrıkoğlu'nun halefi Erkan-ı Harbiye Reis-i Umumisi Hilmi Özkök oldular. Altı; Kıvrıkoğlu son anda, Özkök'ü, "mürteci" tavsifedip haber verdiler; bu haberin, bilenlerimi bilmeyenlerimimuhatap aldığını, kendince övdüğünü mü yerdiğini mi, ben bilmiyorum. Bildiğim, Derviş, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, yaşları imkan veriyor, aynı işi yapıyorlar. Akepe'de stepne ve Tayyip Bey'de saray muhafızları arasındadırlar.

AKEPE’YE TUTSAK

Bir, Bahçeli, 2002 Erken seçimin tetikçisidir. İki, Gül'ü, türbanıyla birlikte, Çankaya'ya çıkaran adamdır. Üç, Milletvekili Halaçoğlu, profesör verektör yardımcıydı, Erdoğan'ın cumhurbaşkanı şartlarından yoksun olduğunu açıklamış, dört yıllık yüksek okul diploması olmadığını, inandırıcı bir şekilde ilan etmişti. Bahçeli, dilini kesti ve güya yüksek seçim kurulu'na başvurdu, başvuru, Çölaşan Ailesi düzeyindedir, bon pourkindergarten, diyoruz. Dört, Bahçeli Devlet, akepe'ye tutsaktır. Beş, başvurusu, Erdoğan lehine bir sahnedir ve zekası ancak buna imkan vermektedir.

SEÇİMLERE GİRMEYEN PARTİ

Bir, cehepe, 2007 seçimlerine girmedi, "seçimden kaçtı" demek istiyorum. Bunu zamanında televizyonlarda ve şiddetle ilan etmiş haldeyim. O sıradaki lideri tutsaktı, yazmış bulunuyorum. İki, Karabulut Kemal'in başında olduğu cehepe, 2010 Referandum'una uğramadı ve oy vermedi. Üç, Karabulut,hiç bir seçime cehepeliler'i sokmadı; akepe'nin hükümette olduğu zaman kesitinde, cehepe'nin bihakkın katıldığı hiç bir seçim olmamıştır. Dört, "seçimlerin sonu", hem teorik ve hem de ampirik bir durumdur. Beş, Barış Yarkadaş, şu anda cehepe'nin büyük teorisyeni ve sözcüsü olarak görünüyor ve a) anı-kitabında, Erdoğan'ın saralı olduğunu ilk yazanlardan birisiolmuştu, ben çok kullanmış haldeyim. b) Yarkadaş'ın o zaman da "Gerçek Gündem" adında birhaber sitesi vardı, Erdoğan'ın dört yıllık bir yüksek tahsili olmadığının kanıtları, bu sitede çoktur. Altı, Karabulut,Erdoğan'ın cumhurbaşkanı seçimine girmek için yasal şartlara sahip olmadığını bilen ademdir. Yedi, Karabulut, cehepe'ye sokulmuş bir gerici-görevlidir. Sekiz, Karabulut Kemal ve çatısı, Gülen'in,Tayyip Erdoğan'a hediyesidirler.

Seçimlerin sonundayız.

Devrimci Durum'un başındayız.

---------------
Kaynak: Oda Tv



26 Temmuz 2014 Cumartesi

Marks'ı aşanlar...




Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Türkiye'de, moda oldu: Marks'i aştım. Lenin'i aştım diye. Moda, Fransızcadır, bir davranış biçimi de oluyor. Moda, güncelde kalmak içindir: Güncelde kalabilmek için, bir öncekini ”yadsımak” ya da ”inkâr” etmek oluyor. Marks'ı ya da Lenin'i aştığını iddia eden  bu modacılar, güncelde kalmanın mücadelesini veriyorlar. 

Aşmak nedir, gerçekten bilmiyorum. Bu sözcüğü, ne sözlü, ne de yazılı olarak hiç kullanmadım. Anlamını bilmediğim sözcükleri kullanmam. Peki aşmak nedir?

Aşmak sözcüğünü, 1978'lerde, Antakya, Dursunlu köyünde, babamdan duymuştum.  Bana, Arapça ile; ”se- naktau Cibal!” Türkçesi: ” Dağları keseceğiz!” Dağlar nasıl kesilir? Kesilir, sarp dağlar ”aşılarak” kesilirmiş! Çok dağ kestik. Çok dağ aştık!

Her dağ,  ”kestiğimizde” bir önceki dağı yadsıdık! Her dağ, aştığımızda, bir önceki dağın  ”tırmanma” basitliğini anlattık.

Aşan aşıyor. Aşanlar  dağ ”kesiyor!”

Bugünkü modacılar hangi dağı ”kesmişler” ya da ”aşmışlar?”

Marks'ı ”aşanlara”  ya da ”kesenlere”, bakıyorum,  bir arpa boyu yol ”aşmamışlar!” Nedense, aklıma, Pertev Naili Boratav'ın masal kitabı geldi: Az gittik, Uz Gittik. Evet;  “Az gittik uz gittik. Dere tepe düz gittik. Bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz,” 

Marks'ı ya da Lenin'i aşanlara bir bakın:

”Marks'ı aştım: Devlet ve ulus istemiyorum!”

”Marks'ı aştım: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk oyum Selahattin Demirtaş'a, ikinci turda, Ekmel ed-Din'e veriyorum”. 

Bu mudur,  Marks'ı aşmak?

Bu mudur, politikacı olmak?..

Ama ne yazık ki, Türkiye'de, aşmak,  moda oldu.  Güncelde kalmak içindir. Güncelde kalmak için şunu, bunu ”aştım” diyenler, hayatlarında  ne dağ aşmışlar ne de dağ kesmişler!

Evet....Antakya, Dursunlu köyünde dağlar aştık: Babam,  ”Sevfa naktu-Cibal!” derdi.

Dağları ”keseceğiz” yani dağları ”aşacağız” demek oluyor.

Aşacağız.  Dağdan dağa koşacağız. En yüksek dağlarda adımızı ve kimliğimizi yazacağız!

Mücadelemiz, alpinist oldu.: Dağcılıktır.

Tırmanacağımız  dağlarda bayrağımız olacak:  Kimliktir!

22 Temmuz 2014 Salı

Gazze aşkıyla...في حب غزة






في حب غزة

Majed Abugosh


يدعو الاتحاد العام للكتاب والادباء الفلسطينيين كافة الاتحادات والنقابات في منظمة التحرير إلى المشاركة والتقاطع مع الفعاليات التي تنظمها بلدية رام الله غدا الثلاثاء ابتداء من الساعة الثالثة وحتى الثانية عشرة ليلا.

وذلك امام خيمة فلسطين لنصرة غزة .حيث ستشتمل الخيمة على فعاليات ثقافية يشارك فيها جمهرة المبدعين كما سيشارك في الفعاليات الكتاب والادباء من فلسطين المحتلة 48 وعلى راسهم اتحاد الكتاب العرب الفلسطينيين 48 لإعلاء مقولة تليق بالتضحيات التي اقترفها العدو الصهيوني.

حضوركم تعزيز للكلمة البندقية.ولنستمر في الهجوم.
طوبى للشهداء

الحرية للاسرى

والشفاء للجرحى

وعاشت فلسطين حرية عربية

والمجد لغزة الثائرة

وإنها لثورة حتى النصر

------------
Gazze aşkıyla...

Majed Abugosh

Gazze aşkıyla;

Ramallah Belediyesinin düzenlediği etkinlikler çerçevesinde; Filistin Yazarlar sendikasını, Filistin Kurtuluş Örgütünü ve tüm sendikaları, bugün, Salı günü saat 15.00 - gece saat 24.00 kadar dayanışmaya çağırıyorum!

Filistin çadırı önündeyiz, Gazze'nin zaferi için. Ramallah, Filistin çadırı önünde kültürel etkinlikler yapılacaktır. 48 Filistin işgali çerçevesinde, bizler Filistinli yazar ve şairler olarak, siyonizme karşı seslerimizi yükselteceyiz.

Katılımınız, martinizmize destektir.

Martinimiz, Filistin zaferi içindir.

Tüm esirlere özgürlük!

Devrim, zafere kadar!


20 Temmuz 2014 Pazar

Filistin veya neden söz ettiğini bilmek!



Fikret Başkaya

Siyonist İsrail Devleti, belirli aralıklarla Filistin’e saldırıyor. (Son beş yılda bu üçüncü). Saldırmak için her seferinde bir bahane uyduruyor. Çocukları, kadınları, yaşlıları, sivilleri vahşice katlediyor. Masum insanların üzerine bomba yağdırıyor, evleri, okulları, hastaneleri, kamu binalarını yerle bir ediyor, istediği kadar insana işkence uyguluyor, istediği kadarını hapse atıyor, halkı susuz, aç ve ilaçsız bırakıyor, dış dünya ile bağını kesiyor... Bu durum sürekli tekrarlanıyor ve “uluslararası toplum”, denilenin bu insanlık vahşetini uzaktan seyrettiğinden “şikayet” ediliyor... Aslında bu durumun nüanse edilmesi gerekir. Veya iki şey : Birincisi, “uluslararası toplum” dedikleri ABD, Avrupa, biraz da Japonya’dan ibarettir. Dolayısıyla “Uluslararası Topluma” Asya, Afrika, Latin Amerika halkları dahil değildir; ve ikincisi, İsrail’in saldırılarının arkasında, kollektif  emperyalizm denilen üçlü,  ABD, AB, Japonya, bulunuyor. Bu üçlüye Kanada ve Avusturalya’nın da dahil olduğunu söyleyebiliriz... Durum böyleyken, “barıştan”, “çözümden”, “istikrardan”, vb. söz etmek sorunludur. Ya da şeyleri hangi zemin üzerinde tartıştığını bilmek önemlidir.  Tabii, “uluslararası toplum” denilenin de durumdan “üzüntü duyduğu”, “kınadığı” da oluyor ama bunun reel bir karşılığı olması mümkün değildir.

O halde sadede gelebiliriz: Bütün bunlar neden oluyor, nasıl oluyor? Bu insanlık dramı neden sürekli tekrarlanıyor ve işlenen insanlık suçu neden cezasız kalıyor? Neden bu zulüm nerdeyse 66 yıldır aralıksız devam ediyor?

Siyonist devlet bildik devletlerden biri değil. Emperyalist/kolonyalist/kapitalist Batı’nın, işte  Avrupa’nın, Amerika’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın, Japonya’nın, vb. Orta-Doğu’daki sureti. Aslında bunların Orta-Doğu’daki kollektif karakolu veya üssü demek de mümkündür. Bir bakıma üs-devlet... Dolayısıyla yeryüzünün beşeri ve doğal kaynaklarını sömürmeye, yağmalamaya, talan etmeye devam eden, şimdilerde kollektif emperyalizm denilenin bu coğrafyadaki uzantısı. Yaptıklarının onca zamandır hiç bir müeyyideye, hiç bir yaptırıma tabi olmayışının nedeni bu. Siyonist İsrail devletinin arkasında koskoca bir emperyalist blok var. Böyle bir durumda kimi kime şikayet edeceksiniz. Birleşmiş Milletler Örgütü demek de onlar olduğuna göre... BM’nin oldum olası emperyalist statükonun hizmetinde bir örgüt olduğunu hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekir... Neymiş efendim Amerika’da güçlü Siyonist lobiler varmış da , Amerikan devleti onlara söz geçiremiyormuş da, bu yüzden de Siyonist İsrail devletine söz geçirilemiyormuş! Bu saçmalığa kim inanır. Eğer Siyonist devlet küresel emperyalist sermayeye azıcık da olsa zarar verse, emperyalist çıkarları tehlikeye atsa, o lobilerin esâmesi okunur muydu? Lobiler sermaye adına hareket eden, emperyalizmin hizmetinde olan örgütlerdir. Bunları sermayeden, devletten ayrı şeylermiş gibi düşünmek abesle iştigal etmektir... ABD’de lobiler, büyük sermaye ve devlet bir ve aynı şeydir...

İngilizler daha 1840’lı yıllarda Orta-Doğu’da bir Avrupa devleti kurmayı akıllarına koymuşlardı. Bu amaçları yüzyıl kadar sonra (1948) gerçekleşti. Almanların Yahudi jenosidi fırsata dönüştürüldü ve emperyalizmin bölgedeki uzantısı demek olan Siyonist Devlet, sanki bir organ transplantasyonu, doku nakli gibi oraya yerleştirildi. Besbelli ki, doku uyuşmazlığı var... Başka türlü söylersek, Siyonist İsrail bir bölge devleti değil, yapay bir oluşum ve Türkiye bu Siyonist devleti ilk tanıyan Müslüman ülke olma ayrıcalığına sahiptir... Böylece büyük bir hevesle ABD’nin kucağına oturduğu bir dönemde, ABD’ye, İngiltere’ye, Fransa’ya, vb. bir jest yapmış oluyordu. Ve kurulduğu günden beri de hep Siyonist rejim safında yerini aldı. Gerçi kullanılan dil yanılsama yaratacak cinstendi ama 1948 den beri hep pro-siyonist bir dış politika izledi. Şimdilerde başbakan Erdoğan, İsrail’e ateş püskürüyor ama söylediklerinin reel bir karşılığı yok. Zira “derin ilişkiler” söylenen sözlerden daha önemli... Kaldı ki,  emperyalizme, ve onun lideri ABD’ye  açıkça cephe almadan, NATO’dan çıkmadan Siyonist rejimi lânetlemenin reel bir karşılığı olması mümkün değildir. Mazlum Filistin halkının safında yer almanın koşulu, emperyalizmi açıkça hedef almayı, emperyalizmden kopmayı gerektirir. Küresel oligarşinin bir parçası olan Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının öyle bir şeye izin vermesi mümkün değildir. Zira bu bindikleri dalı kesmek demeye gelir... Ezilen Filistin halkının safında yer almanın koşulu, yeryüzünün lânetlileri safında olunduğu durumda mümkündür ve ancak o zaman söylenen sözün reel bir karşılığı olabilir. İsrail’in arkasında sadece kollektif emperyalizm cephesi yok, bölge devletleri de emperyalizme teslim olmuş durumdalar. Öyle rahatsız edici bir manzara ki, nerdeyse tüm dünya Filistin halkının düşmanı, değilse onun kaderine kayıtsız... İşte bütün mesele, neden böyle olduğunu tartışabilmek, bilince çıkarabilmek ve gereğini yapabilmekle ilgilidir... Bölgedeki tüm Müslüman-Arap devletleri, başta ABD olmak üzere, kollektif emperyalizm  tarafından satın alınmış durumda. Zaten Filistin davasına sahip çıkma potansiyeli olanları da çoktan çökertilmiş veya müdahale edemez duruma getirilmiş durumda (Irak, Suriye, Libya, Sudan, vb.). Ve bu devletlerin başına gelen, Siyonist rejimin güvenliği gerekçesi yüzündendir... Tabi bölgedeki “aydınlar”, akademisyenler ve gazeteciler taifesinin de ve genel bir çerçevede emperyalizm tarafından satın alındığını söylemek mümkündür... Eğer öyle olmasaydı, bunca yıl Filistin halkı bu dramı yaşamaya devam eder miydi?

Bölge devletlerinin durumu, Siyonist rejimin varlığının doğal sonucu sayılmalıdır. İsrail devletinin varlık nedeni, bölge halklarının ve devletlerinin kendi ayakları üstünde durmalarını, kendi kaderlerini tayın etmelerini, kendi doğal kaynaklarını kendi refahları için kullanmalarını engellemek, bölgeyi emperyalizmin denetimi altında tutmaktır. Tabii bölgenin emperyalizm için jeo-stratejik önemi de son derecede büyük... Bu amaçla, bölgeyi sürekli çatışma, boğazlaşma, terör ve kaos ortamında tutmak, oradaki halkların kendi ayakları üstünde durmasını engellemek için, etnik, din, mezhep temelli ayrılıklar ve düşmanlıkların sürekli olarak kaşınması gerekiyor. Böylece istikrarsızlığın sürekliliğini  sağlamak mümkün oluyor. Ve Siyonist teorisyenler buna “kurucu kaos” diyorlar... Başka türlü söylersek, Siyonist devletin varlık nedeni, bölgeyi sürekli bir çatışma, savaş ve kaos ortamında tutmaktır. Başta ABD olmak üzere, emperyalizmin asıl amacı odur. O halde sorunun nedeni-kaynağı olanlardan bir de çözüm beklemek abestir? İsrail’in güvenliği demek, başta ABD olmak üzere, kollektif emperyalizmin çıkarlarının güvenliği demektir. İşte Siyonist rejimin şımarıklığı, küstahlığı, kural tanımazlığı, her türlü uluslararası hukuk kuralını ve teamülü yok saymasının, istediği zaman istediği gibi kolonyalist yayılmaya tevessül etmesinin,  katliam ve yıkım yapabilmesinin sırrı orada yatıyor... 

Aslında yıllardır devam eden ve tüm insanlığın utanmazca seyirci kaldığı bu vahşet, insanlığın nasıl bir ikiyüzlülük, utanmazlık ve aymazlık içinde olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Filistin halkı emperyalizmin devamı ve uzantısı olan Siyonist rejim tarafından rehin alınmış durumda.  ABD başkanı Barack Obama, “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır” diyor. Emperyalizmin diğer bileşenleri de aynı fikirde... Böyle bir durum söz konusuyken, orada barıştan söz edilebilir mi? Barıştan söz edebilmenin koşulu önce işgalcinin işgale son vermesidir. Aksi halde kiminle nasıl anlaşacak, barış yapacaksınız. Saldıranın değil de saldırıya uğrayanın “savunma hakkından” söz etmek ne demektir. Bu dünyada direnme hakkı diye bir şey yok mu? Bir haydut bir evi bassa, aile üyelerini bir odaya kilitlese, orada haydudun  kendini savunma hakkından söz  edilebilir miydi?  

Bir şey daha var: Filistin halkının durumu sadece Siyonist rejimin açık saldırı anlarında ilgi konusu oluyor. Her gün yaşanan dram pek kaygı konusu yapılmıyor. Şu an itibariyle 900 000 insan temiz suya ulaşamıyor. Son saldırıda sular idaresi çalışanları hedef alındı, 4’ü öldürüldü. 2006 yılından beri devam eden ambargo yüzünden 1.5 milyon insan sayısız yokluk ve çaresizlikle cebelleşiyor. Hastaneler ilaçsız, sağlık malzemesi yetersiz, yedek parça yokluğundan bozulan aletler tamir edilemiyor. Hastanelerin elektrik jeneratörleri gerektiği gibi çalıştırılamıyor.

Sahil kumsalında oynayan aynı aileden 4 çocuğun hava bombardımanıyla öldürülmesi üzerine, İsrail’in fanatik Siyonist dışişleri bakanı Avigdor Lieberman, alay edercesine: “Gazze’ye bir kara harekâtı yapmadan, çocuklarımıza güvenli bir yaz tatili sağlamamız mümkün değildir” demişti. 7 Temmuzdan bu yana, geride kalan 13 günde, 306 kişinin öldüğü, 2250 kişinin yaralandığı ve 20 bin evin yıkıldığı bildiriliyordu ve ölenlerin beşte biri çocuk...


İsrail’deki Siyonist rejim yıkılmadan, emperyalizm bölgeden def edilmeden, kapitalizm sorun edilmeden, Filistin sorununun gerçek ve kalıcı bir çözüme kavuşma şansı yoktur. Emperyalizmin bölgeden atılmasının önkoşulu da, emperyalizm kuklası, Amerikan uşağı gerici Arap rejimlerinin yıkılması, halk iktidarlarının kurulmasıyla mümkün olabilir ancak. Tabii Filistin halkının haklı davasını da Hamas gibi fanatik siyasal İslamcı veya El-Fetih gibi uzlaşmacı-oportünist önderliklerle başarıya ulaştırmak mümkün değildir. Onun dışındaki tüm ‘çözümler’ ancak seyirciyi oyalamaya yarar. Her ülkedeki muhalefetin artık eskisi gibi davranmaması gereken zaman gelip çattı.  Filistin halkının, başta bölge halklarının açık ve kararlı desteği olmak üzere, enternasyonalist bir dayanışmaya ihtiyacı var ve ne yazık ki, şimdilik insanlar kaygı duymakla, üzüntülerini bildirmekle yetiniyorlar...

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Eli Kanlı Amerika...



Abidin Karabudak

Eli Kanlı Amerika..

Aç gözlüdür, doymak bilmez
Eli kanlı Amerika
Asırlardır ıslah olmaz
Eli kanlı Amerika
  
Hiroşima,Nagazaki
Canlı yetmez, ölüm baki
Harap etti,  gör Irak’ı
Eli kanlı Amerika

Her ülkeye uzar eli
Zapt-ederler sahra,çölü
Filistin’de binler ölü
Eli kanlı Amerika

 Savaş kandır,  aşı işi
Işid’inde bunlar başı
Suriye’de kan göz yaşı
Eli kanlı Amerika

Abidin’im dünya halkı
Sıra yarın sizde belki
Korksun, sinsin tavır al ki
Eli kanlı Amerika

TKP'de yol ayrımı!




Türkiye Komünist Partisi'nde iki ayrı kongrenin toplanmasıyla sonuçlanan görüş ayrılıklarının giderilememesi sonucu, ayrışma planı üzerinde şekillenen bir protokol imzalandı.

(soL - Haber Merkezi) Türkiye Komünist Partisi'nde 13 Temmuz günü iki ayrı kongrenin toplanmasıyla sonuçlanan görüş ayrılıkları, tarafların bir ayrışma planı üzerinde mutabık kalmasıyla yeni bir evreye taşındı. Tarafsız bir heyetle bir araya gelen kongre temsilcilerinin yaptığı toplantının ardından, alınan kararlar TKP üyelerine ulaştırıldı.

Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

"Toplantıda her iki kongreyi temsil eden heyetler, kendi kongrelerinde çıkan sonucun partiyi temsil ehliyetine sahip olduğunu savunmuşlardır. Bu konuda bir mutabakata varılamamıştır.

Bunu takiben Partide tüm üyelerin kendi örgütlerinde oy kullanmalarını ve iki MK arasında tercihte bulunabilmelerini öngören öneri ile belirli bir süreye yayılacak biçimde bir birlik kongresi düzenlenmesini tartışan yaklaşımlar da ele alınmış ve burada da uzlaşmaya varılamamıştır.

Tüm bu tartışmalar üzerine birlik imkanının bugün için ortadan kalktığı yönünde ortak bir kanaat oluşmuştur. Türkiye Komünist Partisi’nin içinden iki ayrı siyasi ve örgütsel iradenin doğduğunun ortaklaşa belirlenmesi üstünden toplantıya devam edilmiştir.

Gelecekte bir birlik olasılığı göz ardı edilmeksizin, bugün için Partimizin birikim ve değerlerine zarar vermemeyi birinci planda tutan bir ayrışma planı üstüne çalışma sürdürülmüştür. Bu noktada partinin ve parti üyelerimizin siyasi mücadeleye hızla geri dönmelerine, yitirdiğimiz zaman ve enerjinin telafisi için en uygun ortamın sağlanmasına yoğunlaşılmıştır."

Toplantıda ayrıca, bu değerlendirmelerin neticesinde, Türkiye Komünist Partisi adı ve tüzel kişiliğinin denetim misyonunu üstlenmiş bulunan parti üyelerine ve üstünde mutabakata varılacak bir heyete teslimine ve onlar tarafından korunmasına, tarafların ise parti ismi ve amblemini kullanmamasına karar verildi. "Atılım Kongresi" ve "12. Kongre" isimleriyle toplanan tarafların siyasal faaliyetlerini sürdürmek için kendi belirleyecekleri biçim ve adlandırmalar altında yollarına devam etmeleri de kararlar arasında yer aldı.

Kaynak: soL Portal


13 Temmuz 2014 Pazar

Gazze'de ölüm devam ediyor!






Faiz Cebiroğlu

Gazze'de ölüm ve yıkım, devam ediyor. İşgalci Israel devleti, Gazze'de, şimdiye kadar, 166 Filistinliyi öldürdü. 1.200'den fazla yaralı var. Ölen ve yaralanan Filistinlilerin büyük bir kısmını, çocuklar ve yaşlılar oluşturuyor. Israel savaş uçakları, Gazze'deki evleri direkt hedef alarak, tüm aile fertlerini, evleriyle birlikte, yok ediyor. Gazze'den gelen fotoğraflar; başları ve bacakları parçalanmış Filistinli bebekler...gerçekten yürek dağlıyor.

1947'lerden bu yana, Israel'in, Filistinlilerinin topraklarını işgal ettiği yıldan bu yana, Filistinliler için tablo aynı: Kan, ölüm ve katliam!

Ne yazık ki, kan, ölüm ve katliam, siyonist ideolojinin kendisinde yatıyor. Alman nazizmini aratmıyor! Siyonizm ve nazizm, özde aynıdır-lar: Irkçılık, işgal ve katliam.

Tekrarlıyorum: İşgalci Israel devletinin resmi ideolojisi siyonizm, kendi ”ırkından” olmayan herkese karşı bir saldırı ideolojisidir. Bu ideolojinin en temel özelliği; ”kendilerinden yana olmayan herkese, saldırma hakkını bir ”HAK”, olarak görme ideolojisidir.

Tarih yazmıyorum ama siyonist ideolojinin kökleri 1800'lere dayanıyor...Biliniyor, 1897 yılında, İsviçre'nin, Basel kentinde, ”Dünya Siyonist Örgütü” kuruluyor. Bu örgütün amacı da belli:

Bir: Dünyadaki tüm Yahudileri, Filistin topraklarına yerleştirmek.

İki: Kim nerede, hangi ülkede yaşıyor; kim hangi dili konuşuyor olursa olsun, tüm Yahudiler, tek ulus oluştururlar.

Tarih devam eder, ediyor...Devam eden tarihte, Israel'in resmi ideolojisi, siyonizm, Filistinde, 1947'de damgasını vuruyor. Amerikan ve İngiliz emperyalizmin desteği ile, 1947'de, Filistinliler, kendi öz topraklarından ”kovulup”, Filistin toprağı üzerinde, ”İşgalci Israel Devleti” kuruluyor.

Tarih devam eder, ediyor: Kendi öz topraklarından kovulan, yüzbinlerce Filistinli; ecnebi ülkelerde ve yerlerde, ”mülteci” oluyor!

Tarih devam eder, ediyor. Ama Filistinliler için tarih, hâlâ, kötü devam ediyor: Aradan 67 yıl geçti: Irkçılık, işgal ve katliam, aynı. Yıl, 2014: Filistin ve Gazze yanıyor.

İşgalci Israel devletinin resmi ideolojisi siyonizm, ilhak ettiği Filistin topraklarını korumak için, ”çoluk- çokuk demeden, katledin” ideolojisi oluyor. Gazze, bu ideoloji ile yanıyor. Gazze, bu ideoloji ile, İşgalci Israel savaş uçakları ile vuruluyor. Durum budur. Bu, yeni değildir.

Tarihsel olarak bakalım; Filistin ve Gazze kenti: 1947'lerden bu yana İşgalci Israel devletinin bombardımanı altındadir. Tüm bu saldıların özünde, siyonist ideoloji yatar, yatıyor. Ve ne yazık ki, tüm Yahudiler, bu ideoloji ile yetiştiriliyor.

Durum açıktır. Durum, Filistinliler için de açıktır: İşgalci Israel devletinin katliamından kurtuluşun tek yolu: İşgal edilen toprakların terkedilmesinde yatıyor.

Evet... Gazze yanıyor. Ölüm ve yıkım devam ediyor. Son Gazze'deki katliamlar, yürek dağlıyor.

Durum, Filistinliler için de açıktır: İşgalci Israel devletinin katliamından kurtuluşun tek yolu: İşgal edilen toprakların terkedilmesinde yatıyor.

Sonuç mu daha açıktır: İşgalci Israel devletinin bu işgali sürdürdükçe, ne Filistinlilere, ne de Yahudilere ”barış” gelmeyecektir.

Sonucun sonucu mu, şudur: Orta-doğu'daki tüm işgallere son verilsin! Filistin, özgür olsun! Kürdistan, özgür olsun!


Bölgedeki tüm işgal ve katliamlara son verilsin!

12 Temmuz 2014 Cumartesi

في غزة / Gazze’de Savaş Uçakları...



Majed Abougosh

في غزة

الطائرات المغيرة
تطلق النار
على ما تبقى
من شجر البرتقال
و عصافير
وموج
وأغان
وموج 
وأحلام الصغار !
في غزة
الطائرات المغيرة
تطلق النار
على الملائكة !

***
Gazze’de Savaş Uçakları
Majed Abougosh

”Gazze’de:
Savaş uçakları
Ateş ediyor.
Geride kalan:
Portakal ağaçlarına
Ve kuşlara
Ve dalgalara
Ve şarkılara.

Ve dalgalar
Ve küçüklerin hayalleri!

Gazze’de:
Savaş uçakları
Meleklere dahi
Ateş ediyor.!”


 Türkçe çeviri: F.Cebiroğlu

10 Temmuz 2014 Perşembe

في الحب Aşk ta...





...في الحب

Majed Abugosh

في الحب
كما في الحرب
في الحلم
كما في اليقظة
أمضي معك
وأمشي في فيء
ظلك !
شاركتني كل شيْ
كأس الحليب
لعبك البسيطة
رغيفك المطلي بالزعتر
فراشك الفقير
وشاركتك
موتك !
(فأنت كنتَ لي أبا وأخا وملك …)

*** *** ***

Aşk ta,
Savaş gibi.

Hülya da,
”Uyanmak” gibi.

Seninle birlikteyim
Ve gölgenle birlikte yürüyorum.

Benimle herşeyini paylaştın,
Bir bardak sütü...

Birlikte oynardık, basitçe

Ekmeğimiz,  kekikli ekmek,

Yatağımız, fakir yatağı.

Ve şimdi ölümüne eşlik ediyorum!

( Ve sen benim kralım, kardeşim ve abimdin...)


Türkçe çeviri: F.Cebiroğlu

9 Temmuz 2014 Çarşamba

KÖLE İSYANLARINDAN İŞÇİ SINIFI BAŞKALDIRILARINA (1)



BATI DÜNYASINDA İSYAN GELENEĞİNE DAİR KISA NOT(*)

FİKRET BAŞKAYA

Gezegenin tarihi bir kaç milyar yıl, gezegende canlı yaşamın varlığı milyonlarca yıl, bilen-yapan-eden insan anlamında (homo sapiens) insan soyunun tarihi de yaklaşık 50-60 bin yıl kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim de denilen insanların yerleşik hayata geçip tarımı keşfetmelerinden bu yana da yaklaşık 11500 yıl geçtiği biliniyor. İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu günkü gibi sınıflara ayrılmış değildi. Devlet ortada yoktu. İnsan toplumları, uzunca bir dönem mülkiyet kavramından habersiz yaşadı. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yaşam ilkesini; paylaşma, bölüşme, dayanışma, yardımlaşma oluşturdu. Başka türlü ifade edersek, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplumsal düzen geçerliydi. Emek üretkenliğinin artması, alet-edevat ve beceri yeteneğinin gelişmesi, bir insanın kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmesine imkân verdiği dönemden sonra, mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı biliniyor. Çelişik olarak teknolojik ilerleme, yaşamı kolaylaştırmanın hizmetine sunulması gerekirken, insanları köleleştirmenin bir aracı da oldu. Dolayısıyla, her teknik gelişme insan refahını artırması gerekirken, insanları daha çok sömürmenin, baskı altına almanın, köleleştirmenin hizmetine sunuldu.

Toplumun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve mazlum... olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arası çatışmalar da “olağanlaştı”, “sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan toplumları farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma ortamında yaşayacaktı... Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin geçerli olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice itibariyle baskının olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı mücadele eşyanın tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi de doğal olarak büyür. Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. “Özgür yurttaş ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün kısası ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmuştur.

Tarihin daha eski dönemlerinde hemen her yerde toplumun çeşitli zümreler hâlinde tamamıyla eklemlenişini, toplumsal konumların çok yönlü olarak derecelenişini görüyoruz: Eski Roma’da patrisienler, şövalyeler, plebler, köleler; Ortaçağda feodal beyler, vasallar, lonca ustaları, kalfalar, serfler ve bu sınıfların hemen hepsinde de özel derecelenmeler.

Feodal toplumun yıkıntıları arasında filizlenip yükselen modern burjuva toplumu sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmamıştır. Modern burjuva toplumu eski sınıfların yerine yeni sınıflar, eski baskı koşullarının yerine yeni baskı koşulları, eski mücadele biçimlerinin yerine de yeni mücadele biçimleri getirmekten öteye gitmemiştir.”(1)

Eğer toplumda bölünmüşlük, sınıfsal karşıtlık kesin çizgilerle ayrılmış, sadece ezen-ezilen, sömüren-sömürülen iki sınıftan, iki cepheden ibaret olsaydı, durumun görünürlüğü çok daha kolay olur ve ezilen kesimlerin mücadelesi de daha etkin ve daha kolay sonuç alınır durumda olabilirdi. Oysa gerçek dünyada durum hiç de öyle değildir. Mesela burjuva toplumunu alalım. Teorik olarak kapitalist bir toplumda başlıca üç buçuk sınıf bulunması gerekirdi: 1. Sermaye sahipleri; 2. İşletme yöneticileri [müteşebbisler] ki şimdilerde bunlara daha çok CEO deniyor; 3. Proleterler (işçiler). Bir de bunlara üretilen malları ve hizmetleri tüketicilere ulaştıran, aracı tacir taifesini eklemek gerekir ki bu kesim de buçuğu oluşturur... Oysa gerçek durum çok büyük farklılık ve çeşitlilik arz eder. İşte büyük kapitalistler, hisse sahipleri (aksiyonerler), orta-boy kapitalistler, küçük işletme sahipleri vb. Aynı şekilde işçi sınıfı da bir dizi çeşitlilik arz eder: Düzenli bir işte çalışan iş güvencesine sahip kalifiye işçiler, sürekli bir belirsizlik ortamına itilmiş, düzenli bir iş ve gelirden yoksun olanlar, işsizler, iğreti işlerde çalışanlar vb.

Fakat ezen ve ezilen toplum sınıfları arasındaki fark, sadece sınıfsal nitelikte değildir. Farklılıkların bir dökümünü yapmak gerekse, herhâlde bir kaç kitap sayfasına sığmazdı. Farklı dinlere, inançlara, mezheplere mensup olanlar, farklı etkin kökenlere ait olanlar, derilerinin rengi farklı olanlar, farklı dilleri konuşanlar... Köylülüğün yaygın olduğu ülkelerde büyük toprak sahipleri, orta boy çiftçiler, küçük çiftçiler, topraksız köylüler, tarım işçileri... Tabii hepsi bu kadar değil, her bir ülkedeki sınıfsal-etnik- kültürel ayrışma bir ülkeden diğerine de farklılıklar gösterir.

Batı’da isyan (başkaldırı) geleneğini üç dönem ayrımı yaparak tahlil etmek, sorunun netleştirilmesini kolaylaştırabilir. Bunu köleci, feodal ve kapitalist çağların halk isyanları olarak ele alabiliriz. Fakat daha önce önemli saydığım bir hususu hatırlatmak uygun olur. Uygarlığın başlangıcından beri Batı’da (Avrupa’da) sınıf mücadelelerinin seyri, yoğunluğu ve etkileri, ortaya çıkardığı sonuçlar dünyanın geri kalan bölgelerinden farklıydı. Kabaca iki gelişme çizgisinden söz etmek mümkündür. Biri greko-romen çizgisi denilen, Avrupa’daki evrimi tanımlayan gelişme çizgisi ki bu genel evrim karşısında sadece küçük bir istisna idi. Dünya’nın geri kalanı bir istisna olan Avrupa’dan farklı bir rota izledi. Nitekim Batı’da köleci-feodal-kapitalist bir evrim çizgisi geçerliyken, dünyanın diğer bölgelerinde köleci üretim tarzı hiç bir zaman söz konusu olmadı. Asla temel bölünmüşlüğü ve çelişkiyi oluşturmadı. Söz konusu uygarlıklarda (üretim tarzlarında densin) köleci ilişkiler genel üretim tarzına eklemlenmiş olarak var oldu. İslâm coğrafyasında olsun, mesela Osmanlı imparatorluğunda köle-efendi ilişkisi istisna idi ve asla Antik Yunan ve/veya Roma imparatorluğundaki gibi değildi. Aynı şekilde bazı benzerlikler ve ortak noktalar olsa da Avrupa dışı dünyada Avrupa tipi bir feodalizmden de söz etmek mümkün değildir. İşte, Çin’de, Hindistan’da, İran’da, Orta Doğu’da, Kristof Kolomb’un macerası öncesinde Amerika kıtasında (Aztek, Maya-İnka uygarlıkları) geçerli üretim tarzlarını “feodal” olarak nitelemek abartılı bir basitleştirme olur.

Üzerinde durulması gereken bir önemli husus da Avrupa’da sınıfsal karşıtlıkların, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, dünyanın geri kalan bölgelerinden daha keskin oluşudur. Bunun nedeni Batı’da özel mülkiyetin istisna değil, kural olmasıdır. Oysa Doğu’nun büyük imparatorluklarında, krallıklarında, hanlıklarında, vb. toprak üzerinde özel mülkiyet kural değil istisna idi. Mesela Osmanlı İmparatorluğunda topraklar Beytülmâle aitti. Padişahların topraklar üzerindeki tasarrufu Tanrı adına yapılan bir tasarruftu...(2) Bu özellik, sömürü ve baskının (ezen-ezilen ilişkisini densin) Batı’dakine göre, görece daha “yumuşak” olmasını sağladı. Avrupa dışı toplumsal formasyonlarda “merkezî” bir devlet yapısı geçerliydi. Oysa Batı’da bir dizi iktidar bölünmüşlükleri (hiyerarşiler) söz konusuydu. Bu durum, sömürü ve baskıyı ve aynı zamanda bölünmüş unsurlar arasındaki çatışmaları ve tabii ittifakları da olanaklı hâle getiriyordu. Batı’da çok sayıda köle isyanı olduğu hâlde Avrupa dışı sosyal formasyonlarda veya uygarlıklarda köle isyanlarının pek vâki olmayışı doğrudan bu durumla ilgilidir.

Aslında insanlık tarihinin son bir kaç bin yılı isyanların, başkaldırıların tarihidir ama tarih, ezenler tarafından yazıldığı için ezilenlerin çığlığı pek duyulmadı. G. R. Elton bu konuda söyle diyordu: “Tarih, imtiyaz sahibi olmayanların duygu ve özlemlerini sıklıkla kaydetmez.” (Elton, 1964: 87) (3)

Zira yaşanmış bir olayın kimin tarafından hikâye edildiği önemsiz değildir.
İsyan edenle isyanı bastıranın anlattığı hikâye doğası gereği farklı olmak zorundadır. Bu konuda çok bilinen köle isyanı, Spartakus’un liderliğinde, Roma Cumhuriyet döneminin sonlarında patlak veren isyandır ama aslında bu isyan “köle savaşları” olarak bilinen üç isyanın sonuncusuydu. Önceki iki isyan milattan önce 1040-1039’da Suriye kökenli Eunus liderliğinde başlatılan ve 1032 yılanda bastırılan isyandı. Bu üç isyanın sebebi veya ortak paydasında o dönemde giderek büyüyen tarım plantasyonlarında ve madenlerde köle emeği sömürüsünün derinleşmesiydi. Ve köleler Sicilya’nın bir bölümünde “Sicilya Kırallığı” adını verdikleri Helenistik temelli bir kırallık kurmayı başarmışlardı. İsa’dan önce ikinci yüzyılın sonlarında birçok köle ayaklanması olduğu biliniyor.

İkinci köle isyanı MÖ 104 ve 100 yılları arasında patlak vermişti. Fakat bu ikinci önemli ayaklanma sadece kölelerin isyanı değildi, Salvius–Tryphon ve Athénion önderliğinde, çobanları da kapsayan bir isyandı. Aynı şekilde Sicilya’da Helenistik modele uygun bir krallık kurmayı başarmışlardı ama konsül Manius Aquilius Nepos tarafından ezildi.

Üçünçü büyük köle isyanı, MÖ 73 yılında patlak veren Spartakus liderliğindeki isyan, büyük köle isyanlarının sonuncusuydu. Roma İmparatorluğunun yürüttüğü genişleme ve yayılma savaşlarında çok sayıda esir alınıyordu ve bu esirler köle statüsüne indirgenerek, pazar için üretim yapan büyük çiftliklerde (latifundiyalar) ve madenlerde çok büyük baskı altında çalıştırılıyordu. Trakyalı bir çoban olan Spartakus ücretli asker olarak Roma ordusuna alınmış, ordudan firar etmiş, yakalanmış ve köle olarak satılmıştı. İtalya’nın güneyinde bir gladyatör okulu sahibi tarafından satın alındığı, okuldan bir grup arkadaşıyla kaçtığı ve önce haydutluk yaptıkları ama zamanla “sosyal eşkıya” niteliği kazandığı ve köleleri özgürleştirmek, ayaklandırmak üzere harekete geçtiği biliniyor. Bir zaman sonra Spartakus’un ünü yayılıyor, kölelerin umudu hâline geliyor ve İtalya’nın her yerinden köleler Vezüv yanardağının yamaçlarında toplanıyorlar. Kendi emekleriyle geçinir hâle geliyorlar, dayanışmayı-yardımlaşmayı esas alan bir yaşam tarzı oluşturmayı ve özgürce yaşamayı başarıyorlar. Oysa bütünüyle köle emeği sömürüsüne dayalı Roma’nın böyle bir duruma razı olması, böyle bir durumu tolere etmesi mümkün değildi. Zira böyle bir şey, Roma için var olma-yok olma meselesiydi... Spartakus, Alp dağlarını aşarak kölelerin ülkelerine dönmesi yönünde bir düşünceye sahipti ama bu düşünce, arkadaşları tarafından benimsenmiyor. O zaman, Sicilya’ya geçmek ve/veya Kuzey Afrika’da eşitlik temeli üzerinde bir yaşam tarzı oluşturma fikrini benimsiyor. Roma ordularının ilk iki saldırısı püskürtülüyor. Roma ordusu M. L. Crassus komutasında üçüncü bir taarruza geçiyor. Spartakus liderliğinde köleler, onu da yenilgiye uğratıyor ama savaşçı köleler itaatsizlik edip düzeni bozuyorlar, erkenden yağmaya girişiyorlar. Crassus, bu durumu lehe çevirip köle ayaklanmasını ezmeyi başarıyor... Ve Spartakus vuruşa vuruşa ölüyor. Bir kısmı köle kaçmayı başarıyor ama yaklaşık 6 bin kadarı yakalanıp Roma’ya götürülüyor. “Kentin girişindeki Apium yolunun iki yanına dikilen direklere bağlanarak (devlet terörü estirmek amacıyla) bir bir haça geriliyorlar. “Keşke bu yol Roma’ya çıkmasaydı!” Köle ayaklanmalarının bastırılması, Roma’nın Cumhuriyet’ten bütün yolların Roma’ya bağlanacağı imparatorluğa geçişini hızlandıran etmenlerden birini oluşturdu.”(4)

Alâeddin Şenel, “Kemirgenlerden Sömürgenlere-İnsanlık Tarihi” adlı ünlü eserinde, Spartakus ayaklanmasıyla ilgili şöyle diyor: “Spartakus köle ayaklanmasının insanlık tarihi bakımından iki önemli uzantısından söz edilebilir. Birincisi, Roma emperyalizminin sömürdüğü köleler ile boyunduruk altında tuttuğu halkların önderlerini (Spartakus ve İsa’yı) cezalandırmada haçı kullanmasıdır. Böylece haçın imparatorluğa, sömürüye ve baskıya karşı başkaldırmanın simgesi olması beklenirken tersinin olmasıdır. İlk kovuşturmalardan sonra, imparatorluğa uygun bir ideoloji olabileceğini kavrayan Roma yöneticileri, İsacılığı devlet dini yapma başarısını göstermişlerdir. Roma İmparatorluğunun dağılmasıyla kurulan düzenler ise (haksızlığın ve acımasızlığın simgesi olabilecek) haç’ı İsacılık ile birlikte eşitsizlikçi toplum düzenlerine (gönüllü) boyun eğdirmenin bir aracı olarak kullanabilmişlerdir.

Bunun tam tersi (ikinci) bir etkiyle, Roma İmparatorluğu’ndaki köle ayaklanması ve ayaklanmanın önderinin adı (Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasında “Spartakistler” ayaklanmasında görüldüğü gibi) eşitsizlikçi düzenlere başkaldıranların esin kaynaklarından birini oluşturabilmiştir.”(5)

Batı tarihinde Orta Çağ olarak bilinen çağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle (476), Kristof Kolomb’un macerasının başlangıcı olan 1492 arasındaki dönemi kapsıyor. Elbette bir çağ için bu tür kesin tarihler vermek o kadar da isabetli değildir. Yine de Orta Çağ uygarlığının dört ayırt edici niteliğinden veya özgünlüğünden söz etmek mümkündür:
1. Politik otoritenin bölünmüşlüğü/parçalanmışlığı, dolayısıyla devlet kavramının silikleşmesi.
2. Tarım ağırlıklı bir ekonomik işleyiş.
3. Toprağın sahibi olan ve militer soyluluk ve serflerden (köylülük) oluşan bir sosyal bölünmüşlük ve nihayet.
4. Hristiyan inancına dayalı, kilise tarafından biçimlendirilen bir düşünce sistemi.

Söz konusu toplumsal yapı XIII. yüz yıldan başlayarak dönüşüme uğradı ve esas itibariyle de yüzyılın sonundan itibaren tarımda belirgin değişimler ve dönüşümler ortaya çıktı. XIII. yüzyılın sonunda ortaya çıkan kuraklık tarımda tam bir yıkıma neden oldu; uzunca bir zaman süren kıtlık yaşandı. Bazı tahminlere göre 1347 ile 1353 arasında, yedi yılda Batı Avrupa’da 25 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan veba salgını da tarımı olumsuz etkiledi. Bu iki faktör tarım sektöründe bir yıkım tablosu ortaya çıkardı. İşgücü yetersizliği yüzünden ücretler yükselince dışarıdan, Baltık ve Slav ülkelerinden daha ucuza tahıl ithal etme yoluna gidildi. Bu yeni durum büyük toprak sahipleri ve senyörler lehine, küçük köylüler ve küçük soyluların aleyhine sonuçlar ortaya çıkardı. Zira küçük köylülerin ucuz ithal tahılla rekabet etmeleri mümkün değildi. Bu durumun sonucunda köylüler arasında işsizlik artmış, proleterleşme derinleşmişti. O tarihten sonra tarım daha çok kentin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliyor, tahıl üretiminin yerini sanayi ve ticaret bitkileri (keten kenevir, üzüm vb.) alıyor, köylüler işsiz kalmadıkları (proleterleşmedikleri) durumlarda ortakçı ve yarıcı statüsüne indirgeniyorlardı...

Tarımsal alanda bir önemli gelişme de kentlerin artan et tüketimini karşılamak üzere, büyük çaplı koyun besiciliğinin başlatılmasıydı. Ünlü “çitleme hareketinin (enclosure) başlamasıyla büyük toprak sahipleri konumlarını daha da pekiştirdi ve sürecin belirleyici unsuru hâline geldiler. Artık ortak mallar (common goods) kavramı önemini kaybediyordu ve toplumun, köylü kitlesinin ortak kullanımına sunulmuş tarım toprakları ve meralar büyük toprak sahiplerinin eline geçiyor, mülksüzleşme ve tabii proleterleşme derinleşerek devam ediyordu. Köylü topluluğu parçalandı. Bütün bunlara ekseri dayanılmaz vergiler ve angarya da ekleniyordu. Ve sonuç derinden derine yürüyen itirazların ve isyanların açık isyanlara dönüşmesi olacaktı... Köylü isyanlarıyla ilgili yazılı kaynaklar son derece sınırlı olsa da bu durum ezilen, sömürülen ve isyan etmekten, başkaldırmaktan başka seçenekleri kalmayan kırların emekçi çoğunluğunun çığlığını tam olarak unutturması da mümkün olmadı. Mesela daha XII. yüzyılda Normandiya köylüleri “bizde insanız” diye sızlanırken, XIV. yüzyılda İngiliz köylüleri: “Âdem toprağı beller, Havva yün eğirirken beyefendiler neredeydi?” diye hesap sorar hâle gelmişlerdi. Çitleme (enclosure) saldırısına karşı mücadele yürüten İngiliz köylülerinin şu beyti, durum hakkında bir fikir veriyor: [They hang the man, and flog the woman, That steals the goose from off the common; But let the greater villain loose, That steals the common from the goose].

Çaldı diye herkesin olan kazı
Adamı asıp kırbaçladılar kadını 
Saldılar lakin zalimin büyüğünü,
Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı.”

İnsafsız, yok edici, öğütücü bir saldırıyla yüz yüze gelen köylüler, çok çeşitli tepki ve mücadele yöntemlerine başvuruyorlardı: Angaryaya karşı pasif direniş, senyörler hesabına vergi toplayan senyörlük mübaşirleriyle çatışma, işi sabote etme, ot ambarlarını ateşe verme, senyörlere ait “özel ormanlarda” avlanma... söz konusu tepki ve mücadele yöntemlerinden bazılarıydı... Tabii buna zaman zaman başvurulan çapulculuk ve eşkıyalık yöntemini de dâhil etmek gerekir...

Batı Avrupa’da emekçi halk kitlelerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen, itirazları ve isyanları tetikleyen sadece ortak mallara, “herkese ait olması gerekene” [commons] soyluların ve yeni yetme burjuvaların el koyması değildi. Mesela Fransa’da ardı-arkası kesilmeyen savaşlar, yenilgiler, her seferinde vergilerin daha da ağırlaşmasıyla sonuçlanıyordu ve bu dayanılmaz bir durumdu. Nitekim Flandre’lıların isyanı tam da bu ağır vergilere bir cevaptı. İsyancılar, Brugge ve İeper kenlerini ele geçirmişlerdi ama 1323 yılında patlak veren isyan 1328 de Cassel’de Fransa kralının ordusu karşısında yenik düşmüştü... Fransa’da “Jacques Hareketi” olarak bilinen ve önemli izler bırakan isyan da 1358 yılında bastırılmıştı. Avrupa köylü isyanları geleneğinden önemli izler bırakan bir isyan da İngiltere’de Wat Tyler önderliğindeki köylü ayaklanmasıdır. Bu isyanın bir özelliği de isyana zanaatkârların da dâhil olmasıydı. Bu vesileyle hatırlanması gereken bir şey de isyanların sadece toplumun “en yoksullarının” isyanı olmamasıdır. Nitekim tarım kesiminde durumları sarsılan kırların küçük toprak sahipleri ve aynı şekilde “küçük soylu” tabaka, isyanların önemli bileşenleriydi...